• Sonuç bulunamadı

İSLÂM TOPLUMUNDA HÜSÜN VE KUBUH MESELESİNİN PRATİK SONUÇLAR

İSLÂM DÜŞÜNCE KÜLTÜRÜNDE HÜSÜN VE KUBUH

KUR’AN’A GÖRE HÜSÜN VE KUBUH MESELESİ

2. İSLÂM TOPLUMUNDA HÜSÜN VE KUBUH MESELESİNİN PRATİK SONUÇLAR

İslam düşüncesinde hüsün ve kubuh konusu başlıca iki temel görüş etrafında şekillenmiştir. Birincisi fiillerin hüsün ve kubuh özelliklerinin fiillerde hakiki olarak bulunduğunu ve bu hakiki vasıfların akılla bilinmesinin mümkün olduğunu ifade eden nesnelci görüştür. Nesnelci görüş, aklın insan hayatında belirleyici ve etkin bir fonksiyon icra ettiğini dile getirmesi yönüyle, insan iradesini hayatın her sahasında işlevsel kılar. Nesnelci anlayışta, fiillerdeki hüsün ve kubuh özellikleri Tanrı’nın dilemesinin bir sonucu olarak fiillere yüklenen vasıflar değildir. Aksine bir fiilin iyiliğine binaen Tanrı o fiili emreder ve kötülüğüne binaen de o fiili yasaklar. Fiillerdeki hüsün ve kubuh özellikleri herhangi bir otoritenin sebepsiz tercihlerinin sonucu olarak fiillere ilişmez. Bu özellikler başlangıçtan itibaren fiillerde zâti olarak mevcut bulunan niteliklerdir. Bu nedenle insan, nesnel gerçekliğe sahip olan fiillerin hüsün ve kubuhunu aklını kullanarak tespit edebilir. Nesnelci görüşte insanlara dayatılan öznel ahlâki değerlerden bahsedilemez. Yani Allah, kendi ihtiyarı ile hiçbir ölçüt gözetmeksizin fiilleri iyi ya da kötü şeklinde nitelendirmez. Allah’ın bir fiil hakkındaki o fiilin iyi olduğuna dönük ifadeleri, gerçekte o fiilin iyi olmasından dolayıdır. Aynı şekilde Allah’ın bir fiil hakkındaki o fiilin kötü olduğuna dönük ifadeleri de, gerçekte o fiilin kötü olmasından dolayıdır. Allah’ın fiilleri iyi ya da kötü olarak vasıflandırırken göz önünde bulundurduğu sebepler, insan aklının kavrayabileceği gerçekliklerdir.

İslam düşüncesi dairesinde Mutezililer ve Maturidîler tarafından temsil edilen nesnelci görüşe göre insanın davranışlarından sorumlu olmasının ardında yatan neden, insanın aklıyla, fiillerdeki hüsün ve kubuhu kavrayabilmesi yeteneğidir. Çünkü bu görüş sahiplerine göre insanın sorumlu olması öncelikle özgür olmasını ve yaptığı eylemi kendi ihtiyarı ile tercih etmiş olmasını gerektirir.

İslam düşüncesinde hüsün ve kubuh meselesi üzerine geliştirilen ikinci düşünce ise öznelcilik olarak isimlendirilmektedir. Öznelci anlayışta fiiller hüsün ve kubuh özelliklerini hakiki vasıflar olarak özlerinde taşımazlar. Hüsün ve kubuh, Şâri’nin bir fiil hakkında herhangi bir koşula bağlı olmayan ve bir sebebe dayanmayan iyi ya da

121

kötü yönlü hükmünden ibarettir. Öznelciliğe göre fiillerdeki hüsün ve kubuhun Allah iradesi dışında nesnel bir gerçekliği yoktur. Bir fiil sadece Allah öyle dilediği için iyi olmuş ve yine bir fiil sadece Allah öyle dilediği için kötü olmuştur. Öznelci anlayışın fiillerdeki hüsün ve kubuhun nesnel gerçekliğe sahip olmadığı yönündeki düşüncesi, devamında fiillerdeki hüsün ve kubuhun akılla bilinemeyeceği anlayışına neden olmuştur. Zira insan aklı, dış dünyada var olanlar üzerinden düşünme yeteneğine sahiptir. Hüsün ve kubuhun ise öznelci kabulde, nesnel gerçekliği olmadığından, aklın bunları kavraması imkânsız olur. Bundan dolayı insanın iyiyi ve kötüyü öğrenmesi için tek yol, iyiyi ve kötüyü belirleyen Allah’ın, insanlara neyin iyi ve neyin kötü olduğunu bildirmesidir.

İslam düşüncesinde öznelci anlayışın temsilcileri Eş’arîler olmuştur. Eş’arîler, fiillerdeki hüsün ve kubuhun Allah tarafından tamamen bağımsız koşullarda hiçbir ölçüye tâbi olmaksızın belirlendiğini kabul ederler. Buna göre, Allah’ın yalan söylemeyi ya da puta tapmayı emretmesi halinde bu fiillerin iyi birer fiil olacağını dile getirirler. Eş’arîler, fiillerdeki hüsün ve kubuh özelliklerini tamamen Allah iradesine bağlı kıldıklarından, insanın hiçbir şekilde bu bilgiyi kendi başına elde edemeyeceğini dile getirirler. Onlara göre iyi ve kötünün bilinmesinde tek yol, Allah’tan gelecek olan ilâhi bilgidir (Taftazânî, 1991: 41-42).

İslam düşünce tarihinde hem nesnelci hem de öznelci görüş farklı gruplar tarafından savunulagelmiştir. Klasik İslami dönemde nesnelcilik, kabul gören bir anlayış olarak zihinlerde mevcuttur ve ilk Müslümanların hayatlarında örtülü biçimde uygulanmaktadır. Tedvin döneminde ise nesnelci anlayış, önde gelen Kelamcı ve filozofların eserlerinde açık bir şekilde ifade edilmiştir. Ancak tarihi süreçte iki anlayış arasında gidiş gelişler yaşanmakla birlikte zaman ilerledikçe Müslüman insanın fikir dünyası öznelci anlayışa paralel mahiyette şekillenmeye başlamıştır. Siyasi iktidarların menfaat gözetmeleri, yabancı kültürlerin tesirleri ve benzeri sebepler dolayısıyla başlangıçta nesnelci anlayışın hâkim olduğu Müslüman düşünce yapısı, ilerleyen zamanla birlikte öznelci anlayışa doğru kayma göstermiştir. Öznelci anlayışın İslam toplumunda benimsenmesiyle birlikte her şey Allah iradesine bağlı olarak açıklanmaya çalışılmış, insan aklı adeta işlevsizleştirilmiştir.

122

İnsanın akıl ve iradesini tamamen yok sayarak sadece Allah iradesine bağlı düşünüş biçimi zihinlere öylesine yerleşmiştir ki; toplumun kanaat önderleri dahi olayların ardındaki somut nedenleri araştırma yoluna gitmeden, bütün evrensel gidişatı ilâhi iradeye bağlamak suretiyle aklı saf dışı bırakmışlardır. Günümüz İslam dünyasında bilimsel anlayışın uygulanamayışı ve aklın ilişkilendirme gücü yönüyle oldukça az kullanılması, muhtemelen, tarihi süreçte her dönemde hüküm süren Eş’arî metodun günümüze taşınan mirası ile ilgilidir. Allah’ın yaptıklarında hikmet aranmaması gerektiği ve yaptıklarının hiçbir illete malul olmadığı düşünceleri, sünnetullahın çözümlenmesinin ve sebeplerin araştırılmasının ihmal edilmesi sonucunu doğurmuştur. Osmanlı Devleti döneminde yaşanmış olan aşağıdaki olay, öznelci anlayışın İslam toplumu üzerindeki olumsuz tesirlerini ortaya koymaktadır:

“1273 senesi Cumâde’l-âhiresinin onaltıncı Pazar günü inşâsı hitâm bulan Fethiye nâm kalyon-ı hümâyûnun bahre tenzîli mukarrer olmağla, huzûru lâzım gelen zâtlar da’vet olunmuşlar idi. Ve mukaddemâ bu misillü gemi resimlerinde bi’l-cümle Mecâlis a’zâsı ve Âmedî hulefâsına varınca bi’l-cümle rüteb-i kalemiyye ashâbı buluna- gelmiş iken, bir vakitden berü rütbelerin mebzûliyyeti hasebiyle ashâb-ı resmin teksîrine mebnî, Âlî Paşa sedâretinde rütbe-i ûlâ sınıf-ı evvelinden ve sudûr-ı izâm ile ba’zı İstanbul pâyelüleri’nden aşağısı iskat olunmağla bu def’a dahi orada da med’uvv olan zevât, Tersâne-i Âmire’de tecemmü’ ile teşrîf-i şâhâneye intizâr olunur iken Fethiye kalyonu kendü kendüye yerinden hareketle sâlimen rûy-ı deryâya nüzûl ediverdi. Fakat birkaç kişi mecrûh ve birkaç kişi telef olarak gemiye kurban oldular.

Çünki öteden berü kalyonların en üst katı havuzda yapılmayup, deryâya indirildikden sonra inşâ oluna-gelmiş iken Fethiyye’nin ta üst katı dahi havuzda yapılup ağır basmağla ve evvelce küçük desteklerden ba’zıları alındıkda büyük desteklerden birisi kırılmağla kalyona ârız olan hareket-i hafîfe sâir destekleri dahi kırıp denize inmişti. İstanbul Kadısı olan Tekfurdağı Müftîsi-zâde Efendi ise buralardan bî-haber olmağla geminin kendiliğinden hareketine bir ma’nâ veremeyüp ve zihninde kalyonu melekler indirmiş olmasına karar verüp bunu yanındaki zevâta söyledi. Zürefâdan biri de: ‘Evet bu kalyonu melekler indirmiş olmak muhtemeldir. Lâkin işin içine şeytan da karışmış olmalı ki birkaç kişinin helâkine bâdi oldu,’ dedi.” (Cevdet Paşa, 1980: 3–4).

Burada aktardığımız olayda olduğu gibi, çeşitli aksaklıklar gereği ortaya çıkan problemlerin örtbas edilmesinin ve saptırılmasının bir diğer nedeni de cehalet ve

123

korkaklıktır. Konunun içeriğine bağlı olarak, bazı durumlarda aksaklıkların sadece uzman kişilerce tespiti mümkün olabilmekle birlikte, herhangi bir kurum ya da yapılan bir işte ortaya çıkan sorunları ve olumsuz gidişâtı, hemen hemen herkes fark edebilir. Ancak fark edişin ötesine geçerek nedenleri sorgulama ve kişileri eleştirme noktasında, herkesin tavrının eşit olacağını söylemek zordur.

“İnsan nerede bir kötülük görürse görsün, kötülüğü yapan devlet gibi güçlü bir yapı da olsa, mutlaka karşı tavrını ortaya koymalıdır. Bu tavrı sadece kültürlü, bilinçli, ilim sahibi ve sahip olduğu ilimle amel edebilen kişi ve kitlelerin koyabildiği tarihî bir gerçektir. Bu bakımdan iktidar mevkiini ele geçirmiş bulunan zâlim idareci ve yöneticiler, yönettikleri kişilerin ve halkın bilgili, kültürlü ve vasıflı olmalarını hiçbir zaman istememişlerdir. Hatta onları gerçek dışı dinî ve psikolojik yönlendirmelerle atâlete, hareketsizliğe, vurdumduymazlığa ve sabra teşvik etmişlerdir. Bu bakımdan Cebirci ve Kaderci fikir ve inançlar, halkı uyutmak için zâlim idarecilerin baş vurduğu en geçerli siyâsî yöntem olmuştur. İktidar – toplum ilişkisinde bunun en çarpıcı örneği, Emevîler devrinde görülmüştür.” (Doğan, 2009: 76).

Sorumluluktan kaçan, olup biten her şeyi Allah’ın iradesine ve ilâhi kadere yükleyen öznelci anlayışın günümüz Müslümanlarının zihin yapılarında hâlâ saklı olduğunu, halk arasında yaygın olarak kullanılan bazı deyimlerden dahi anlamak mümkündür. Örneğin:

Garip kuşun yuvasını Allah yapar.

Nasibin varsa gelir Hind’den Yemen’den; nasibin yoksa ne gelir elden. Kısmetim buymuş.

Ecel geldi cihana, baş ağrısı bahane. Takdir böyleymiş.

Mukadderata boyun eğmek lazım. Alın yazısı.

Her işte bir hayır vardır. Hikmetinden sual olunmaz.

Allah yaparsa bir kulun işini mermere geçirir dişini; Allah yapmazsa bir kulun işini muhallebi yerken kırar dişini.

124

Bu darb-ı meseller günümüz Müslümanlarının aslında nasıl bir cebrî anlayışa sahip olduklarını ve olaylar karşısındaki bakış açılarının yönünü ortaya koymaktadır (Güler, 2007: 18–25).

Olaylar arasında illet – malul ilişkisinin araştırılmaması, her şeyin esas nedeninin Allah iradesi olduğu düşüncesi ile her türlü eleştiriden kaçınılması ve küçük büyük, bütün sorunların şeriat kanalıyla çözülmeye çalışılması, Müslüman toplumlarda zihin tembelliğine yol açmıştır (Çelebi, 1998–1999: 88). Zihinleri tembelleşen ve kendini yetkin görmeyen toplumlar, orijinal projeler geliştirememiş, sürekli gelişen ve değişen hayat koşulları karşısında daha çok, taklide yönelmişlerdir.

Taklidin en fazla yaşandığı sahalardan biri, din sahası olmuştur. Allah, kullarını Kur’an vasıtasıyla doğrudan muhatap alırken, günümüz Müslümanları, dini, temel kaynaklarından öğrenmekten dahi aciz kalmış, inancını taklide dayalı bir ruh haline dönüştürmüştür. İnanç esasları ve muamelat da dâhil olmak üzere dinin bütün muhtevası, bir önceki nesilden miras olarak alınır olmuştur. Herhangi bir şekilde bir önceki nesilden miras alınan dinî değerlerin kişiye yetersiz görülmesi halinde bile dinin asıl kaynaklarına dönüş gerçekleşmemiş, bu defa da din sahasında kanaat önderleri olarak kabul gören şeyhler, cemaat liderleri ve din bilginlerine tâbi olunmuştur. Bu durum, Allah ile kul arasına üçüncü şahısların yerleştirilmesine neden olurken, Müslüman toplum içerisinde hiyerarşik bir sosyal yapı meydana getirmiştir.

İslam coğrafyalarında hüküm süren Eş’arî anlayışın öznelci yaklaşımının tesirleri, Müslümanlar üzerinde bahsi geçen sonuçları meydana çıkarırken, batıda ise aydınlar nesnelci anlayışın öncüleri olmuşlardır. Yirminci yüzyıl öncesinden itibaren nesnelci anlayış, batı dünyasına yön veren fikirsel dinamizmin tetikleyicisi olmuştur. Modern dönemde batılı düşünürler farklı konularda farklı kanaatlere sahip olsalar da değerlerin nesnelliği konusunda aynı görüşü savunmuşlardır (Hourani, 1996: 272). Batının, insanı ve aklı ön planda tutan yaklaşımlarının bir sonucu olarak, bilimde ve teknolojide alabildiğine mesafe kat edenler de onlar olmuştur.

125

Evrenin işleyişi ve olaylar arası ilişkiler bağlamında Allah merkezli bir anlayışı benimseyen İslam dünyası karşısında, insan merkezli bir tutuma sahip olan batı dünyası, neredeyse hayatın bütün alanlarında ilk sıraya oturmuştur. Siyasette, ekonomide, hukukta ve diğer bütün beşerî alanlarda batı ürünleri örnek alınır hale gelmiştir. İslam toplumları adeta kısırlaşmış, orijinal ürünler üretemez olmuştur. Ürün veremeyen bir toplum olarak her sahada dışa bağımlı hale gelen Müslümanlar, öz kaynaklarını dahi yabancı iştirakler olmaksızın işletemez olmuştur. Öyle ki; sıradan bir hayat yaşayan Müslüman insanın günlük yaşantısı bile, kendi özüne uymayan ve kendi ürünü olmayan unsurlar eşliğinde yaşanır hale gelmiştir. İslam âleminin silkinip kendine gelmesinin, her bir Müslüman’ın yeryüzünde Allah’ın vekili olduğunun bilinciyle bu gidişatı tersine çevirmek için dünya görüşünü yenilemesinin gerekliliği ortadadır:

“İyilik ve kötülüğün evrensel olduğu, Müslüman’ın Allah’ın kelimesini yani dinini yükseltme (ilâ-yı kelimetullah) görevinin dünyanın sadece bir bölgesiyle sınırlı olmadığı, evrenin her yerine şâmil olduğu günümüzde daha da açık hale gelmiştir. Çünkü Müslümanlar ve İslam ülkeleri sadece tarihsel ve güncel iç hesaplaşmalardan değil, aynı zamanda yabancı ülkelerin maddî ve manevî saldırılarına mâruz kalarak da zarar görmektedirler.

Öyleyse yaşanmış, olmuş, bitmiş hiçbir şeyin ve tarihin yok sayılamayacağı, etraftaki su birikintilerini toplayıp akıp giden bir nehir gibi, tarihten çoğalarak akıp gelen eylemlerin sebep-sonuç ilişkisiyle birbirine bağlanan insanlık, iyi ve kötü yönleriyle geleceğe doğru akıp gidiyor. Bu akıp giden zaman içinde iyilik ve kötülük sürekli mücadele halindedir. Kur’ân-ı Kerîm’de de: “De ki: Hak geldi, bâtıl yıkılıp gitti. Zâten bâtıl yıkılmaya mahkûmdur. Biz Kur’ân’dan öyle bir şey indiriyoruz ki, o mü’minler için şifâ ve rahmettir; zâlimlerin ise sadece ziyânını artırır”(İsrâ 17/81-82) ve “Kim haksızlık eder, sonra işlediği kötülüğe karşılık iyilik yaparsa bilsin ki ben bağışlarım cezalandırmam” (Neml 27/11) şeklinde ifade edildiği gibi, tarih incelendiği zaman kötülüklerin iyiliklerle yok edildiği açıkça anlaşılır. Kötülük yapan kişiler, toplumlar ve milletler, yaptıkları kötülükleri telâfi edebilecek iyi bir iş yapmadıkları sürece yaptıkları kötülüklerin karşılığını aldıklarının farkında olmayarak Allah’ın pişmanlık yasasından yararlanamazlar ve kötülükleri ve cezaları artarak devam eder.” (Doğan, 2009: 125–126).

Şüphesiz bütün bu sayılanların tek gerekçesi öznelci metod olmamakla birlikte; öznelci metodun zihinler üzerindeki şekillendirici etkisinin bu sonuçların doğması adına en önemli sebeplerden biri olduğunu söylemek gerekir.

126

İnsan, dünya hayatında her yönüyle aktif bir duruşa sahip olmalıdır. Kendini olup biten olayların dışında görmek, kendi dışındaki dünyaya kayıtsız kalmak, insanın yaratılışta kendisine bahşedilen beşerî karakterine uygun olmadığı gibi, dünyanın işleyiş düzenine de aykırıdır. Dış dünyayı diğer insanlara bırakanlar, ‘öteki’nin, herkes adına çizdiği hayat çizgilerinde yaşamaya mahkûm olurlar. Böylelikle kendi hayatları diye yaşadıkları gündem bile, aslında dünyayı gereği gibi aktif biçimde yaşayan insanların, bu pasif kimseler için biçtikleri kaderden ibaret kalır.

Kur’an’da şöyle buyrulur: “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” (Necm Sûresi: 53/39). İnsan gerçekleştirdiği her bir fiili, kendi irade, kudret ve ihtiyarı ile gerçekleştirir. Bunun için insanın beşerî faaliyetlerini sürdürürken gözetmesi gereken unsurlar, öncelikle beşerî unsurlar olmalıdır. Zira sünnetullah çerçevesinde hayatın gidişatını belirleyen unsurlar, beşerî unsurlardır. Allah’ın beşerî olana müdahalesi daimîdir. Ancak bu müdahale insanın irade ettikleri mucibince olmaktadır. Dolayısıyla insanın fiillerini Allah iradesine dayandırması anlamsızdır. Kişi elbette ki Allah’ın yardımını dileyebilir ve Allah da kişinin halis niyetle koyulduğu yolda kuluna yoldaş olabilir. Ancak sonuçta, iyi ve kötü bütün fiillerinin tek sahibi ve tek sorumlusu, insandır. Kişinin Allah’tan ya da bir başkasından bir fiili gerçekleştirmek üzere aldığı yardım, o fiilin failinin yardım alınan unsurlar olduğunu göstermez. Her koşulda, işlenen fiiller, o fiilleri işleyen kişiye nisbet olunurlar (Doğan, 2009: 59).

İslam dünyasının bulunduğu mevcut haline bir son verebilmesi, Allah’ın insana lütfettiği aklın gereğince kullanılmasına, Müslümanların kendine güvenlerinin artmasına ve her şeyi Allah’ın direk yardımı ile elde edemeyeceklerini öğrenmelerine bağlıdır. Günümüz İslam toplumları Allah’ın kudret ve yüceliğini önemseme adına sebepleri gözetmeyi ihmal etmeyi terk etmeli, olayları akılcı çözümlemelerle yorumlayarak modern dünyaya müdahil olmalıdır. Bu devrimi gerçekleştirirken dünya milletlerinden alması gerekeni almalı; dünya milletlerine vermesi gerekeni de vermelidir.

“İnsanlık bugün bir tercih durumunda değil, bir sentez durumundadır. İnsanlık her iki batağa saplanıp mahvolacaktır; Batı medeniyeti kendi irade ve teknik azmasının neticesinde kendini inkâr edecek, Doğu medeniyeti iradesizliğin perişanlığında mahvolacak, insanlık

127

yıkılacaktır. Yahut insanlığın iki büyük kutbu olan gerilme ve genişleme kavsi, birinde zekâ ve iradenin, ötekinde telkin ve sempatinin hâkim olduğu bu iki âlem, karşı karşıya kendi yetmezliklerini anlayarak integral insanı meydana getirmek için çabaya girecekler ve insanlığın yarını, medeniyetlerin birbirini tamamlamasından integral insanı yetiştiren bir eğitimin verilmesinden doğan bütünsel, insanî bir medeniyete doğru gidecektir. İnsanlık bugün intiharla kendini yaratma arasında bir seçme durumundadır.” (Ülken, 2001: 387–388).

Dünyaya müdahil olma fikri, İslâmi ve akılcı temeller üzerine bina edilmelidir. Dünyanın kaderinde söz sahibi olma uğruna tarihi bağlarımızdan ve İslâmi dinamiklerimizden uzaklaşarak, dünyayı yönlendiren güçlerin taklidi ile, evreni önümüzde diz çöktürülecek bir meta gibi görmemeliyiz. Allah’a, evrene ve kendimize karşı saygımızı muhafaza ederek, yalnızca dindaşlarımızın, ırkdaşlarımızın, fikirdaşlarımızın refahını değil, canlı cansız bütün evrenin refahını sağlama gayreti içinde kendimizi yenilemeliyiz.

128

SONUÇ

İyilik – kötülük meselesi, ontolojik ve epistemolojik boyutu ile tarihin her döneminde ve neredeyse bütün medeniyetlerde, üzerine söz söylenen konular arasında olmuştur. Bu konu ile ilgili olarak Yunan, Hint, Yahudi, Hıristiyan ve Modern felsefe dönemi düşünürlerinin görüşlerine ulaşmak mümkündür. Bu düşünceler içerisinde felsefi telâkkilerin yaklaşımı daha çok iyilik ve kötülüğün zâti-aklî olduğu noktasında sonuçlanırken, dinî telâkkilerin yaklaşımlarında hüsün ve kubuhun hem zâti- aklî hem de itibarî-şer’î olduğu yönünde yorumlar vardır.

Bu problemlerin hüsün ve kubuh meselesi olarak terimleşmesi, İslam düşüncesinde ahlâkî bir kavram olarak hüsün kelimesinin iyiye ve kubuh kelimesinin de kötüye taallukundan dolayıdır. Hüsün ve kubuh kavramları farklı disiplinlerde farklı anlamlarla ifade edilmekle birlikte, Kelam ilminde yer bulduğu haliyle hüsün, Allah katında sevabı gerektiren fiillere karşılık gelirken, kubuh, Allah katında ikabı gerektiren fiilleri ifade eder.

Hüsün ve kubuh meselesinin İslam Kelamında tartışılmaya başlamasında iç dinamikler etkili olurken, bu meselenin derinleşerek felsefî boyut kazanması, daha çok dış dinamiklerin tesiri ile olmuştur. Büyük günah meselesinin devamı olarak gündeme gelen hüsün ve kubuh meselesi, başlangıçta iki temel görüşle izah olunmuştur. Bunların ilki Mutezile mezhebinin görüşüdür.

Mutezile’nin hüsün ve kubuh konusunun epistemolojik boyutuna bakan tutumu, fiillerdeki hüsün ve kubuhun vahiyle bildirilmese dahi akılla tespit edilebileceği yönündedir. Bu düşüncenin sonucu olarak insan, aklının kavradığı her şeyden sorumlu olduğu için, herhangi bir şekilde bir kişiye vahiy ulaşmamış olsa bile kişi, iyiye yönelmekle ve kötüden kaçınmakla mükelleftir. Mutezile mezhebinin hüsün ve kubuh meselesinin ontolojik yönüne dair görüşleri ise fiillerdeki ahlâki vasıfların nesnel olduğu kabulü etrafında şekillenir. Onlara göre, Allah’ın bir fiili emretmesinin nedeni, fiilin kendinde taşıdığı iyilik vasfı; bir fiili yasaklamasının nedeni ise yine fiilin

129

kendinde taşıdığı kötülük vasfıdır. Aklın fiillerin zatına ait iyi ve kötü vasıflarını görebilmesine rağmen vahyin gönderilmesinin nedeni ise, iyi ve kötünün insanların bilgisine sunulmasıyla insanın bilgisinin pekiştirilmesi ve aklın tereddüt yaşayacağı konularda ilâhi bilgi ile aydınlatılmasıdır.

Hüsün ve kubuh tartışmalarında dile getirilen ikinci temel görüş Eş’arîlere aittir. Eş’arîler, hüsün – kubuhun fiillerde zâti olarak bulunmadığını, fiillerin iyilik ve kötülük vasıflarını Allah’ın dilemesiyle kazandıklarını iddia ederler. Onlara göre, fiiller, Allah onlar hakkında emre ya da yasaklamaya dair bir ifadede bulununcaya kadar herhangi bir değer yüküne sahip değillerdir. Eş’arîlerin bu fikri benimsemelerinin temelinde, Allah’ın ilk ve sonsuz kudret sahibi bir varlık olması bilgilerine yapılan vurgunun önemi yer alır. Eş’arîlere göre Allah, bütün mevcudatın gerisinde ilk neden mahiyetinde bir varlık olarak, her türlü ölçünün ötesinde bir konuma sahiptir. Eş’arîlerin hüsün ve kubuhun itibâri olduğu yönündeki kanaatleri, iyilik ve kötülüklerin Allah bildirmeksizin akılla bilinemeyeceği fikrine ulaştırır. Onlara göre, Allah’ın, peygamberleri aracılığıyla vahiy göndermesindeki gaye, insanlara bilmediklerinin öğretilmesidir. Bu yaklaşımın bir sonucu olarak Eş’arîler, kendisine vahiy ulaşmayan kimsenin iyi olana yönelmek ve kötü olandan kaçınmakla yükümlü olmadığını beyan ederler.

Mutezile ve Eş’ariyye mezheplerinin hüsün ve kubuh konusundaki bu zıt görüşleri