• Sonuç bulunamadı

İSLÂM KELAMINDA HÜSÜN VE KUBUH PROBLEMİNİN ELE ALINIŞ

İSLÂM DÜŞÜNCE KÜLTÜRÜNDE HÜSÜN VE KUBUH

2. İSLÂM KELAMINDA HÜSÜN VE KUBUH PROBLEMİNİN ELE ALINIŞ

Hüsün ve kubuh meselesi, bu kavramların insan nezdinde sahip olduğu içerik ve bunun kaynağı ile Allah katındaki konumunun mahiyeti ve bunların birbirleri üzerinde oluşturduğu sonuçlar üzerine bir inceleme alanıdır. Hüsün ve kubuh meselesi, insana bakan yönüyle bir bilgi problemi iken, Allah’a bakan yönüyle bir varlık problemidir.

Hüsün ve kubuh meselesinin bilgisel yönde ele aldığı temel mesele, iyi ve kötünün bir değer olarak fiillere yüklenmesinde esas alınacak bilgi kaynağının akıl mı yoksa vahiy mi olduğu ya da birliktelikleri durumunda önceliğin hangisine ait olduğu meselesidir. Bu bağlamda İslâm’da, şer’î hükümleri bilme açısından akıl ve vahyin konumu, iyilik ve kötülüğün sorumlulukla ilişkisi, kendisine vahiy ulaşmayan kimsenin uhrevi durumu ve Allah’a ibadetin iyi olduğu düşüncesinin akıl ve din ile irtibatının boyutu, hüsün ve kubuh meselesi kapsamında epistemolojik açıdan ele alınır.

Hüsün ve kubuh meselesinin varlıksal yönde ele aldığı temel mesele ise, iyi ve kötünün herhangi bir iradeye dayanmaksızın kendi özünde bir gerçeklikten mi ibaret olduğu; yoksa Tanrı’ya dayalı bir bağımlılıktan mı kaynaklandığı meselesidir. Bu bağlamda, ahlâki değerlerin varlığın zatına ilişkin nitelikler olup olmadığı, iyilik ve kötülüğün ilâhi sıfatlarla ve Allah’ın fiilleriyle ilişkisi, kötülüğün varlıksal mahiyeti gibi meseleler hüsün ve kubuh tartışmalarının ontolojik boyutuna yönelik meselelerdir (Zenekî, 2001: 116–117).

Hüsün ve kubuh meselesi kapsamında işlenen bu sorunlar tarihi seyir içerisinde daima mevcut olmuştur. Ancak bu sorunların İslâm toplumunda sistemli bir problem haline dönüşmesi Cemel ve Sıffin olaylarının sonucu olarak meydana çıkan siyasal krizle birlikte başlamıştır denilebilir.

Din olgusunun siyasal hayat üzerinde baskın şekilde hüküm sürdüğü İslam coğrafyasında, özellikle bu vak’aların ardından, dinî izahların siyaseti ve siyasetin de dinî algılayışı şekillendirdiği bir ortam oluşmuştur. Dolayısıyla siyasi anlamda yaşanan bir kriz, din üzerinden yapılan açıklamalarla yorumlanmak suretiyle, Müslüman

65

tebaanın gündeminde yer bulmuştur. Her ne kadar hüsün ve kubuh meselesinin tartışma gündeminde yer bulması noktasında meseleyi bir tek nedene bağlamak doğru olmasa da, en azından bu kargaşa ortamının birçok problem için söz konusu olduğu gibi, hüsün ve kubuh meselesinin de tartışılmaya başlanmasına uygun bir ortam hazırladığı düşünülebilir.

Cemel vakasının ve Sıffin savaşının yaşanmasıyla birlikte Müslümanlar arasında ortaya çıkan siyasi kriz, büyük günah meselesini gündeme getirmiştir. Büyük günah meselesi etrafındaki tartışmalar hüsün ve kubuh meselesinin çekirdeğini oluşturmuş, devam eden süreçte Emevilerin, eylemlerini, Allah’ın kulları hakkında tayin ettiği kaderlerin bir sonucu olarak onların eylemlerini, zorunlu şekilde yaptıkları ve bundan dolayı da suçlanamayacakları şeklinde Emevilerin geliştirdikleri anlayış, zulüm için üretilen din kaynaklı bir bahane olmuştur. Bu anlayış, görüş sahipleri ile görüşün İslam inanç anlayışına aykırı olduğunu savunanlar arasında önemli tartışmaların yaşanmasına neden olmuştur (Akbulut, t.y.). Hüsün ve kubuh meselesinin de bu tartışmalar bağlamında halkın gündemine kadar sirayet eden bir konu olduğu fikri yürütülebilir.

Her ne kadar hüsün ve kubuh meselesi için çıkış noktası olarak siyasi karışıklıklar öne sürülmüş olsa da, hüsün ve kubuh meselesinin, İslam itikat sistemi yelpazesinin uç kısımlarındaki ayrıntıları tutarlı bir şekilde bir arada tutan tutamak görevi gördüğü göz önünde bulundurulduğunda, hüsün ve kubuh meselesi etrafındaki tartışmaların ortaya çıkışının tek bir sebebe indirgenmesinin doğru olmadığı da açıktır.

İslam düşünce tarihinde yabancı din ve kültürlerle gerçekleşen çok yönlü temaslar, felsefenin İslam düşüncesinde yer bulmaya başlaması, gelenekçilerle modernistler arasındaki çekişmeler ve bunlar gibi diğer siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik faktörler, hüsün ve kubuh meselesinin derinleşmesine ve felsefi bir boyut kazanmasına neden olmuştur. Tarihi süreçte kazandığı açılımların sonucunda günümüze taşındığı haliyle hüsün ve kubuh meselesi, bilgi ve varlık alanları açısından eylemlerin ahlâki mahiyetlerini işleyen bir tartışma konusudur.

66

Hüsün ve kubuh meselesi üzerine neredeyse bütün Kelâmî fırkalar fikir beyan etmişlerdir, ancak bu konudaki görüşleri meşhur olan ve zıt anlayışları dolayısıyla birbirlerine reddiyeler irad eden iki fırka vardır. Bunlar, Mutezile ve Eş’ariyye’dir. Mutezile ve Eş’ariyye’nin dışında her iki mezhepten de belli görüşleri alarak eklektik/seçmeci bir yaklaşımla yeni bir düşünce geliştiren Maturidî anlayış da hüsün ve kubuh meselesi üzerinde önemle durmuştur. Diğer Kelâmi fırkalar da hüsün ve kubuh meselesi üzerine düşüncelerini beyan etmiş olmakla birlikte bu görüşler, bu üç mezhep düşünürlerinin beyanlarını kabul ya da red seviyesinde kalmışlardır. Dolayısıyla mezhepler bağlamında hüsün ve kubuh meselesi ele alınacak olduğunda bu üç mezhepten hareketle meselenin tarihi serüveninin ortaya konulması mümkündür.

Varlığının mahiyeti açısından hüsün ve kubuh kavramları incelenirken göz önünde tutulması gereken temel ölçüt, bu kavramların fiillerdeki mevcudiyetinin cevherî mi yoksa arızî mi olduğudur. Eğer iyilik ve kötülük cevherî ise fiiller, bu vasıfları Allah tarafından dileme yoluyla elde etmiş değillerdir. Fiillerin taşıdıkları hüsün ve kubuh vasıfları, o fiiller varlık sahasına çıktıkları an itibariyle, özünlü (yaratılıştan - zâtî) olarak fiillerle birlikte mevcutturlar. Kısaca nesnelcilik olarak tanımlayabileceğimiz bu anlayışa göre, iyi olan şey Allah tarafından emredilmiş ve kötü olan şey de Allah tarafından yasaklanmıştır.

Bunun aksine eğer fiillerdeki hüsün ve kubuh arızî ise, fiillerin iyilik ve kötülüğü yaratılıştan değildir, sonradan belirlenmiştir. Yani Allah bütün fiilleri yaratmış, daha sonra onların içeriklerini gözetmeksizin kimine hüsün, kimine de kubuh demiştir. Buna göre hüsün ve kubuh fiillere ait zâti nitelikler taşımazlar. Hüsün ve kubuhun fiillere sonradan yüklenmiş olması fiillerdeki hüsün ve kubuhun nazari olduğunu gösterir. Fiillerin hüsün ve kubuh özelliğinin belirlenmesinde etkin olan fail, Allah’tır. Kısaca öznelcilik olarak tanımlayabileceğimiz bu anlayışa göre Allah’ın emrettiği şey iyi ve Allah’ın yasakladığı şey kötüdür (Fığlalı, 1990: 83).

Allah, tabii, hukuki, sosyal ve ahlâki kanunlar eşliğinde yarattığı âlemin düzenle devamını, bu kanunlara uygun bir hayat sürdürme koşuluna bağlamıştır. Kuran’ın öğütlediği şekliyle, bütün beşerî sorunların temelinde olduğu gibi, ahlâki problemlerin

67

temelinde de Allah merkezli bir çözüm arayışı, takip edilecek en doğru yöntemdir. Bu düşünceye göre, insanın hayatını ne şekilde sürdüreceğini ve karşılaştığı problemleri hangi yöntem eşliğinde çözüme kavuşturacağını belirleyen, İslâm Dini’dir. Bu, aynı zamanda dinî ve dünyevî bir zorunluluktur. Hayata dair benimsenecek bütün tavırlar için itibar edilmesi gerekli esas merci, Allah’tır. Zira problemin adı her ne olursa olsun, Allah’ın otoritesi hatırlanmaksızın üzerine beşerî unsurlarla gidilecek herhangi bir sorunda, çözüme dönük olarak atılacak her bir adım, daha baştan sakat ve yanlış bir adım olur. Hakikatlerin özü, Allah’ın ilminde saklı olduğuna göre, ahlâki unsurların da esası, Allah’ın ilminden insanlığa sunduklarında aranmalıdır (Doğan, 2009: 9–10).

İslam düşüncesinin oluşumu aşamasında dini ve dinin kaynaklarını samimiyetle yorumlayan fırkaların tamamı için Kur’an’ın otoritesi ve Allah’ın ilminin sınırsızlığı sarsılmaz bir gerçektir. Ancak fiillerin sahip oldukları vasıfların ontolojik mahiyetinin Allah’ın sıfatlarıyla ilişkisi, fırkaların geliştirdikleri İslam paradigmaları içerisinde bütüne uyarlı bir ahlâk anlayışı geliştirmeleri zorunluluğunu doğurmuştur. Bu çaba çerçevesinde hüsün ve kubuhun nazarî mi yoksa hakiki mi olduğu sorunu Kur’an referanslı olarak çeşitli düşünce ekollerince ele alınmıştır. Hüsün ve kubuhun varlıksal mahiyeti noktasında ifade edilen görüşleri yukarıda da ifade edildiği üzere üç başlıkta toplamak mümkündür. Birincisi, hüsün ve kubuhun fiillerde zâti olarak bulunduğunu savunan nesnelci görüştür ki; bu görüş Mutezile mezhebi ile anılır. İkincisi hüsün ve kubuhun fiillere Allah tarafından yüklenen vasıflar olduğunu savunan öznelci görüştür ki; bu görüş Eş’ariyye mezhebi ile anılır. Üçüncüsü ise hüsün ve kubuhu tek bir gerçeklikle açıklamaktan ziyade, hüsün – kubuhun varlıksal mahiyetini çok yönlü olarak inceleyen seçmeci görüştür ki; bu görüş de Maturidiyye mezhebi ile anılır.

Fiillerde bulunan ahlâki değerlerin varlıksal mahiyeti konusu İslam âlimleri arasında ihtilaflı bir konu olduğu gibi fiillerin hüsün veya kubuh özelliklerinden hangisine sahip olduğunun nasıl bilineceği de tartışma konusudur. Fiillerdeki hüsün – kubuhun Allah’ın iradesine göre belirlenip belirlenmediği konusunda ihtilaf olmakla birlikte Şâri’nin fiillerdeki ahlâki nitelikleri aracısız olarak bildiği konusunda ihtilaf yoktur. Buradaki ihtilaf, insanların akıl yetileri ve diğer beşerî hassalarıyla fiillerdeki hüsün – kubuhu tesbit edip edemeyeceğine yöneliktir. Diğer bir ifade ile “insan, ilâhi bildirim (vahiy)

68

olmaksızın iyiyi ve kötüyü ayırt edebilir mi?” sorusu, epistemolojik açıdan hüsün ve kubuh meselesinin temel problemidir.

Hüsün – kubuhun bilinebilirliği meselesi fırkalar nezdinde tartışılırken, meselenin, ontolojik açıdan hüsün ve kubuh meselesinde benimsenen yaklaşıma paralel bir yapıda ele alındığı görülür. Eş’arîlerin hüsün – kubuhun varlık sebebini her türlü ölçütten kayıtsız olarak Allah iradesine bağlayan yaklaşımları, sübjektif bir mahiyete sahiptir. Aynı sübjektif anlayış hüsün – kubuhun bilinebilirliği mevzuuna da yansımıştır. Buna göre Eş’arîler, fiillerdeki hüsün ve kubuhun Allah’ın bildirmesi olmaksızın salt insan aklıyla kavranmasını imkânsız görürler. Bunun karşısında Mutezile mezhebinin hüsün ve kubuhun varlığının mahiyeti konusunda benimsediği objektif anlayış, epistemolojik açıdan hüsün ve kubuh meselesi konusundaki yaklaşımlarıyla iç içedir. Buna göre Mutezililer, fiillerde özünlü olarak bulunan hüsün – kubuhun fiillerin mahiyetine ait vasıflar olduğundan yola çıkarak akıl sahibi her varlığın bu nitelikleri ayırt edebileceğini ve fiillerin iyi mi kötü mü olduğunu tesbit edebileceğini savunur. Maturidîler ise eşyadaki hüsün – kubuhun epistemolojik konumu konusunda her iki görüşten faydalanarak sentez bir anlayış geliştirmişlerdir. Yaptıkları sentez içerisinde eşyadaki hüsün ve kubuhun bilinmesinde aklî, vahyî ve ontolojik faktörlerin hiçbirini göz ardı etmemişlerdir.

Bu genel açıklamaları yaptıktan sonra her üç mezhebin hüsün ve kubuh meselesi etrafında oluşan görüşlerini, delilleri ile birlikte sunabiliriz.