• Sonuç bulunamadı

Maturidiyye Mezhebinin Hüsün ve kubuh Anlayışı

İSLÂM DÜŞÜNCE KÜLTÜRÜNDE HÜSÜN VE KUBUH

C. Maturidiyye Mezhebinin Hüsün ve kubuh Anlayışı

Eş’arîler Allah merkezli bir yaklaşımla bütün ahlâki tasavvurlarını vahiy olgusu üzerine bina ederken, Mutezilîler, aklın önemine vurgu yapma gayretiyle ahlâka, hem varlıksal hem de bilgisel konumuyla vahiyden bağımsız bir hüviyet kazandırmıştır. Maturidîler ise hem vahiy bilgisinin ahlâki tasavvur içindeki yerini muhafaza etmiş, hem de aktif olarak aklın işlevselliğine işlerlik kazandırmışlardır.

Maturidîler, epistemolojik olarak hüsün – kubuhun ancak vahye dayalı olması halinde yaptırımsal olabileceğini savunmaları yönüyle Eş’arîlerle fikir birliği halinde iken, ontolojik olarak hüsün – kubuhun eşyada ve fiillerde zâti olduğunu savunmaları yönüyle Mutezilîler ile hemfikirdirler (Pezdevi, 1980: 297–301).

Maturidiyye, fiillerin ontolojik yapısı konusunda tek yönlü düşünmeyerek fiilleri ikiye ayırmaktadır. İmam Maturidî’ye göre bir kısım fiiller her koşulda zâtı gereği hüsün ya da kubuh vasfını taşırken, bir kısım fiillerin ise ahlâki değeri, içinde bulunulan koşullara göre belirlenmektedir. Birinci gruptaki fiiller her durumda aynı ahlâki değeri taşırken, ikinci gruptaki fiiller şartlara göre iyi ya da kötü olabilmektedir (Maturidî, 1981: 364– 368). Örneğin herhangi bir olay karşısında iyi olduğuna nispetle sevinç duyan kimsenin karşısında, aynı olaya yönelik olarak kötü olduğuna nispetle üzüntü duyacak kimselerin bulunabileceği gerçeği, iyi - kötüyü belirleyenin, mevcut koşulları da dikkate alan insan aklı olduğunu gösterir. Örneğin falan kişinin ölümü dostlarını mateme sokarken; düşmanlarını sevindirir.

Maturidî ekolün hüsün ve kubuh konusundaki anlayışına göre akıl, iyilik - kötülükleri kavrayabilecek yeteneğe sahiptir. Dinin yasakları ve emirleri de aklın kavradığı değerlere delalet eder (Bulut, 2000: 221). Bir fiilin emredilmesinin nedeni aklen iyi olması, yasaklanmasının nedeni de aklen kötü olmasıdır (Topaloğlu, 1988: 146).

Maturidîlere göre iyilik – kötülük vasıfları, eşyanın ve fiillerin zâtında bulunan niteliklerdir. Araf Suresi’nin 28. ayetinde “Allah fenalığı emretmez, de.” buyrulur. Bu ayet, Allah’ın emrinin öncesinde fiilin taşıdığı bir mahiyet olduğuna işaret eder. Allah,

90

mahiyetinden ötürü bir fiilin yapılmasını yasaklar ya da emreder. Hüsün ve kubuhun fiillerde zâti olduğunu kanıtlamak üzere Maturidî âlimlerin kullandığı deliller şunlardır:

1. Kur’an’da birçok ayette Allah, yaptığı her işi ve yarattığı her şeyi bir hikmetle meydana getirdiğini söyler:

“Biz göğü, yeri ve bunlar arasında bulunanları, eğlence için yaratmadık. Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, kendi katımızdan edinirdik. Yapacak olsaydık, böyle yapardık.” (Enbiya Sûresi: 21/16–17).

“Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık; bu, inkâr edenlerin zannıdır. Ateşten vay haline o nankörlerin!” (Sâd Sûresi: 38/27).

Allah hiçbir koşulda hikmetsiz olarak amel etmez. Yaptığı her bir eylem, bir hikmet içerir. Yarattığı her şeyi de bir hikmete binaen yaratmıştır. Yaratma bir oyun ve yaratan da asla bir oyuncu değildir. (Sâbûnî, 1991: 127–128; Yazır, C,V, ty. 443–444).

Eğer fiillerin özünde aslî olarak iyi ve kötü vasıfları bulunmamış olsa ve Allah fiillere rasgele değerler vermiş olsa, yapılan iş bir hikmete binaen yapılmış olmaz. Fiillerin zâtında ahlâki vasıfların bulunmaması onlara verilecek değerlerin herhangi birini seçmede sebepsiz hareket edildiği anlamına gelir. Allah ise hikmetsiz, boşuna ve rasgele yapılacak her türlü eylemden uzaktır. Öyleyse fiillerin zâtında bazı nitelikler olmalıdır ki Allah, muayyen bir hikmetle kimini emretsin, kimini de yasaklasın. Aksi takdirde örneğin dua etmek fiili ile içki içmek fiili arasında, Allah onlara değer yüklemeden önce mahiyet itibarıyla hiçbir fark yoktur. Hiçbir hikmet gözetilmeksizin bunların birini emredip diğerini yasaklamak, hikmetsizce davranmaktır ki bu, Allah’ın şanına yakışmaz (Maturidî, 1981: 213).

Maturidilerin bu delille dile getirdiği hikmet unsuru gerçekten de Allah adına gözetilmesi umulan bir mefhumdur. Ancak şunu da söylemek gerekir ki Allah’ın fiiller arası değer farklarını ortaya koyarken belli kıstaslara göre bu işi yaptığını söylemek,

91

Allah’ı sınırlar içine sokmak anlamına gelir. Hâlbuki Allah bütün sınırlılıklardan münezzehtir.

2. Din, insanlardan tabiatlarına uygun olanı yapmalarını ister. Allah, insan tabiatına uygun olmayan fiilleri, insanlara zarar vereceğinden hareketle kötü olarak nitelemiş; insan tabiatına uygun olan fiilleri de insanlara yarar sağlayacağından hareketle iyi olarak nitelemiştir. Nitekim bir ayette Allah şöyle buyurur:

“Muhakkak ki Allah, adaleti, iyilik yapmayı ve yakın akrabayı görüp gözetmeyi emrediyor; çirkin işleri, kötülüğü ve haddi aşmayı yasaklıyor.”(Nahl Suresi: 16/90).

Bu ayet ile Allah, dengeli ve sağlıklı bir toplumun tesisi için üç zorunlu unsuru emrettiğini ve aynı zamanda birey ve toplumun bozulmasına neden olan üç önemli unsuru yasakladığını bildirmektedir (Mevdudi, C,III, 1986: 48–49). Allah’ın toplum ve bireyin mutluluğu için bildirdiği bu emir ve yasaklar, keyfi taleplerden ibaret değildir. Adaletin, iyilik yapmanın ve akrabayı görüp gözetmenin emredilmesi, sevgi, saygı ve dayanışma içerisinde mutlu ve huzurlu yaşayan bir toplumun meydana getirilebilmesi amacına yöneliktir. Çirkin işlerin, kötülüğün ve haddi aşmanın yasaklanması ise esenlik ve güvenlik içerisinde yaşamanın mümkün olduğu bir ortamın sağlanması amacına yöneliktir. Dolayısıyla Allah emrettiklerini ve yasakladıklarını belli bir hikmet taşıdığı için emretmekte ve yasaklamakta, insanlardan gereksiz, faydasız ve hikmetsiz taleplerde bulunmamaktadır.

Maturidîlere göre, eğer iyilik – kötülük fiillerin zâtında değilse, bir kısım fiilleri yasaklayıp bir kısım fiilleri de emretmek, sebepsiz yere insanlara dayatmada bulunmak ve yaratılıştan taşıdıkları bir takım isteklerine yine sebepsiz yere mani olmak anlamına gelir. Bu şekilde sebepsiz bir kurgu ile insanları sorumlu tutarak yapıp ettiklerinden dolayı cezaya çarptırmak ya da mükâfatlandırmak ise bir nevi zulümdür ve abesle iştigaldir. Allah ise abesle meşgul olmaz ve zulmetmez. Öyleyse Allah’ın kullarını cezalandırmak ve mükâfatlandırmak üzere tayin ettiği emirlerinde ve yasaklarında emredilmeyi gerektirecek bir hassa ve yine yasaklamayı gerektirecek bir illet

92

bulunmalıdır. Bu ise fiillerdeki zâti hüsün – kubuha delalet eder (Maturidi, 1986: 124- 125).

3. Adaletin iyi, zulmün kötü; hoşgörünün iyi, işkencenin kötü olduğu yönünde bütün insanlık arasında malum bir ittifak vardır. Hangi dine, hangi devlete, hangi ırka bağlı olduğu fark etmeksizin ve ilâhi hitâbı dikkate alıp almaması söz konusu olmaksızın, bütün dünya halkları için aynı değere sahip ahlâki yargılar mevcuttur. Çevresel, insanî ve toplumsal bütün faktörlere rağmen bu gibi fiillerin iyiliğinde ve kötülüğünde bulunan evrensel fikir birliği, onların aklen bilinebilirliğini, zarûretini ve taşıdığı ahlâki vasfın zâtiyetini ortaya koyar (Seyyid Bey, h. 1338: 222–223).

Bu deliller eşliğinde Maturidîlerin ahlâk anlayışında nesnel değerlerin varlığı ortaya konulmaktadır. Maturidîler bu delilleri öne sürerek Şâri’nin emir ve yasaklarını fiillerin zatında bulunan illetlerle ilişkilendirmişlerdir. Bu illetler gereği Allah, fiilleri iyi – kötü olarak isimlendirmiş, iyi olanlara teşvik edip, kötü olanlardan sakındırmıştır. Buna göre Allah fiillerdeki hüsün - kubuhu tayin etmemiş, tespit etmiştir.

Maturidîler hüsün – kubuhun fiillerdeki varlıksal konumu noktasında nesnelci tavrı benimsemekle birlikte, bu vasıfların bilinebilirliği meselesinde aklı mutlak hâkim kılmazlar. Onlara göre, fiillerin ahlâki değerlerinin bilinmesinde hem aklın hem de vahyin etkinliği söz konusudur. Fiillerin gerçekleşme koşulları ve eylem sahiplerinin özel şartları, fiilin ahlâki değerinin bilinmesindeki kaynağı belirleyen başlıca unsurlardır.

İmam Maturidî’ye göre bütün mevcudâtın yaratıcısı olarak Allah, bütün fiillerin zemmini ve medhini bilir. Zemmedilmiş fiilleri insanların akıllarında çirkin kılarken, övülmüş fiilleri de güzel kılar. Bununla birlikte insanın duygusal olarak hoşlandığı ancak sonuçlarını düşünerek aklıyla kötülüğüne hükmettiği fiiller vardır. Aynı şekilde insanın duygusal olarak nefret ettiği; ancak sonuçlarını düşünerek aklıyla iyiliğine hükmettiği fiiller vardır. Bunun için Maturidî ahlâk telâkkisinde, mevcut şartları değerlendirerek en yüksek maslahatı gözetme kabiliyetine sahip olan aklın önemi büyüktür. Ahlâki yargılar genel itibarda objektif bir zemine sahiptir. Ancak ahlâki

93

algıların kişiden kişiye farklılık göstermesi genelgeçer bir ahlâk telâkkisi düşüncesini baltalamaktadır. İmam Maturidî’ye göre, akıl gücünden gerektiği gibi faydalanan insanlar, daha tutarlı ve evrensel ahlâki yargılara ulaşabilirler. Bununla birlikte insan aklı her şeyi kuşatan bir bilgi sahası olmadığından, içinden çıkılamayan meselelerde vahiy desteği kaçınılmazdır (Maturidî, 1981: 363–368).

Bu düşünceleri sebebiyle Maturidî âlimler ile Hıristiyan düşünür Ogastin’un görüşleri arasında paralellik görmek mümkündür. Zira Ogastin de aklın önemine vurgu yaparak insanın aklıyla ahlâki davranışı tespit etmeye muktedir olduğunu dile getirir. Ancak aklın tek başına kuşatıcı bilgi sahasına sahip olmadığını ve insanın akıl ve vahyin her ikisinden de faydalanarak ideal insan olabileceğini söyler. Her iki düşüncenin de din temeline dayalı ahlâk telâkkileri olmaları, benzer kanaatlerin oluşmasında etkili olmuştur denilebilir.

Adaletin iyi ve zulmün kötü olduğu gibi zamana, mekâna ve aklıselim insanlara göre ahlâki vasfı değişmeyen fiillerin bulunması, Maturidîler için bu tür fiillerde hüsün – kubuhun zâti olduğuna delil teşkil eder. İnsan aklı bu tür fiillerdeki zâti vasıfları kavramaya muktedirdir. Ancak aklın kabiliyeti, zorunlu olmayan bilgiler üzerinde istidlâlidir. İstidlâli bilgi ise kesinlik taşımaz. Her ne kadar insan aklıyla en yüksek maslahatı doğuracak fiili bulabilirse de bu bilgi, sonuçların bilgisidir. Yani insanın istidlal yeteneği olsa da bu, kişiyi her zaman tahmin edilen sonuca ulaştırmaz. Onun için insanlar arası ahlâki ilişkileri düzenleyecek yaptırımsal ahlâki kurallara ihtiyaç vardır. Bu çeşit ahlâki yasaların kaynağı ise vahiydir (Maturidî, 1981: 85).

Maturidî âlimler ile Mutezili âlimler arasında hüsün ve kubuh konusunda pek bir ayrılık görülmüyorsa da, bu durum yöntemlerindeki ve gidişattaki benzerlikten dolayıdır. Hem Mutezili hem Maturidî âlimler aklın iyinin – kötünün ne olduğunu kavrayabilecek kapasitede olduğunu söylemekle birlikte Mutezililer, bu bilginin sorumluluk için yeterli olduğunu da söylerler. Ancak Maturidî âlimlerine göre akıl, iyilik – kötülüğü idrak edebilirse de, iyinin emredildiğini ve kötünün yasaklandığını, din bunu bildirmeksizin bilemez. Zira akıl bir teşri kaynağı değildir. Akıl sadece bilgi vasıtasıdır. Dolayısıyla kişi üzerine mükellefiyetin doğması için, dîni davete muhatap olmak şarttır ve kendisine

94

vahiy ulaşmayan kimse, şeriatı uygulamakla yükümlü değildir. Yani dinde vahyi duymayan kişinin günah hükmünde olan şeyleri işlemesi; emir hükmünde olan şeyleri de yerine getirmemesi, onun bir azaba müstehak olmasını gerektirmez (Nesefi, 1990: 457–458).

“Kim doğru yolu bulursa, o doğru yolu ancak kendi faydasına bulmuş olur, kim saparsa bu kendi aleyhinedir. Hiçbir günahkâr başkasının günah yükünü kendi taşımaz. Biz, Peygamber göndermedikçe kimseye azap edecek değiliz.” (İsra Sûresi: 17/15) ayeti, bu düşünceyi destekler.

Bu ayet gereğince bir kimsenin doğru yoldan sapması, ne Allah’a ne Peygamber’e ve ne de doğru yola davet eden hidayet rehberlerine bir zarar verir. Doğru yoldan sapan kişinin zarar vereceği kimse, kendisidir. Bunun için akıllı bir insan, hidayeti ve sapıklığı ayırdıktan sonra, sapıklığın sonucu olarak kendisine gelecek zararı görmek suretiyle doğruya yönelmelidir (Mevdudi, C,III, 1986: 88–89). Görünen fayda ve zararın ötesindeki ceza ve mükâfat ise Peygamber’in getirdiği mesaja göre belli olmaktadır. Yani insanın akıl yeteneğinin üstüne vahiy ile yapılan destek, insanın iyi ve kötüyü kavrayamayacağından değildir. Vahiy ile insana bildiğini hatırlatma ve insanı uyarma, Yüce Allah’ın insanlara lütfu ve inkârcıların aleyhine kuvvetli bir delildir.

İyi ve kötünün bilinmesinde aklın da vahyin de yeri olduğunu benimsemeleri dolayısıyla Maturidî ahlâk telâkkisi, Yahudi düşünür Maimonides ile benzerlik gösterir. Maimonides de erdemli davranışın temelinde akıl ve dinin her ikisinin de payı olduğunu söylemektedir. Ona göre dini olanla felsefi olan birleştirilerek hikmet ve mantık bilgileri eşliğinde insan iyi olanı tespit etmeli ve onu, hayatında uygulamalıdır. Maturidîler de akıl ve vahyin her ikisinden faydalanmak suretiyle bilgi sistemini organize eden düşüncelerin, ahlâki değerlerin tespitinde en doğru sonuçlara ulaşabileceklerini ifade etmektedir.

BÖLÜM 3