• Sonuç bulunamadı

Ve duvara gelince; duvar o kasabada yaşayan iki yetim oğlan çocuğuna aitti ve altında [hukuken] onların olan bir hazine

İSLÂM DÜŞÜNCE KÜLTÜRÜNDE HÜSÜN VE KUBUH

KUR’AN’A GÖRE HÜSÜN VE KUBUH MESELESİ

82 Ve duvara gelince; duvar o kasabada yaşayan iki yetim oğlan çocuğuna aitti ve altında [hukuken] onların olan bir hazine

[gömülüydü]. Onların babası dürüst ve erdemli biriydi; bunun içindir ki, Rabbin onların erginlik çağına eriştiklerinde o hazineyi Rabbinden bir bağış olarak kazıp çıkarmalarını irade etti.

(Dolayısıyla,) ben [bütün] bunları kendiliğimden yapmadım: Senin sabır göstermediğin [olayların] iç yüzünün gerçek anlamı işte budur.” (Esed, 2000: 597–601).

Bu ayetler ahlâki değerleri ifade eden hüsün ve kubuh meselesiyle doğrudan ilgili olmayıp Allah’ın, insanların bilmediği şeyleri bildiğini gösteren istisnai delillerdir. Bunun için bu ayetlerin ahlâki bir konu olan hüsün ve kubuh meselesini inceleme gayesiyle herhangi bir kabulü kanıtlamak üzere delil olarak kullanılması doğru değildir.

Allah’ın, peygamberler aracılığıyla göndermiş olduğu ve insanlardan itaatlerini talep ettiği şeriatlar vardır. Bu şeriatlar, teferruat diyebileceğimiz bazı tali farklılıklar göstermekle birlikte, ilkeler bağlamında aynı temellere dayalı kurallar dizgesi olarak karşımıza çıkarlar. Öyleyse Allah’ın kullarından talebi, zamandan zamana değişen keyfi isteklerden ibaret değildir. Aksine Allah, fiilleri, faydalarından dolayı emredip, zararlarından dolayı yasakladığını şu ayetlerle haber vermiştir:

Sana, kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar. De ki: “Size iyi ve temiz şeyler helal kılındı…(Maide Sûresi: 4).

106

Allah, adaleti, iyilik yapmayı ve akrabaya bakmayı emreder; hayasızlığı, fenalığı ve azgınlığı yasaklar, tutasınız diye size öğüt verir (Nahl Sûresi: 90).

Ayrıca Allah, evrenin işleyişine yönelik olarak koyduğu kanunlarda değişiklik olmayacağını da şu ayetlerle ifade etmiştir:

Allah’ın önceden geçen (millet)ler arasında (uygulanan) yasası budur. (Peygamberlere karşı iki yüzlülük edenler öldürülürler). Allah’ın yasasını değiştirme(ğe imkân) bulamazsın (Ahzâb Sûresi 33/62).

Yeryüzünde büyüklük taslama(larını) ve kötü tuzakl(ar) kurma(larını artırdı). Kötü tuzak, ancak sahibine dolanır. Onlar öncekilerin yasasından başkasını mı bekliyorlar? Allah’ın yasasında bir değişme bulamazsın; Allah’ın yasasında bir sapma bulamazsın (Fâtır Sûresi 35/43).

Bu, Allah’ın öteden beri süregelen yasasıdır: Allah’ın yasasında bir değişme bulamazsın (Fetih Sûresi 48/23).

Allah’ın kanunu ve âdeti ilk yaratmadan beri değişikliğe uğramadan devam etmektedir. Allah’ın kanunu asla değişmez. Çünkü o, sağlam temeller üzerine kurulmuştur. Allah’ın kanunlarının gerisinde, her şeyi bilen bir akıl; her dilediğini tercih etmeye muktedir olan bir irade ve her istediğini gerçekleştirmeye gücü yeten bir kudret vardır. Bunun için Allah’ın yasası, herhangi bir ekleme, çıkarma ya da ıslah gerektirmeyen, bütün zamanlar ve bütün varlıklar için sabit olan bir yasadır (Sâbûnî, C,II, 1990: 538).

Sünnetullahın değişmezliği ilkesinin bu ayetlerle sabit olduğu göz önünde bulundurulduğunda, fayda ve zarar mefhumlarını taşıma bağlamında, istisnai haller dışında, fiillerde değer açısından herhangi bir farklılaşmadan söz edilemeyeceği ortaya çıkar. Yani insanın yeryüzüne indirildiği ilk gün için de, şu an içerisinde bulunduğumuz gün için de, haksız yere adam öldürme ve başkasının malını tahrip etme, zarar doğuran fiillerdir. Allah’ın yasak koymasındaki hikmet zarar olduğuna göre, bu fiiller dünya kuruldu kurulalı şeriatlarda yasak olan fiiller arasında bulunuyor olmalıdırlar. Allah’ın

107

Kabil’e müstehak gördüğü karşılık ile, son ümmetin kitabında adam öldürene müstehak gördüğü karşılıktaki mahiyet uyuşması (Maide Sûresi: 5/ 29; Bakara Sûresi: 2/ 178), bu durumun göstergesidir denilebilir.

Haksız yere adam öldürme ve başkasının malını haksız yere tahrip etme fiillerindeki zarar yönü böylece sabit olduktan ve bunlara meyledenin sonunun ne olacağı vahiy ile bildirildikten sonra, bu fiilleri işleyen her bir kulun, Allah’ın gazabına uğrayacağında şüphe olmasa gerektir.

Ancak Musa ile Hızır kıssasında bu fiillerin işlenmesi cezayı gerektirmemiştir. Bunun nedeni, Allah’ın buradaki özel bir muamelesi, diğer bir ifade ile yasasında yaptığı bir değişiklik olamaz. Zira yukarıda izah ettiğimiz gibi “Allah’ın yasasında asla değişme bulamazsın.” Öyleyse burada istisnai bir durum olmalıdır. Hızır dediğimiz kul, istisnasız bütün peygamber şeriatlarında kötülüğüne vurgu yapılan ve bunları işleyenlerin azabı hak edeceği fiillerden olan, katl ve başkasının malına zarar verme cürümlerini işlemiştir ancak, bu fiiller, sebepleri insanoğlunun bilgisinden tehir edilmiş olduğu haliyle işlenmiştir. Aslında kıssadaki her bir fiilin henüz Allah’ın bilgisinde olan bir sebebi vardır. Ancak bu sebepler o an için, insan iradesine kapalıdır.

Allah, Hızır dediğimiz kula özel bir bilgi vermiştir. Bu bilgi sayesindedir ki bu kul, haddi zâtında işlenmesi haram olan fiilleri işlemekte, ancak cezayı hak etmemektedir.

Kıssanın sonuç bölümünde, bu kulun Musa’ya anlattığı gerekçeler, bu özel bilginin, “işlerin sonuçlarının bilgisi” olduğunu gösterir niteliktedir. Yani bu kul, işlerin varacağı neticeleri görmekte ve bu neticelere yönelik düşünmelerle eylemlerini gerçekleştirmektedir. Zira işlerin sonuçlarını önceden göremeyen insan aklı da, sebepler açıklandığında, eylemleri makul görmekte ve işlenen fiillerin iyiliği yönünde ikna olmaktadır.

Bu açıklamalardan hareketle denilebilir ki Kehf Sûresinde anlatılan bu olay, beşerî niteliklerle donatılmış bir kul için söz konusu olmamıştır. Bu olayda anlatılan kul, Allah tarafından özel yeteneklerle donatılmış ve yaptığı her bir işi de Allah’a itaatinin bir

108

gereği olarak yerine getirmiştir. Dolayısıyla Kur’an’da anlatılan bu olay aracılığıyla beşerî düzeyde bir konuyu incelemeye kalkmak doğru olmaz. Bunun için bu ayetlerin hüsün ve kubuh meselesini değerlendirirken kullanılması da yanlış olur.

Diğer taraftan bu olay, insan aklının olayları kavrayışındaki yeterlilik düzeyini ortaya koyma adına da ele alınamaz. Zira tek bir kişinin ve hususi bir olayın genel gerçeği tespit etmede yetersiz olacağı ortadadır. İnsanlar akılca birbirlerine denk değildirler. Bunun için aklın yetersizliklerine yapılan vurguları bütün akılları içerecek şekilde anlamak doğru olmaz. Zira bütün insanların akılları eşit yetilerle donatılmış değildir. Aynı zamanda bütün insanlar akıllarını eşit derecede kullanmazlar. Aklın isabetleri ya da yanılgıları, daha çok kişisel yetenek ve faziletlere bağlıdır ki, bunlar da kişiden kişiye değişen özelliklerdir.

Kelamdaki hüsün ve kubuh konusuyla doğrudan ilgili olmamakla birlikte insan aklının kabiliyetine yaptığı vurguyla Allah’ın insanlardan daha fazla bildiğini ifade eden bir ayette şöyle buyrulur:

“Hoşunuza gitmese de size savaş yazıldı (farz kılındı). Bazen hoşlanmadığınız bir şey, hakkınızda iyi olabilir ve hoşlandığınız bir şey de hakkınızda kötü olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz” (Bakara Sûresi 2/216).

Bu ayette açık bir şekilde insan tabiatının hoş karşılamadığı bir fiilin Allah tarafından emredilmesinin mümkün olduğu dile getirilmektedir. Savaş, insan tabiatının hoş karşılamayacağı bir durum olduğundan, insanın savaş olgusu hakkındaki kanaati, kötü bir fiil olduğu yönündedir. Ancak bu ayetle Allah, tabiat olarak hoşlanmasa da, sonucunun hayırlı olacağı gerekçesiyle kullarına savaşmayı emretmektedir. Bir yanda insan aklının çıkarımları, diğer yanda ise Allah’ın dilemesi söz konusudur. İnsanın, tabiatına uygun olmaması gerekçesiyle kötü olarak niteleyeceği savaş olgusunun Allah tarafından emredilmesi, aklın insan için iyi olanın ve kötü olanın bilgisini tam olarak kavrayamadığını ortaya koyar. Zira Allah, savaşın kötü görünse de hayırlı olması nedeniyle yapılması gereken bir fiil olduğunu söyleyerek, aklın ortaya koyduğunu boşa

109

çıkarmaktadır. O halde insanın iyiyi ve kötüyü bilmesinde en yetkili ve şaşmaz merci Allah’tır. Akıl, iyinin ve kötünün tespitinde her zaman isabet edemez.

Allah’ın bilgisinin kemâli ve insan aklının yanılabilirliği birlikte düşünüldüğünde, insanın doğru bilgiye ulaşma noktasında Allah’tan yardım istemesinin gerekliliği ortaya çıkar. Buna göre aklını yanılgılardan arındırarak gerçeğe ulaşmaya çabalayan kişi, bu çabasına dönük olarak Allah’a dua etmelidir. Aslında Allah Fatiha Sûresinde bu konu ile ilgili olabilecek şekilde kullarına dua örneği de sunmuş bulunmaktadır. Nitekim Kur’an’ın beşinci cümlesinde Allah, kullarına, kendisine söylenmesi öğüdüyle şu cümleyi telkin buyurmaktadır: “Bizi doğru yola ilet.” Aslında Allah, gerçeğin bilgisine ulaşma konusunda, kendisinden yardım talep edilmesi gereğini kullarına bu ayet vasıtasıyla bildirmiştir. Bu hitaba kulak veren insan, doğru bir düşünce yöntemi, doğru bir hayat tarzı ve Allah’ın inayeti ile zihnini yanılgılardan arındırarak iyi ve kötüyü ayırt edebilecektir.

İnsanın maruz kaldığı yanılgılar konusunda dikkat edilmesi gereken bir diğer husus da bu yanılgıların bütün akılları kapsamadığı gerçeğidir. Az önce aktardığımız ayetlerle insan aklının Allah’tan daha fazla bilemeyeceği ifade edilmiş olmakla birlikte bu durum, insan aklının değersiz olduğu anlamında yorumlanmamalıdır. Burada ifade olunun eksikler ve kusurlar, bazı insanlar için geçerlidir. Selim akıl sahibi kimseler için bu yanılgıların nadiren ortaya çıkacağı bilinmelidir. Bunun için burada ifade olunanlarla anlatılmak istenen, bütün insanların değil de çoğu ya da bazı insanların, bazı şeyleri bilemeyeceğidir.

Hüsün ve kubuh meselesiyle ilgili olarak ele alınan ayetlerden birçoğu da nübüvvetle ilgilidir. Özellikle Eş’arîler tarafından fiillerdeki hüsün – kubuhun şer’î – itibarî olduğunu delillendirme gayesiyle yorumlanan nübüvvetle ilgili ayetlerden bazıları şöyledir:

“Neredeyse cehennem öfkesinden çatlayacak! Her ne zaman oraya bir topluluk atılsa, onun bekçileri onlara: size, bu azap ile korkutucu bir Peygamber gelmemiş miydi? diye sorarlar. Onlar şöyle cevap verirler: evet, doğrusu bize, bu azap ile korkutan bir

110

Peygamber gelmişti; fakat biz onu yalan saymış ve: Allah’ın bir şey gönderdiği yok; siz olsa olsa büyük bir sapıklık içindesiniz! demiştik.” (Mülk Sûresi: 67/8–9).

“Eğer biz, bundan (Kur’an’dan) önce onları bir azapla helak etseydik muhakkak ki şöyle diyeceklerdi: Ya Rabbi! Bize bir elçi gönderseydin de, aşağılığa ve rüsvaylığa düşmeden önce ayetlerine uysaydık!” (Tâhâ Sûresi: 20/134).

Bu ayetlerde, Peygamberlik müessesesinin işlevi tanımlanmaktadır. Buna göre, Peygamber gönderme uygulamasının gayesi, mazeretleri topluca ortadan kaldırmaktır. Nübüvvet, insanlar için Allah katında bir hüccettir. İnsanların akıbetlerinin ne olacağı, Peygamberlere tâbi olup olmadıklarına bağlıdır. Peygamberin hitabına muhatap olduktan sonra hiç kimse hidayetin ne olduğunu bilmediği ve imtihandan haberdar olmadığı mazeretleriyle cezadan berî olması gerektiğini iddia edemeyecektir. Dolayısıyla burada ifade olunanlarla anlatılmak istenen, nübüvvetin bütün insanlar için her türlü mazereti ortadan kaldıracak bir delil olduğudur (Mevdudi, C,VI, 1987: 379).

Bu ayetlerden yola çıkarak, Peygamberlerin insana bilmediğini öğretme gayesiyle gönderildiklerini söylemek yanlış olur. Burada nübüvvetin fonksiyonu, en azından iyi ve kötü noktasında, insanın akılla bilemeyeceği şeylerin ona Peygamber gönderme yoluyla öğretilmesi değil, insanın sonuçlar hakkında bilgilendirilmesi ve duruma göre mükâfatlandırılacağının ya da cezalandırılacağının ona haber verilmesidir. Dolayısıyla nübüvvetle ilgili ayetlerin, aklın iyi ve kötüyü tespit etmeye muktedir olup olmadığı konusuyla ilgisi yoktur. Bunun için bu ayetler, hüsün ve kubuh meselesinin epistemolojik yönünü aydınlatma gayesiyle başvurulabilecek bilgiler içermemektedirler.

İnsanların çeşitli tesirlerin etkisiyle iyi ve kötüyü tespit ederken hataya düşebileceği, bundan dolayı da ahlâki değerlerin tespitinde akla güvenilemeyeceği düşüncesiyle şu ayetler delil olarak gösterilmiştir:

“Kötü işi kendisine güzel gösterilip de onu güzel gören kimse kötülüğü hiç istemeyen kimseye benzer mi?” (Fâtır Sûresi: 35/8). Bu ayet, insanın yalnız aklı ve diğer bireysel kabiliyetleriyle doğruya ulaşmasının mümkün olmayacağına işaret etmektedir. Ancak

111

burada vurgulanan düşünce, insanın ilahi bilgiye muhatap olmaksızın hiçbir koşulda hakikate ulaşamayacağı değildir. Esas olarak bu ayetle anlatılmak istenen insanın aklına yön vermesi için Allah’tan yardım dilemesi ve O’nun emirleri doğrultusunda hareket ederek bilgiye dönük çabasını sürdürmesidir. Düşünce ve davranışlarını Allah’ın çizdiği sınırlar çerçevesinde şekillendiren ve Allah’ın yol göstererek önünü açtığı kişiler için hakikatin bilinmesi mümkün olur.

“Gel gör ki haksızlık edenler, bilgisizce kötü arzularına uydular. Allah’ın saptırdığını kim doğru yola eriştirebilir? Onlar için herhangi bir yardımcı yoktur.” (Rûm Sûresi: 30/29). Bu ayet, Allah’ın emrine karşı gelerek haksızlık edenlerin, aslında yaptıkları zulümleri bilgisizliklerinden dolayı yaptıklarına işaret eder. Nitekim;

“Eğer sana cevap veremezlerse, bil ki onlar, sırf heveslerine uymaktadırlar. Allah’tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık kim olabilir! Elbette Allah zalim kavmi doğru yola iletmez.” (Kasas Sûresi: 28/50), şeklindeki ayet de bunu desteklemektedir.

Aynı zamanda “Onların çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz. Allah onların yapmakta olduklarını pek iyi bilendir.” (Yûnus Sûresi: 10/36), ayetine göre aklın ulaşacağı doğru bilgi, Allah’ın yönlendirdiği doğrultuda bir hayat yaşayan iman sahibi kişilerin işidir. İman etmeyen kişiler ise zan bilgisine tabidirler bunun için iman ile önü açılmamış ve Allah’ın yardımı ile de istikamet bulmamış bir aklın hakikate ulaşması mümkün olmaz. Dolayısıyla hüsün ve kubuhun aklen bilinebilirliği konusunda da etkin olan akıl, kendisine doğru yolu göstermesi için dua ile Allah’a yönelen mü’min kimsenin aklıdır.

Eş’arîlere göre ise bu ayetler, ilâhi bildirim olmaksızın tek başına kalan insanın, nefsinin, kötü arzularının, heva ve hevesinin tesirleri sebebiyle, mutlak ahlâki ilkelere ulaşamayacağına işaret etmektedir. Ayrıca son ayette yapılan açıklama ile insan bilgisinin büyük bir kısmının zanna dayalı olduğu haber verilmektedir. Onlara göre zanna dayalı bilgi ile evrensel ahlâki değerler sisteminin oluşturulamayacağı açıktır. Bütün insanlığın mutluluğunun sağlanması ancak, sarsılmaz derecede doğru olan

112

bilgiler üzerine bina edilmiş bir ahlâk telâkkisinde mümkün olur. Böyle bir ahlâk telâkkisinin beşerî arzu, istek ve tutkuların etkisinde ve bilgisinin büyük bir kısmı zanna dayalı olan insan tekeline bağlı olarak oluşturulabileceğinin düşünülmesi imkânsızdır. Evrensel mutluluğu tesis edecek ahlâki kuralların tesisi için yetkili olacak makamın kuşatıcı ve sarsılmaz düzeyde doğru bilgi gücüne sahip olması gerekir. Böyle bir nitelik ise yalnızca Allah’a mahsustur. Buna göre Eş’arîlerde iyi ve kötünün bilinmesinde Allah, tek yetkili makamdır. Öyleyse insanın da ahlâki donanımını oluştururken gözetmesi gereken tek kaynak, vahiy bilgisi olmalıdır.

Burada Eş’ariler, insan aklını vahiy bilgisi sınırlarında tutmuşlar, ancak insan aklının vahiy bilgisi doğrultusunda bilgi üretmesi gerektiğini söylememişlerdir. Bu yönüyle Eş’arilerin bu yorumlarında isabet ettiklerini söylemek mümkün değildir. Zira insanın olumsuz bazı yönlerini sıralayan bu ayetler, bütün insanların sahip olduğu ortak özellikleri ifade etmemektedir. Burada tanımlanan insan, Allah’a, topluma ve kendisine karşı saygısı olmayan, bundan dolayı sürekli hataya ve yanılgıya düşen insandır. Hâlbuki Allah, Kur’an’da, insanları bütün olarak iyi ya da bütün olarak kötü şeklinde vasıflandırmamıştır. Hevasına, hevesine, kötü arzularına uyan, haktan sapan insanlar elbette vardır. Ancak bütün insanlar böyle değildir. Allah’ın, akıllarına tâbi olan insanlarla, keyiflerine tâbi olan insanları ayrı ayrı değerlendirdiği ve buna binaen az önce bahsi geçen olumsuzlukların da sadece bazı insanlar için söz konusu olduğu, şu ayetlerle daha açık şekilde ortaya çıkmaktadır:

“Andolsun biz, Âdemoğullarına çok ikram ettik: onları karada ve denizde taşıdık. Onları güzel rızklarla besledik ve onları yarattıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık” (İsrâ Sûresi: 17/70).

“De ki: Allah’tan başka, bize ne yarar ne de zarar veren şeylere mi yalvaralım? Ve Allah bizi doğru yola ilettikten sonra, ökçelerimiz üzerinde (eski durumumuza) döndürülüp, şeytanların ayartarak şaşkın bir halde çölde bıraktıkları, arkadaşlarının ise “bize gel!” diye doğru yola çağırdıkları kimse gibi (şaşkın bir duruma) mı düşelim?..” (En’am Sûresi: 6/71).

113

“Rabbinden bir delil üzerinde bulunan insan, kötü işi kendilerine süslendirilen ve keyiflerine uyan kimseler gibi olur mu? (olmaz elbet)” (Muhammed Sûresi: 47/14).

“Ama kim Rabbinin divanında dur(up hesap ver)metken korkmuş ve nefsi(ni) kötü heves(ler)den men etmişse onun barınağı da cennettir” (Naziat Sûresi: 79/40-41).

“Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu? İşte kâfirlere, yaptıkları (işler), öyle süslü gösterilmiştir” (En’am Sûresi: 6/122).

Bütün bu ayetler, Allah’ın insanlar adına bahsettiği olumsuz özelliklerin sadece bazı kimseler için geçerli olduğuna işaret etmektedir. Buna göre iyinin ve kötünün tespiti noktasında Eş’arilerin ilahi bildirim olmaksızın böyle bir bilginin insan algısına açık olmadığı yönündeki kanaatleri hatalıdır. İyinin ve kötünün bilinmesi konusunda temel ölçüt, ilahi bildirime muhatap olup olmamak değil, Allah’a iman etmek, emirlerine uygun bir düşünce ve yaşayışa sahip olmak ve dua ile O’na yönelmektir.

Heva ve hevesine uyup zanna tâbi olan insanların verdiği hükme tâbi olunamayacağı doğrudur. Ancak heva ve hevesini kontrol altında tutarak zan bilgisini gerçek bilgiden ayırt etme kabiliyetinde olan bir insanın, selim akılla vermiş olduğu hükümlere tâbi olunabileceği de ortadadır. Dolayısıyla selim akıl sahibi kimselerin akıllarıyla hüsün ve kubuhu tespit etmede herhangi bir yanılgıya düşmelerinin söz konusu olmadığı da böylece anlaşılmış olur.

Selim akıl, günahtan arınmış ve şeytanın tesirlerinden kurtulmuş akıl demektir. Bunun için selim bir aklı tesis etmek ve aklın hükümlerini kusursuz kılmak için, insanın Allah’a teslim olması ve bu şekilde akletmesi gerekir.

Buraya kadar açıklamaya çalıştığımız ayetler, hüsün ve kubuhun akılla bilinemeyeceğini iddia edenlerin ve hüsün – kubuhun bilinmesinde şeriatın zorunlu olduğu düşüncesini savunanların bu düşüncelerine delil olarak kullandığı ayetlerdir.

114

Kur’an’da hüsün ve kubuhun aklî olduğuna delil teşkil edebilecek bazı ayetler ise şöyledir:

“İnsanlar, yağmur yüklü bulutların nasıl yaratıldığına,1 göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yeryüzünün nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?” (Ğâşiye Sûresi: 88/17–20).

“Göklerin ve yerin hükümranlığına, Allah’ın yarattığı her şeye ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakmadılar mı? O halde Kur’an’dan sonra hangi söze inanacaklar?” (A’raf Sûresi: 7/185).

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde, düşünen bir toplum için birçok deliller vardır.” (Bakara Sûresi: 2/164).

“Musa devamla şunu söyledi: şayet aklınızı kullansanız anlarsınız ki, O, doğunun, batının ve ikisinin arasında bulunanların Rabbidir.” (Şuarâ Sûresi: 26/28).

“Sana karşı çıkanlar hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lakin göğüsler içindeki kalpler kör olur.” (Hac Sûresi: 22/46).

Bu ayetler, akletmenin yöntemi hakkında bilgi veren ayetlerdir. Bu ayetlerle öğütlenen düşünme yöntemi gereğince aklın Allah’ın emirleri doğrultusunda çalıştırılması esastır. Öyleyse Allah’a teslim olmuş bir akıl, hüsün ve kubuhu bilebilir. Böyle olmasaydı

1 Ayetin bu ibaresi ekseri meallerde, “devenin nasıl yaratıldığına bakmazlar mı” şeklinde tercüme edilmiştir. Ancak Muhammed Esed, bu mealin isabetli olmadığını ifade etmektedir. Ona göre anlam olarak bütünlüğü sağlamak adına bu ibaredeki ‘ibil’ kelimesi, deve anlamında değil, yağmur yüklü bulutlar anlamında tercüme edilmelidir. Muhammed Esed, Kur’an Mesajı adlı eserinde bu yorumu yaparken, İbn. Manzur’un Lisanü’l-Arab kitabında her iki anlamında bulunduğuna değinmekte ve tercihin yağmur yüklü bulutlar anlamı üzerine yapılmasını daha uygun görmektedir. Bizim de tercihimiz bu yönde olmuştur.

115

Allah, düşünmeyi ve akletmeyi emretmezdi. Bu bakımdan öznelci görüş savunucuları iddialarına delil olarak kullandıkları ayetleri pratik hayata etkileriyle tam olarak kavrayamamışlardır.

Burada sıraladığımız ayetler, insana verilen akıl nimetinin önemine vurgu yaparak aklın, insanın mükellefiyetinde sahip olduğu yeri ortaya koymaktadır. Bu ayetlerde aklın fonksiyonu, ilâhi vahye muhatap olarak, vahiy bilgisini algılamak ve buna göre tavır sergilemek şeklinde açıklanmamıştır. Burada işlendiği haliyle aklın işlevi, kâinatta gözlenilen eşyalar, olaylar ve bu ikisinin fevkalade uyumu karşısında, olması gerekenin tespitine yöneliktir. Bu ayetlerle, vahiy söz konusu edilmeksizin, insandan evrene