• Sonuç bulunamadı

İSLÂM ÖNCESİ ARAP TOPLUMUNDA İYİLİK – KÖTÜLÜK ANLAYIŞ

İSLÂM ÖNCESİ KÜLTÜRLERDE İYİLİK – KÖTÜLÜK

A. YUNAN DÜŞÜNCESİNDE İYİLİK – KÖTÜLÜK ANLAYIŞ

5. İSLÂM ÖNCESİ ARAP TOPLUMUNDA İYİLİK – KÖTÜLÜK ANLAYIŞ

Arabistan Yarımadası, yüzölçümünün büyüklüğüne rağmen yerleşime müsait alanların oldukça az olduğu bir bölgedir. Bunun sebebi bölgenin genelinde yağışın az olması, yağışın azlığı sebebiyle bitki örtüsünün bulunmaması, karasal iklim koşulları ve bölgenin çok geniş bir bölümünü kaplayan kum denizlerinin, yerleşim için hiç de elverişli olmayan yaşam şartlarıdır (Günaltay, 1997: 9).

Arabistan Yarımadası’nın büyük bir bölümünde hâkim olan olumsuz coğrafi şartlar, bu bölgenin sosyal ve siyasi yapısında durağanlığa neden olmuştur. Birkaç kısa süreli istilanın dışında, çöllerle çevrili bu topraklara yönelik saldırı olmamıştır. Dış bölgelerden Arabistan’a ulaşmanın zorluğu yanında çölleri aşmanın oldukça güç olması nedeniyle, yerli halkın Arabistan’dan dış bölgelere çıkışı da gayet güçtür (Hizmetli, 2001: 97).

56

Bu sebeplerden dolayı bahsi geçen dönemde Arabistan halkı, kültürü, karakteri, hayat görüşü ve dinî algılayışıyla özgün bir hüviyete sahiptir. Arazi ve iklim koşullarının neden olduğu kapalı toplum yapısının değişmez kıldığı karakteristik özelliklerin başlıcaları şunlardır: kabileler halinde yaşama, cömertlik, korkusuzluk, hamaset, saldırganlık, kervancılık, ilkel zanaat (Günaltay, 1997: 30). Özellikle bedevilerde görülen konuğa ikramda bulunma, düşküne sahip çıkma, sözüne sadık olma ve sığınıcıyı, kim olursa olsun, himaye etme nitelikleri de mert kişilere yaraşır özellikler olarak algılanmaktadır (Günaltay, 1997: 63).

Bu özelliklerin ferdî ve toplumsal hayat üzerinde en fazla tesirli olanı, kabile halinde yaşamak olmuştur. Kabilecilik, aynı zamanda İslam öncesi sosyal hayatın temelini oluşturan siyasi sistemdir. Çöl hayatının bir sonucu olarak gelişen kabilecilikte, her kabilenin kendine özgü inanç ve gelenekleri ile üyelerin uyması gereken mutlak kurallar vardır. Kabileciliğin temelini oluşturan bu unsurlara riayet etmenin gerekliliği noktasında oldukça katı bir anlayış hâkimdir. Herhangi bir kabile kararını tanımama ya da ihlal etme ise, kabileden başka dayanılacak hiçbir kurumun bulunmadığı ağır çöl koşullarında tam bir felakettir (H. Barlak, 2006: 9). Bu sebeplerden dolayı kabile üyeleri arasında çok yönlü ve çok sıkı bir bağ vardır ve bu bağ, asabiyet kelimesi ile ifade edilir.

“Asabiyet, hakikatte nesepleri bir olsun veya olmasın, nesep cetvellerindeki kabile ilişkilendirmeleri ister doğru ister yanlış veya eksik olsun, kabile üyelerinin kendilerinin bir asılda birleştiklerine inanmaları sonucunda, onların her şartta birbirlerine destek olmalarını sağlayan manevi güç ve dayanışma duygusudur” (Apak, 2004. 21).

Kabile asabiyeti bir bütün olarak Arap toplumu adına rahatsız edici, fıtrata ters ve sosyal yapıdan atılması gereken bir unsur değildir. Aksine harici sebeplerle zaman zaman etkisi artan ya da azalan doğal ve karakteristik, kişisel ve toplumsal bir gerçekliktir (İbn Haldun, 1989: 320–329).

Asabiyet, Arap insanının en güçlü duygusudur ve hayatının her aşamasında ciddi bir etkiye sahiptir. Kabile üyelerinin birlikte hareket etmesini sağlayan en önemli güdü, kabile asabiyetidir. Bu duygu Arap insanının karakterine öylesine yerleşmiştir ki, Hz.

57

Peygamber ile başlayan kültürel dönüşüm sürecinde etkisini büyük ölçüde kaybetmesine rağmen, özellikle Hz. Osman’ın öldürülmesiyle sonuçlanan iç karışıklık döneminde kabile asabiyetinin gücünü yeniden elde ettiğini görmek mümkündür. (Y. Barlak, 2006: 141).

Kabile asabiyeti, aynı zamanda Cahiliye dönemi ahlâk telâkkisini yansıtan temel bir kavramdır ve Arapların ahlâki anlayışlarına hâkim olan en önemli güçtür. Cahiliye toplumunda herhangi bir davranışın ahlâki olup olmadığını belirleyen en etkin ölçüt, asabiyettir. Özel anlamda kabilenin kurallarına, genel anlamda ise kabilecilik anlayışına uygun olan davranışlar iyi kabul edilirken; bunun aksi yönünde geliştirilen herhangi bir tutum, kötü olarak değer bulmuştur. Neredeyse bütün dünya milletlerince ortak ahlâki değerler olarak sayılabilecek adalet, doğruluk, hakkaniyet gibi mefhumlar bile, asabiyete bağlılık uğruna, aleyhteki durumlarda, feda edilebilmiştir.

Cahiliye dönemi şairlerinden Cündeb b. Et-Temîm’in dizeleri, asabiyet duygusunun davranışlar üzerindeki ahlâki değeri belirleyici etkisini ortaya koyar niteliktedir:

“İster zalim olsun ister mazlum olsun, kendi kabilenden olana yardım et” (Meydani, 1972: 384).

Burada sırf kabile asabiyeti duygusunun bir göstergesi olarak, kişilerden zulme yardımcı olmaları talep edilmekte, kabileye destek verme gayesi taşıdığı sürece haksız yere başkasına zarar vermenin övünülecek bir tutum olduğu vurgulanmaktadır. Asabiyetin insani değerlerin üzerinde bir ahlâki belirleyiciliğe sahip olduğunun göstergesi olan bir başka şiir de Ebu’l-Hilâl el-Askerî’ye aittir:

“Senin hakiki kardeşin seninle birlikte hareket eder; sen zalim olursan o da seninle birlikte zalim olur” (Askerî, 1988: 58–59).

Cahiliye dönemi erdemlerinin bir diğeri mürüvvettir. Mürüvvet, cesaret ve mertliğin en üstün derecesi anlamına gelmektedir. Kabile hayatında son derece önemli olan şeref, cesaret, kahramanlık, cömertlik ve yiğitlik gibi kavramların geneli, mürüvvet

58

kelimesinde bir arada ifade edilmektedir. Ancak mürüvvetin anlam dairesinde yer bulan bu nitelikler de asabiyet duygusu etkisiyle evrensel ahlâki değerlerden uzak bir anlamda kullanılmaktadır. Cahiliye dönemi ahlâk anlayışını yansıtan önemli şairlerden olan Züheyr muallakasında mürüvvet nitelikleriyle ilgili olarak şu ifadelere yer verir:

“O bir aslandır, silah bürünmüş, keçeleşmiş yeleleri.. Pençeleri kesilmemiş.

Yiğittir: Kendisine zulmedilince o da zalimce karşılık verir

Çabucak.. Zulme uğramadığı zaman ise kendisi zulmetmeye başlar.”

“Kabilesini silahıyla savunmayan kişi, aşağılık duruma düşer

Ve insanlara zulmetmeyen kimse zulme maruz kalır.” (Zevzenî, t.y.: 115).

Mürüvvet kavramı genel anlamıyla “açıktan yapıldığında utanç duyulan bir işi gizli olarak da yapmamak” (İbn Manzûr, 1995) şeklinde tanımlanmışsa da bu şiirden de anlaşıldığı üzere cahiliye dönemi anlayışında bu anlam, vahşetin simgesi olmuş, ruhsal rahatsızlık boyutunda bir şeref hastalığına dönüşmüştür (Izutsu, 1991: 101). Kabile örfüne aşırı bağlılıkla birleşen vahşet arzusuna dönüşmüş mürüvvet, cahiliye dönemi ahlâk telâkkisinin özeti mahiyetindedir.

Cahiliye toplumu ahlâk telâkkisinin oluşumunda mürüvvetin anlamsal dönüşümü ve asabiyet faktörünün ahlâki değerlerin mahiyetini belirleyici etkisi daha çok, dinî alt yapının oldukça zayıf olması ve ahiret inancının bulunmamasındandır.

Cahiliye toplumunda her ne kadar İbrahimî gelenekten kalma bir Allah inancı varsa da katı şekilde bağlandıkları putperestlik, onların üzerinde Allah inancının etkilerini oldukça zayıf bırakıyor, dinin manevi ve ahlâki tesirini yok ediyordu (Çağrıcı, 2006: 23). Cahiliye devrinde hedonist/hazcı bir anlayış hâkimdi. İnsanlar yalnızca yaşadıkları andan haz duyma düşüncesiyle hareket ediyorlardı. Aynı zamanda cahiliye insanı ölümün mutlak bir son olduğu düşüncesine sahipti. Bu durum Kur’an’da şöyle ifade edilir:

59

“Dediler ki: Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman helak eder. Bu hususta onların hiçbir bilgisi de yoktur. Onlar sadece zanna göre hüküm veriyorlar.” (Câsiye Sûresi: 45/24).

“Dediler ki: Dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur. Biz diriltilecek değiliz.” (En’am Sûresi: 6/29).

“Kendi yaratılışını unutarak bize bir mesel verdi: Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?, dedi.” (Yâsin Sûresi: 36/78).

Cahiliye insanları, ölüm sonrası yaratılışı inkâr etmekte ve Allah’ın huzuruna çıkarılacaklarını yalanlamaktadırlar. Onlar için kişinin yaşadığı süre, sadece dünyada iken sahip olduğu ömrü kadardır. Dolayısıyla onlara göre, dünya hayatı, bütün arzu, istek ve temennilerin gerçekleştirilmesi adına tek fırsattır. Bunun için cahiliye halkı, herhangi bir ceza ya da mükâfata dönük olarak davranışlarına yön vermediği gibi, yaşadığı anda kendisini mutlu edeceğini düşündüğü her türlü davranışı gerçekleştirmekten de geri durmamıştır. (Taberî, C,II, 1995: 551–552).

Cahili topluluk, bu kabulünden dolayı, öte dünya endişesiyle vicdani olan iyiye yönelmeyi değil, karakterlerindeki derin asabiyet duygusuyla kabile örflerine sarılmayı tercih etmiştir. (Lewis, 2000: 43). Kabileler arası örf noktasında da bir birliktelik olmadığından Arapların kendi aralarında dahi ahlâkî uzlaşımı olmamıştır (Çağrıcı, 2006: 23).

Asabiyet ve mürüvvetten başka hayır, şöhret, cesaret, hak, cömertlik gibi cahiliye dönemi ahlâk anlayışını yansıtan kavramlar da mevcuttur. Fakat bütün bu kavramlar, evrensel bir ahlâk anlayışı ifade edebilecek nitelikte olmayıp yoğun şekilde kabileci ve dünyevî hayatın izlerini taşırlar (Çağrıcı, 2006: 21).

Cahiliye dönemi ahlâk telâkkisi içerisinde iyilik – kötülük meselesi üzerine herhangi bir felsefî yoruma ulaşmak mümkün değildir. Yukarıdaki izahlardan anlaşılacağı üzere cahiliye insanı kültürel ve ilâhi boyutla neredeyse tamamen ilgisizdir. Bu yüzden

60

böylesine ayrıntı bir konunun da fikirsel anlamda onların gündeminde yer bulmaması gayet doğaldır. O dönemin ahlâk anlayışından bugüne aktarılan malumatlardan iyi ve kötünün ontolojik mahiyeti üzerine ne tür bir kabul içerisinde olduklarını anlamak bundan dolayı pek mümkün değildir. Ancak epistemolojik yönüyle iyi – kötü meselesini ele alacak olduğumuzda en belirgin cevap muhtemeldir ki yine asabiyet olmaktadır. Hayatın her sahasında olduğu gibi iyi ve kötünün ne olduğunun bilinmesi noktasında da yegâne merci kabiledir. Kabile örfüne uygun ve kabileye menfaat sağlayan her bir eylem iyi ve bunun aksi olan her bir davranış da kötüdür. Dolayısıyla kişi iyi ve kötüyü dinden, vicdandan, doğadan ya da başka herhangi bir unsurdan değil, bizzat mensubu bulunduğu kabileden öğrenir.

İKİNCİ BÖLÜM