• Sonuç bulunamadı

Eş’ariyye Mezhebinin Hüsün ve Kubuh Görüşü

İSLÂM DÜŞÜNCE KÜLTÜRÜNDE HÜSÜN VE KUBUH

B. Eş’ariyye Mezhebinin Hüsün ve Kubuh Görüşü

Eş’arîler, fiillerdeki hüsün ve kubuh özelliklerini, tamamen Allah iradesine bağlı olarak değerlendirirler. Allah iradesinin belirleyici etkisine binaen bu görüş, öznelcilik ismiyle anılmaktadır (Hourani, 1996: 271). Hüsün – kubuhun öznelliği düşüncesi, Şafii, Mâlikî ve Hanbelî usûlcülerin çoğunluğu ve Hanefî usûlcülerin bir kısmı tarafından savunulmakla birlikte, bu görüşün asıl temsilcileri Eş’arîlerdir (İbn. Teymiyye, h. 661: 302).

Eş’ariyye mezhebinin hüsün ve kubuh konusundaki görüşüne göre, insan aklı hiçbir şeydeki güzellik ve çirkinliği kavrayamaz (Taftazânî, 1991: 42). Eş’arîlerin akıl vasıtasıyla kavranamayacağını ileri sürdükleri güzellik ve çirkinlik, halkın günlük kullanımda tabiatlarına hoş ya da fena gelmesi dolayısıyla kullanıldıkları anlamlarıyla güzellik ve çirkinlik değildir. Burada bahsi geçen güzellik ve çirkinlik, Allah katında mükâfat ya da cezaya sebep olacak fiilleri karşılayan anlamlarıyla güzelliğe ve

77

çirkinliğe delalet eder (Doğan, 1989: 171 vd). Hangi fiilin iyilik ve kötülük vasfını taşıyacağı şeriat ile belirlenir. Bir şeyin iyi ya da kötü olmasının sebebi, dinin onu öyle emretmiş olmasıdır (Topaloğlu, 1988: 146). Bir fiil, ancak Şâri tarafından insanlara yapılacak emir ya da yasak içerikli hitabın ardından iyilik ve kötülük vasıflarından birini kazanmış olur.

Bütün değerlerin ahlâki mahiyetinin ne olacağına dair karar verme merciinin yalnızca Tanrı olduğunu ve bu belirleme esnasında etkin olan tek sebebin Tanrı’nın iradesi olduğunu savunan bu görüş, “Tanrısal Öznelcilik” olarak ifade edilebilir (Hourani, 1996: 271).

Bu anlayışa göre örneğin yalancılık bugün kötü bir fiildir. Ancak yalandaki kötülük vasfı, yalanın özünde taşıdığı bir nitelik olmadığından, şayet Allah ona iyi demiş olsaydı, bizler yalancılığı iyi bir eylem olarak bilirdik. Fiillerin taşıdığı ahlâki değerler, sadece Allah’ın takdirinin yönü ile belirlenir. Bu takdiri ise etkileyen hiçbir unsur olamaz. Allah, her türlü etkiden ve içerikten bağımsız olarak fiillerin değer yüklerini belirler (Âmidî, 1971: 234–235).

İyilik ve kötülük Allah’a nisbetle hiçbir değer taşımazlar. Kötülük Allah’tandır. Ancak O, kötülüğü kendisi için değil, diğer varlıklar için kötülük olarak yaratmıştır. Fiillerin iyilik ve kötülüğü insanlar için söz konusudur. İyilik ve kötülük, ancak emir ve yasak anlamında ilâhi bir hitabın ardından fiillerde belirebilir (Eş’arî, 1987: 125).

Eş’arîler bu görüşlerini gerek naklî gerekse aklî, çeşitli delillerle kanıtlamaya çabalamışlardır. Eş’arîler’in delilleri şunlardır:

1. Eş’arîler vahiyden bağımsız olarak akıl kaynaklı hiçbir bilgiye itibar etmez. Çünkü onlara göre akıl, insanı yanıltır (De Boer, 2001: 80). Eş’arîlere göre fiillerdeki hüsün – kubuh, akılla tespit edilemez. Çünkü fiiller vasıflandırılırken çoğu zaman yargılar, kişiden kişiye değişmektedir. Bir kimse bir fiile kötü derken, başka bir kimse aynı fiile iyi diyebilmektedir. Hatta bir fiil için aynı şahıs dahi, farklı zamanlarda farklı yargılarda bulunabilmektedir. Onlara göre akıl, yargıyı belirlerken birçok tesirin etkisi altındadır.

78

Bencillik, insaf, korku vb. gibi unsurlar, aklın bağımsız bir şekilde, sadece yargıya odaklanmasını engeller. Toplum nazarında genelin iyi ya da kötü dediği fiiller ise toplumsal menfaatin aynı noktada birleşmesinden başka bir şey değildir. Bunun için tüm etkilerden uzak, bütün bilgiler kendisinde toplanan, fiillerin mahiyetini belirleyen bir varlığa ihtiyaç vardır. Bu varlık Allah’tır. Bunun için Allah bildirmedikçe, fiiller hakkında iyidir ya da kötüdür şeklinde yargıda bulunmak, Eş’arîlere göre imkânsızdır (Gazali, 1904: 58–59).

Eş’arîler bu delili dile getirirken insanların basiret, fetanet ve iradeye hâkimiyet açılarından birbirlerinden farklı özelliklere sahip olduğunu göz ardı etmişlerdir. İnsanların herhangi bir fiil hakkında iyiliğine ya da kötülüğüne dönük olarak farklı kanaatler taşımaları, fiilin ahlâki yapısındaki değişkenliğe işaret etmez. Bir fiilin açık olan iyiliğine rağmen herhangi bir kimsenin bu fiil hakkındaki kötü yönlü kanaati, o fiilin değişken ahlâki yapıda olduğunu değil, bu kanaate sahip olan kişinin taşıdığı kanaatin yanlış olduğunu gösterir. Aynı şekilde bir kimsenin farklı zamanlarda aynı fiile yönelik farklı kanaatlere sahip olması da kişinin zayıf düşünce yapısına ve aklının farklı tesirlerin etkilerine açık olduğuna işaret eder.

İnsanların akıl yetisiyle kanaatte bulunurken bazı insani zaafiyetlerin tesiriyle hata yapabileceği, bundan dolayı da akıl bilgisine tâbi olunamayacağı yönündeki görüş de kabul edilemez bir görüştür. Zira bütün akılları bu bakışla değerlendirmek mümkün değildir. Bencillik, insaf, korku gibi unsurlar, ancak bazı akıllar üzerinde etkili olabilir. Bilimsel ve tecrübî akıl sahibi kimselerin böyle etkilenmelerle doğru kanaatten sapmaları düşünülemez. Bunun için böyle bir gerekçe ile bütün akılların hataya düşebilirlikle itham edilmesi yanlış olur.

2. Eş’arîlere göre, eğer fiillerdeki iyilik ve kötülük vasıfları onların özünde birer nitelik olsaydı özel şartların bulunduğu bir durumda bile bu vasfın kendisini muhafaza etmesi gerekirdi. Yani kötü olarak bilinen bir fiil, asla bu vasıftan soyunmaz, iyi olan bir fiil de aynı şekilde iyilikten asla kopmazdı. Hâlbuki gerçekte böyle değildir. Örneğin halk nazarında kötü olarak vasıflanan yalan, özel koşullarda iyi bir fiile dönüşebilmektedir. İnsanları yanıltma amaçlı kullanıldığında kötü olan yalancılık, hayat kurtarma amaçlı

79

kullanıldığında iyi bir fiil olmakta, hatta takdir edilecek bir eyleme dönüşebilmektedir (Taftazânî, 1989: 282–285). Bir diğer örnekle, adam öldürme her koşulda kötü bir fiil iken, kısas söz konusu olduğunda, adaletin tesisi adına bu fiilin gerçekleştirilmesi hukuki bir ödev hüviyetine bürünmekte ve bu noktada adam öldürme iyi bir fiile dönüşmektedir.

Eş’arîlere göre fiillerin farklı zamanlarda ya da farklı koşullarda, farklı ahlâki yargılarla izahı, onların bu ahlâki vasıfları mahiyetlerinde taşımadıklarını gösterir. Bu nedenle bu yargıların nesnel unsurlar olmadıkları anlaşılır.

Eş’arîlerin, fiillerin ahlâki değerlerinin zamana ve koşullara göre değişken olduğu yönündeki kabulleri, önceki bölümde görüşlerini aktardığımız Sofistlerin ahlâk görüşlerinin temelini oluşturan rölativite/görecelik ilkesiyle benzerlik göstermektedir. Sofistlerin ahlâk kuramlarında ifade ettikleri gibi Eş’arîler de fiillerin yüklendikleri değerlerin zamana, koşullara ve kişilere göre değiştiğini söylemektedirler. Sokrates, Platon ve Aristoteles’in, Sofistler’in görecelik esasına dayalı düşüncelerine karşı çıkarken göz önünde bulundurdukları temel problem, fiillerin değişken ahlâki yapıya sahip olmaları durumunda evrene düzenin hâkim olamayacağıdır. Zira herkesin kendi kanaatleri doğrultusunda fiilleri iyi ya da kötü şeklinde değerlendirmesi, toplumsal uzlaşının tamamen kaybolması sonucunu doğuracak ve insan algısı temeline dayalı ahlâki değerler sistemi, düzen değil, kaos sebebi olacaktır. Ancak Sofistler için eleştiri noktası olan düzenin sağlanamayacağı gerekçesi, Eş’arî düşüncede ilâhi otoritenin mutlak belirleyiciliği esası doğrultusunda izale edilmiştir.

Fiillerin dinamik ahlâki değerlere sahip olduğu iddiası noktasında Sofistlerle Eş’arîler arasında fark yok iken, fiillerin ahlâki değerlerinin değişebilirliği kabulünün etki ve sonuçları noktasında bu iki grup arasında belirgin bir fark göze çarpar. Sofistler, “fiillerin sabit ahlâki değerleri yoktur,” dedikten sonra, “insan her şeyin ölçüsüdür,” görüşleriyle ahlâki olanı belirleme yetkisini tek tek insanlara vermişlerdir. Yani her insan kendi ahlâki değerini kendi belirler. Eş’arîlerde ise fiillerin dinamik ahlâki yapıları üzerinde sabitliği kuracak olan Allah’tır. Eş’arîlere göre örneğin yalancılık fiili iyi de, kötü de olabilecek bir fiildir. Ancak Allah, yalancılık hakkında emir ya da nehiy içeren

80

herhangi bir ifade kullandığı anda o fiil, iyi ya da kötü sıfatını sabit olarak yüklenmiş olur.

Gerek Sofistlerin, gerekse Eş’arîlerin görüşlerini temellendirmek üzere delil olarak öne sürdükleri fiillerin değişken ahlâki karaktere sahip gerçeklikler olduğu iddiaları, dinî, mantıksal ve ontolojik olarak kabul edilmesi güç bir iddiadır. Zira insanlığa ve genel anlamda evrene zarar veren fiiller, her durumda kötü fiillerdir. Örneğin yalan, hiçbir şekilde meşru olmamalıdır. Eş’arîlerin görüşlerini temellendirirken kullandıkları, yalanın hayat kurtarması örneğinde olduğu gibi, yalan vasıtasıyla yapılacak olan iş, aslında başka bir şekilde yapılabilir. Yalan ile sağlanacak menfaatin, başka bir şekilde meşru yoldan elde edilmesi için farklı yöntemler düşünülebilir. Sağlam temele dayanmayan izahlarla yalana meşruiyet kazandırmak doğru olmaz.

3. Eş’arîlere göre fiillerin iyilik ve kötülük vasfını özlerinde taşıdıklarını söylemek, teselsüle kapı açar. Zira o fiili de, ona verilen vasfı da yaratan Allah’tır. Allah bir fiilin zarar doğurur mahiyetine binaen o fiili kötü kılar, ya da yarar doğuracağına binaen o fiili iyi kılar. Yararı da zararı da o fiile yükleyen Allah’tır. Biz, bu yarar ya da zararın Allah’ın iradesinden bağımsız olarak o fiilde mevcut bulunduğunu iddia edersek, Allah’ın o fiil üzerindeki tasarrufunu sınırlamış oluruz. Böyle bir durum fiile kudret kazandırır. Bu kudret düşüncesi ise teselsüle neden olur. Şâri’nin fiile yükleyeceği ahlâki değer, onu ilâhi kanun haline getirir. Zaten hüsün – kubuhla ilgili tartışma dinen ceza ve mükâfatı gerektiren eylemlerin aklen bilinebilirliğine yöneliktir. Ceza ve mükâfatı doğuracak iyi ya da kötü eylemin iyilik ve kötülüğünü yalnızca ceza ve mükâfatı verecek olan varlık olarak Allah bilebilir.

Eş’arilerin bu delili hakkında şunu ifade etmek gerekir ki; Allah, Kur’an’da birçok ayette kendi özelliklerinden bahsetmektedir. Bu özellikler, Allah’ın kullarına uygulamalarını emrettiği özelliklerin en mükemmel hallerini ifade etmekte olup, Allah’ın varlığı ile eşzamanlı olarak Allah’ta mevcutturlar. Dolayısıyla fiillerdeki iyilik vasıflarının fiillere kudret kazandıracağını söylemek yanlış olur. Bunun için böyle bir düşünce de teselsüle yol açmaz.

81

Eş’arîler bu aklî delillere ilave olarak naklî deliller de kullanmışlardır. İnsanların kötü zannettikleri şeylerin iyi olabileceğinin ve kişinin kötü fiillerinin Allah katında güzel bulunabileceğinin Kur’an’da bildirilmesi de iyilik – kötülüğün akılla bulunabilecek nesnel gerçekliğinin olmadığına dair naklî deliller olarak Eş’arîler tarafından kullanılmışlardır. Bu husustaki ayetlerde şöyle buyrulur:

“Hoşunuza gitmese de size savaş yazıldı (farz kılındı). Bazen hoşlanmadığınız bir şey, hakkınızda iyi olabilir ve hoşlandığınız bir şey de hakkınızda kötü olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara Sûresi: 2/216).

Eş’arîler bu ayeti, fiillerin iyi mi yoksa kötü mü olduğunu insanların akıllarıyla kavrayamayacaklarına delil olarak öne sürmektedirler. Eş’arîlere göre, insanların savaştan hoşlanmamalarının, savaşı kötü görmelerinin karşısında, Allah’ın savaşmayı insanlara iyi bir fiil olarak göstererek emretmesi, insan aklının fiilleri gereği gibi değerlendiremediğini gösterir. Bunun için onlara göre fiillerin iyilik ve kötülüğünü tespit etme konusunda aklın yeterli görülmesi doğru değildir. Bir fiilin iyiliğine ya da kötülüğüne hükmetme yetkisi sadece Allah’a aittir. Dolayısıyla Allah bildirmedikçe insanın hangi fiilin iyi ve hangi fiilin kötü olduğunu bilmesi imkânsızdır

Savaştan hoşlanmak ya da hoşlanmamak sadece bir duygudur. Yalnızca bir duygudan hareketle bir fiilin iyiliğine ya da kötülüğüne hükmedilemez. Bir fiilin fayda ya da zarar doğuracağını önceden görerek o fiilin iyi ya da kötü olduğuna hükmetmek için, gerçeğin ve işlerin varacağı sonuçların bilgisine muttali olmak gerekir (Yazır, C,II, ty.: 83). Savaşta hayır vardır; çünkü savaş sonuçları itibariyle, zafer, ganimet, sevap ya da şehitlik anlamına gelir. Savaştan kaçmakta ise şer vardır; çünkü savaştan kaçma sonuçları itibariyle zillet, fakirlik ve sevaptan mahrumiyet anlamına gelir (Sâbûnî, C,I, 1986: 137).

Savaştaki hayrı bütün insanların göremeyeceğini, dolayısıyla savaşın sadece Allah’ın bu konudaki emrine binaen iyi görülebileceğini iddia etmek doğru olmaz. Zira böyle olsa Allah’ın emrine muhatap olarak bu emre tâbi olandan başka kimsenin savaşa yaklaşmaması gerekirdi. Ama gerçek böyle değildir. Allah’ın emrine tâbi olsun ya da

82

olmasın her düşünce ve inanıştaki insanların savaş içinde bulundukları açık bir gerçektir. Bu durum gösterir ki; savaştaki iyiliği, kendilerini duygularının yönlendirdiği insanlar göremez. Hâlbuki insanlar, akıllarına tâbi olduklarında, savaştaki iyilikleri görecek ve gerekliliğini idrak edeceklerdir. Dolayısıyla denilebilir ki duygularına tâbi olan bazı insanlar iyiyi ve kötüyü doğru bir şekilde ayırt edemezler; ancak akıllarının gösterdiği doğrultuda düşüncelerine yön verenler iyi ve kötünün bilgisine vakıf olabilirler.

“Kötü işi, kendisine süslendirilip de onu güzel gören kimse (vehmine aldanmayarak kötü amelini güzel görmeyen, aklıyla gerçeği gören kimse gibi olur) mu? Allah dilediğini sapıklık içinde bırakır, dilediğini yola iletir. Bundan dolayı canın, onlar için hasretlere (üzüntülere) gitmesin, Allah onların ne yaptıklarını biliyor.” (Fâtır Sûresi: 35/8).

Bazı insanlar, iyi ve kötü arasındaki farkı ayırt edebilmelerine rağmen, genel olarak kötü olan fiillere meylederler. Böyle insanların bazen akıllarına tâbi olarak kötüden sakınıp iyiye yönelmeleri mümkündür. Zira bu insanlar, çok sık olarak kötü fiilleri tercih etseler de fıtratları tamamen bozulmamıştır. Fakat öyle kimseler de vardır ki kötülükle iyilik arasındaki farkı bile kavrayamazlar. Bu insanlar, işlemekte oldukları kötü fiilleri, medeniyetin ve kültürün göstergeleri olarak düşünüp, bu fiillere çağdaşlık adına yönelirler. İyiliği gericilik olarak düşünürken, kötülükleri, fısk ve fücuru ilericilik addederler. Onların gözünde doğru yol bir sapma iken, sapkınlık ise onlar için, gidilmesi gereken yoldur (Mevdudi, C,IV, 1987: 487–488).

Burada dikkat edilmesi gereken husus, insanların iyilik ve kötülükleri kavrama noktasında farklı seviye ve farklı algılara sahip oldukları gerçeğidir. Bundan dolayı bu ayette hitap edilen yanlış düşünce ve algı sahibi kişilerin hatalı tutumları, bütün insanlar için bu durumun aynı olduğunu göstermez. Kimi insanlar, bu ayette ifade olunduğu gibi, gerçeklere karşı duyarsızlaşıp kendi değer sistemini kendileri oluşturmaya kalkabilir. Ancak bunun karşısında gerçek iyi ve gerçek kötü, aklını doğru yönlendiren kimseler için ulaşılması imkânsız bilgiler olmazlar.

83

Bundan dolayı bu ayetlerde vurgulanan beşerî yanılgıların, bütün insanlara şâmil kılınması doğru değildir. Zira böyle bir genelleme, aklın işlevini tamamen ortadan kaldırır. İnsanlık adına iyi olan bir fiilden hoşlanmamak ya da kötü bir işin iyi olarak görülmesi, bazı insanlar için söz konusudur ve bu insanların böyle yanılgılara düşmelerinin sebebi, akıllarını gereğince kullanmamalarıdır. Hâlbuki aklını gerektiği gibi kullanan insanlar, herhangi bir uyarıcı olmasa bile, iyi ve kötünün bilgisine ulaşabilirler.

Bu aklî ve naklî delillerin yanında, dinin yapılanma sürecinde insanların fiillerine yönelik hükümlerinde yapılan değişikliklerin (nesh), iyilik ve kötülüğün fiillerin zâtına ait nitelikler olmayıp, Allah’ın dilemesiyle ahlâkî değeri değişebilen unsurlar olduklarına işaret ettiği iddiası da, Eş’arîler tarafından delil olarak kullanılmıştır (Çelebi, 1998–1999: 66–67).

Neshin, hüsün ve kubuh konusunda, fiillerdeki iyilik ve kötülüğün şer’î olduğuna dair delil olarak kullanılması, İslam’ın temel dinamiklerine uyum göstermez. Zira İslam düşünce tarihinde tartışmasız bir şekilde neshin var olduğu icma ile sabit olmamıştır. Nesh, belli düşünürlerce var olduğu kabul edilen bir unsur olmakla birlikte neshe karşı çıkan İslam düşünürleri de olmuştur. Bizim bu konudaki kanaatimiz de, zaman sınırlarına tabi olmadan her şeyi bilen Allah’ın özellikle iyi ve kötü farkı konusunda kısmî zamanlı hükümlerden uzak olacağı yönündedir (Ateş, 1995: 188 vd.). Bunun için neshin herhangi bir düşünceyi temellendirmek üzere delil olarak kullanılması da doğru olmaz.

Sonuç itibariyle Eş’arîlerin ahlâk düşüncesinde Allah’ın evvel sıfatının ön planda olduğu anlaşılır. Eş’arîlere göre Allah ilktir ve bütün fiilleri, koşulları, fiillerin sonuçlarını, değerlerini, ceza ya da mükâfat gerektirmelerini tam bağımsız biçimde belirleyecek olan da O’dur. Şu halde hiçbir fiil ya da varlık için özünde bir ahlâki nitelikten bahsedilemez. Her şeyi yaratan Allah olduğuna göre, her şeyin ölçüsü de sadece O’ndan sâdır olur.

84

Fahreddin Râzî Allah’ın fiillerine yön veren herhangi bir gaye olmadığı ve hikmetin bizzat Allah’ın fiillerinde tezahür ettiği görüşünü savunur ve gerekçesini şöyle açıklar:

“Allah’ın fiillerinin bir gayeye dayandığını varsayalım. Buradaki gaye ya hâdistir ya da kadîmdir. Kadim olması fiilin de kıdemini gerektirir ki bu, teaddüd-i kudemayı doğurur. Hâdis olması ise onun da bir başka gaye için var olduğunu gösterir, bu böyle geriye doğru devam eder ki bu da teselsülü doğurur. Hem teaddüd-i kudema hem de teselsül muhal olduğundan fiillerin hüsün ve kubuhuna hakikidir demek böylece yanlış olur” (1987: 332).

Bütün bu ifade edilenlerin ardından denilebilir ki hüsün ve kubuh konusunda öznelci tavrı benimseyenlerin temel ilkesi, vahyin esas olduğu düşüncesiyle probleme yönelmek olmuştur. Buna göre gerçeklik olarak hüsün ve kubuhun fiillerde bulunduğu iddia edilemez. Çünkü bu değerler izâfî ve nazarîdir.

Eşarilerin hüsün ve kubuh meselesinin epistemolojik yönüne bakışları da Allah merkezli bir yapıya sahiptir. Eş’arîler, fiillerin ahlâki değerleri hakkında insanın doğuştan herhangi bir bilgiye sahip olmadığını savunurlar. Onlara göre insanın bilgi donanımı ve var olanları düşünen zihin yapısı, kendi başına ahlâki yargılar üretmeye ya da tespit etmeye elverişli bir yeteneğe sahip değildir.

Eş’arîlerin bu görüşleri, ilkçağ Yunan filozoflarından Sokrates, Platon ve Aristoteles’in ahlâk telâkkilerine benzerlik göstermektedir. Zira Sokrates, insanların ahlâki davranışa yönelmesini cehaletinin giderilmesi şartına bağlamakta, ancak cehaleti kişinin kendi başına gideremeyeceğini ve bir rehberin yol göstermesine ihtiyaç duyacağını söylemektedir. Ancak Sokrates, bu bilginin beşerî koşullarda elde edilmesini mümkün görmediğinden, cehaleti ancak Tanrı ile bir şekilde iletişimde olan bir rehberin kaldırabileceğini söylemektedir.

Aynı şekilde Platon, değerlerin bilgisinin idealar âleminde ve ancak ilâhi koşullarda öğrenilebileceğini söylemektedir. Aristoteles de insan aklının ilâhi akla benzeşmesiyle bu bilginin elde edilebileceğini ifade etmekte, bunun için ise insanın edilgin aklının ilâhi âlemle temas kurmasının zorunlu olduğunu söylemektedir. Sonuç olarak her üç düşünüre göre insan aklı kendi başına değer bilgisiyle donanamamakta, ilâhi bilgiye

85

ihtiyaç duymaktadır. Eş’arîlerin Allah bildirmeksizin insanın ahlâki olanı bilemeyeceği yönündeki görüşleri, bu filozoflarla aynıdır.

Diğer taraftan Eş’arîlere göre insan aklı, tayin üzere işleyen bir mekanizma değildir. İnsanın akıl yapısı, mevcut verileri işleyerek sonuçlara ulaşmaya imkân sağlar. Bu yönüyle aklın görevi tayin değil, tespittir. Ancak tespit yapabilmesi için de hakiki varlıklara muhtaçtır. Dolayısıyla ahlâki tespitleri yapabilmesi de fiillerin zâti unsurlar olarak hüsün ve kubuh özelliklerini taşımalarını gerektirir. Ancak Eş’arîlere göre fiiller zâti olarak hüsün – kubuhu taşımazlar. Fiillerdeki hüsün ve kubuh itibâridir. Ve burada etkin fail Allah’tır. Şu durumda insan için ahlâki bir tek ölçüt vardır; o da Allah’ın emir ve nehyidir. Bir fiilin kötü vasfını taşımasının tek gerekçesi, Allah’ın o fiili yasaklamış olması, yine bir fiilin iyi vasfını taşımasının tek gerekçesi de Allah’ın o fiili emretmiş olmasıdır. Burada insan aklının tek fonksiyonu Allah’ın hitabına kulak vererek emirlerine riayet etmek ve yasaklarından kaçınmak için kişiye algılama gücü sağlamasıdır. Bunun ötesinde insan aklı ahlâki herhangi bir işlev yürütemez (İbn. Teymiyye, h. 661: 302–306).

Eş’arîlere göre bir fiilin hüsün sıfatına mı yoksa kubuh sıfatına mı sahip olduğunu bilmenin tek yolu, Allah katından gelecek olan vahiydir (Gölcük, 1988: 217). Onlara göre fiiller, kendi mahiyetlerinde hiçbir ahlâki vasıf taşımadıklarından dolayı Allah’ın bir fiil için emir içeren kavli, o fiilin iyi olmasını ve nehiy içeren kavli de, kötü olmasını gerektirir. Dolayısıyla ilâhi vahiy ulaşmaksızın insanlar fiiller hakkında ahlâki yargılarla hükmedemezler.

Allah’ın herhangi bir fiil hakkında tayin ettiği ahlâki değer hiçbir gayeye matuf değildir.