• Sonuç bulunamadı

MODERN FELSEFEDE İYİLİK – KÖTÜLÜK ANLAYIŞLAR

İSLÂM ÖNCESİ KÜLTÜRLERDE İYİLİK – KÖTÜLÜK

A. YUNAN DÜŞÜNCESİNDE İYİLİK – KÖTÜLÜK ANLAYIŞ

4. MODERN FELSEFEDE İYİLİK – KÖTÜLÜK ANLAYIŞLAR

Ortaçağda Avrupa düşüncesine gerçek karakterini veren Skolâstik akım, her şeyden önce araştırıcı değil, öğreticidir. Skolâstik felsefede doğru ya da iyi olana yönelik bir arayış yoktur. Çünkü doğru ve iyi, kutsal kitaplarda ya da Platon ve Aristoteles’in yapıtlarında mevcuttur. Zaten bu iki kaynak da hemen hemen aynı şeyleri söyler. Dolayısıyla bunların dışında bir arayış içerisine girmek anlamsızdır. Bu anlayış çerçevesiyle ortaçağ felsefesi, dinler ve dogmalar üzerine düşünmeden ibaret olan bir dönemi ifade etmiştir (Sahakıan, 1995: 91).

Skolâstik dönemin ardından sosyal, siyasal ve ekonomik alanlarda birçok değişimin dönüm noktası olarak doğan Rönesans, düşünce hayatında da yeni bir çığır açmıştır. Rönesans’la birlikte dinsel olan ve kilisenin resmi görüşüne dayanan dünya görüşü parçalanmış, onun yerini bilimsel anlayış almıştır.

Ortaçağdaki anlayışa göre evrenin merkezine oturtulan Tanrı, insanı yeryüzüne yerleştirmiş ve onun yararlanması için de doğayı hizmetine sunmuştu. Rönesansla birlikte yaşanan dönüşümün ardından ise, insan teması ön plana çıktı. Buna göre doğanın muhatabı bizzat insan oldu ve onu öğrenerek kendine yarayışlı şekilde kullanacak olan da yine insandı. Rönesansta hâkim olan anlayışa göre insan, bu dünyanın efendisiydi. (Hançerlioğlu, C,V, 2000: 344–346)

Bu dönüşümün ardından modern bilimin mekanik doğa anlayışı, Aristoteles’in Tanrı’yı önemseyen evren tasarımının yerini almıştır. Teolojik doğa anlayışını sarsan modern doğa anlayışının dinsel dogmalardan tamamen sıyrılamaması ise, bilimsel boyuttaki değişimlerin felsefi boyuta sıçramasına ve bu sayede modern felsefe görüşlerinin geliştirilmesine neden olmuştur (Akarsu, 1987: 21).

Modern felsefe düşünürlerinin ilki Descartes’tır. Rönesans’ın başlangıcından itibaren yeni bir kültür ve yeni bir bilim anlayışı oluşturmaya yönelik düşünceler, Descartes tarafından tutarlı bir birliktelikle sentezlenmiştir (Gökberk, 1994: 257). Modern felsefe, ilerleme sürecinde daima Descartes felsefesine referansla gelişim göstermiştir.

50

Descartes’in rasyonalist yöntemle geliştirdiği akıl vurgusu, ondan sonra gelen filozoflara yol göstermiş, rasyonalist bakış açısını benimseyen düşünürler, Descartes felsefesini farklı felsefi disiplinlerin temeli olarak kullanmışlardır (Laberthonnıère, 1977). Bu disiplinlerden biri olan ahlâk felsefesi alanında, Descartes düşüncesini ana referans olarak belirleyip, düşüncesini bu temelde geliştiren filozofların en önemlisi diyebileceğimiz düşünür, Kant’tır (İmmanuel Kant). Kant, bilgi üzerine tahlillerde bulunmuş ve burada ulaştığı sonuçları ahlâk düşüncesine temel yapmıştır.

İmmanuel Kant, ödev ahlâkı felsefesinin kurucusudur. Ödev ahlâkına göre bir eylem, insanın arzu, temenni, haz veya yarar beklentisine yönelik olarak yapılmamalıdır. İnsanın eylemini gerçekleştirirken eylemin sonuçlarını hesaba katarak, çıkarına uygun davranması ödev ahlâkına uygun değildir. Bir davranışın ahlâki olması için bütün çıkar hesaplamalarından soyutlanmış olması gerekir. Kant’a göre bir davranış, haz, fayda ve arzu gözetilmeden, yalnızca ödev hissiyle yapılması durumunda ahlâki bir davranış olabilir. Buna göre birçok filozofun kendi başına iyi olarak gördüğü karakteristik erdemler, entelektüel yetiler, mutluluk, sağlık, huzur gibi hayatın getirisi olan insanlık halleri, Kant’a göre koşulsuz mahiyette iyi olmadıklarından hiç birine gerçek anlamda iyi denilemez. Bu gibi erdemler iyi irade tarafından yönlendirilmedikleri sürece ortada ahlâki bir tutum olduğu iddia edilemez. Her türlü erdem, iyi iradeye bağımlıdır ve hiçbiri iyi irade olmadan kendi başına iyi değildir. Ahlâki açıdan değerli olan tek şey, bütün diğer iyilerin zorunlu koşulu olan koşulsuz ve en yüksek iyi, iyi iradesinin kendisidir (Cevizci, 2002: 255).

Kant’a göre iyi irade, ödevinin ne olduğunu bilen iradedir. İyi iradenin tezahürü ise ödeve uygun olarak gerçekleştirilen davranıştır. İyi iradenin yönettiği davranış, otorite olarak sadece davranışı gerçekleştiren insanın kendisini kabul eder. İnsanın kendisinin aklettiğinden başka, dış kaynaklı ahlâki kurallar yoktur. Ahlâk yasaları, insanın, saf aklını kullanarak belirlediği yasalardır. Bu yasalar bütün duygulardan arınarak salt akıl temeline dayalı tespitlerin ürünü olduklarından, aynı zamanda tüm insanlar için geçerli olan evrensel yasalardır. Ahlâk yasası tıpkı doğa yasası gibi aynı şartlarda aynı şekilde

51

uygulanabilen değişmez bir yasadır. Herkesi bağlayan, evrensel ve herkese hitap eden genel geçer bir yasadır (Russell, 2002: 298–300).

Fakat insan da dâhil olmak üzere bütün fiziki varlıkların bağlı bulunduğu doğa yasası, bilinçsizce ve zorunlulukla tâbi olunan bir yasadır. Ahlâk yasası ise doğa yasası gibi zorunlu olarak uyulan bir yasa değildir. İnsan bizzat kendi istenci ile yasaya olan saygısı gereği ahlâki olanı tercih eder. Buna göre bir eylemin ahlâki olmasının koşulu, eylemin ahlâk yasasına saygının bir gereği olarak gerçekleştirilmiş olmasıdır (Cevizci, 2002: 257).

Kant’a göre özgür olmanın şartı sorumlu olmaktır. Özgürlük sorumluluğu doğurmaz; Sorumluluk özgürlüğü doğurur. Zira ahlâk yasaları birer buyruk niteliğinde olup bize yapmayı ya da yapmamayı emrederler. Ödev ahlâkında iki türlü emir vardır: koşullu emirler ve zorunlu emirler. Koşullu emirler herhangi bir çıkar sağlama gayesine yönelik olduklarından ahlâki eylem sayılmazlar. Zorunlu emirler ise bir koşula bağlı olmayan, mutlak emirlerdir. Ahlâk felsefesinin emirleri koşullu emirler değil, zorunlu emirlerdir (Çüçen, 2007: 279–280). Kant’a göre zorunlu emirlerin temelinde üç düstur vardır:

a. Öyle davran ki; davranışın temelindeki ilke, tüm insanlar için geçerli olan evrensel ilke veya yasa olsun.

b. İnsanlığı, kendinde ve başkalarında, bir araç olarak değil de, her zaman bir amaç olarak görecek şekilde davran.

c. Öyle davran ki; iraden, kendisini herkes için geçerli olan kurallar koyan bir yasa koyucu olarak hissetsin.

Kant’ın ödev ahlâkı özet olarak, eylemlerde sonuçların önemli olmadığını, esas olanın kişinin niyeti olduğunu ortaya koyar. Koşullardan soyutlanmış salt aklın gösterdiği eylemi gerçekleştirmek, iyi iradeyi kullanmak anlamına gelir ve bu da ahlâki eylemde bulunmak demektir. Buradan hareketle denilebilir ki insan aklı, ahlâki değerleri tespit edebilecek esas mercidir (Çüçen, 2002: 280).

52

Kant’ın ödev ahlâkında insanın ahlâki değerleri tespit için tek otorite olması, aynı zamanda iyilik – kötülüğün epistemolojik konumunu da ortaya koymuş olur. Buna göre insan, aklıyla iyi ve kötüyü tespit etmeye muktedirdir ve bunu gerçekleştirmek için herhangi bir dış kaynağa da ihtiyacı yoktur. Yani Kant’a göre iyilik ve kötülük bilgisel anlamda aklîdir.

Kant evrene hâkim olan doğa yasasının değişmez mahiyette ve zorunlu olduğunu söyler. Ahlâk yasasının varlığını ise insanın varlığına ve sorumluluğu ile özgür istencinin birlikteliğine bağlar. Buradan hareketle Kant’a göre ahlâkın başlangıcının, insanın varlık sahnesine çıkış zamanıyla özdeş olduğu söylenebilir. Zira özgür istencin ve sorumluluğun olduğu yerde ahlâk vardır; özgür istenç ve sorumluluk sahibi olan varlık da insandır. Ancak Kant, zihindeki en yüksek iyi düşüncesiyle Tanrı’ya ulaştığında aynı zamanda ahlâk kurallarıyla idare edilen bir evrene varmış olur (Aydın, 1991: 27–28). En yüksek iyi düşüncesi ve ahlâki olarak idare edilen evren ise Tanrı’nın ahlâkı buyurduğunu değil, ahlâkın kendiliğinden buyrulduğunu ortaya çıkarır. Yani Kant ahlâkında iyinin - kötünün ontolojik mahiyeti nesneldir.

Kant, aydınlanma felsefesinin din ile felsefeyi uzlaştırıcı kanadının en önemli temsilcilerindendir. Kant’ın ahlâk felsefesi de yine bu çağ içinde klasik ahlâki değer anlayışının tutarlı bir bütün halinde sunulduğu en kapsamlı ahlâk felsefesidir. Kant’ın evrensel değerlerle insanlığa sunmaya çabaladığı, aklın emrinde ve vicdanın gölgesinde ahlâk felsefesinin karşısında, bütün ahlâki uzlaşımcılığı reddeden ve üstün olma hırsıyla alabildiğine özgürlükçü ve bireyci olan, Nietzsche’nin ahlâk anlayışı gelir.

Nietzsche, döneminde var olan bütün ahlâk telâkkilerine savaş açmış, ahlâkı reddeden bir ahlâk anlayışının kurucusu olmuştur. Nietzsche’ye göre tarih boyunca belli ahlâki tecrübelerden geçen insanlık artık modern bir ahlâk görüşüne ulaşmalıdır. Modern insan için yapılacak en doğru ahlâki seçim, bütün ahlâki geleneklerden sıyrılarak bugüne kadar kabul gören bütün ahlâki değerleri terk etmektir (Çüçen, 2007: 283). Dünya, gelecekte sevgi ve hoşgörünün hâkim olacağı bir alan olmayacaktır. Aksine insanlığı savaşlar, kötülükler ve düşmanlıklar beklemektedir. Böyle bir dünyada ahlâkın

53

fonksiyonu sadece ahlâki davranan kişilerin sindirilmesi olacaktır. Bir kısım insan, ahlâki değerlere bağlı olarak diğer insanların kölesi haline dönüşürken, ahlâkı yok sayarak sadece kendi gücünü pekiştirmek için yaşayanlar, yeni dünyanın gerçek sahipleri olacaklardır. Kötülüğün hâkim olduğu bir dünyada iyi olmaya çalışmak anlamsızdır. Çünkü böyle bir dünyada sadece güçlü olanlar yaşayabilecektir.

Nietzsche’ye göre insan rekabet sahnesindedir. Kendinin farkına vararak seviyesini yükseltecek olan, bizzat kendini önemseyen insanın kendisidir. Tıpkı bir insanın maymunu gördüğü gibi, üstün insan, kendini, diğer insanlara göre daha üst bir konumda görmeli ve kendi üstünlüğünü sağlama ihtirası, bütün değerlerin ötesinde olmalıdır. İnsanın biricik gayesi, üstün insan olmayı gerçekleştirmektir (Akarsu, 1987: 135).

Gerçekte üstün azınlık gelenekten gelen üstün bir ırkın ya da aristokrasinin ürünüdür. Nietzsche’de ise aristokrat üstünlüğünün doğuştan mı yoksa eğitim ve çevre faktörleriyle mi belirlendiği açık değildir (Russell, 2002: 369). Ancak genelde bir savaşın galipleri, yenilgiye uğrayanlardan biyolojik olarak daha üstündür. Bununla birlikte üstün insan kavramı, salt biyolojik bir kavram değildir. Her iki şekilde de üstün insan, öyle ya da böyle gücü elinde tutmaktadır. Geleceğin dünyası da bu üstün insanın elinde olacaktır (Nietzsche, 1990: 42–45). Üstün insan kendi değerlerini kendi belirleyen insandır. Üstün insan, sıradan sürünün üstüne yükselir, onu küçümser, onun köleliğini, uysallık ve acıma erdemini, savaş ve meydan okumadan korkan yönlerini kınar. Tanrı’yı öldürerek kendi başının çaresine bakar (Sahakıan, 1995: 208–209).

Nietzsche’nin ahlâk anlayışı ateist ve bencil temeller üzerine kurulmuştur. Tanrı’nın varlığı söz konusu olmadığı gibi semavi ya da beşerî kaynaklı genel geçer ahlâk değerlerinden de bahsedilemez. Buna göre Nietzsche’nin ahlâk anlayışında iyilik ve kötülüğün ontolojik mahiyeti itibâridir. Ancak burada fiilin değerini belirleyen fail, bizzat insanın kendisidir. Kullandığı ölçüt ise söz konusu fiilin bireye hayatında nasıl bir konum kazandıracağıdır. Gerçekleştirilen fiil eğer insanı sıradan insanların üstüne çıkarıp efendileştiriyorsa iyi; sıradan insanların düzeyine inmesine sebep oluyorsa kötüdür (Nietzsche, 1990: 74–76).

54

İyilik ve kötülüğün epistemolojik konumu konusunda Nietzsche, insanı tek yetkili otorite görür. İnsanın kendisi dışında onun için iyi ve kötü olanı tayin edecek hiçbir otorite yoktur (Nietzsche, 1990: 129–131). Aslında iyilik ve kötülüğün bilinebilirliği ona göre şer’î olmadığı gibi aklî de değildir. İyilik ve kötülük her an için farklılaşabilecek bir yapıya sahiptir. Bu kavramların içeriğini belirleyen yegâne unsur ise, insana kazandırdığı konumdur (Nietzsche, 1990: 32–33).

Modern çağın önemli düşünürlerinin dönemimize en yakın olanlarından biri Jean Paul Sartre’dir. Jean Paul Sartre, Heidegger’in öğrencisidir ve hocasının etkisiyle Varoluşçuluğu bir felsefe haline getirmiştir. Jean Paul Sartre, özneden yola çıkarak nesneleri sebeplilik bağlamında, insanı ise özgürlük temelinde ele almıştır. Bu düşüncesine temel oluşturacak şekilde varlık âlemini ikiye ayırmıştır. Birincisi, insanın dışındaki nesnel varlık âlemidir. Sartre nesnel varlık âlemini, ‘kendinde varlık’ kavramı ile ifade eder (Sahakıan, 1995: 317). Kendinde varlığın özü, belirlenmiş ve sabittir. Bilinçsiz olduğundan farkında olmaksızın özünün gereklerini yerine getirmeyi sürdürür. Bu yüzden kendi olarak vardır ve kendi olarak da var olmaya devam edecektir. Herhangi bir yenilenme, ilerleme ya da özünde yeni keşiflere açılma gibi oluşları tecrübe edemez.

Varlık âleminin ikinci unsuru ise insandır. Sartre, insanı, ‘kendisi için varlık’ terimiyle ifade eder. Kendisi için varlık olan insan, belirlenmiş bir öze sahip değildir. İnsan dünyaya atılmış, hayatın içinde kaybolmuş vaziyette boş ve amaçsız bir halde saçmalamaktadır (Bolay, 1996: 434). Sartre’ın insana yüklediği amaçsızlığın temelinde Tanrı tanımazlık inancı vardır. Dolayısıyla insanın, belirlenmiş bir kaderi de yoktur. Bu yüzden insan, dünyada kendini tam bir özgürlük içinde bulur. Bu özgürlük ona özünü yaratma sorumluluğunu yükler.

Ahlâki olarak da insanların zihinlerinde doğuştan sahip oldukları malumatlar yoktur. Bütün ahlâki unsurları tek tek herkes kendisi belirlemek zorundadır. Özgür olmasının gereği olarak her birey, kendi değer sistemini kendisi yaratacaktır. Herkes kendi değer sistemini kendisi belirlemek zorunda olduğundan evrensel ahlâk yasalarından da bahsetmek mümkün değildir. Evrensel değerlerin bulunmaması, kişinin kayıtsızca

55

benmerkezci bir ahlâk anlayışına yönlendirildiği anlamına gelmez. Çünkü Sartre felsefesinde özgürlük kavramı kadar önemsenen bir diğer kavram, sorumluluktur. Kişi bu dünyayı diğer insanlarla paylaşmak mecburiyetinde olduğundan kendi dışındaki varlık sahasını ihmal edecek bir değerler algısından da sakınmalıdır. Hem kendini özgürce yaratmalı hem de bilinçli bir anlayışla dünyayı yaşanılmaz bir hale sokmamalıdır (Akarsu, 1987: 234).

İyilik ve kötülüğün ontolojik mahiyeti konusunda Sartre’nin görüşü açıkça anlaşıldığı üzere öznelcidir. Bu öznelci anlayışın faili ise kendini var edecek olan insandır. Her ne kadar varlıklar arası uzlaşı uyarısı yapılsa da böyle bir fikir birliğinin mümkün olmadığı ifade edilerek, insan sayısınca değerler sisteminin var olduğu kabul edilmiştir. Ahlâki değerlerin epistemolojik mahiyeti konusunda ise insanın dışında hiçbir otoriteyi kabul etmemektedir. Ona göre bir insan için neyin iyi ve neyin kötü olduğunu sadece kendisi bilebilir (Sahakıan, 1995: 317–318).