• Sonuç bulunamadı

Milliyetçilik akımları ve 20’inci yüzyılda Balkanlar

1.2. Balkanlar’ın Coğrafi Yapısı

1.3.4. Osmanlı Döneminde Balkanlar

1.3.4.1. Milliyetçilik akımları ve 20’inci yüzyılda Balkanlar

Fransız Đhtilalı’nın Avrupa sahnesine sunduğu milliyetçilik hareketleri, Avrupa’nın ortasında iki büyük devlete (Almanya ve Đtalya) ulusal birliklerini armağan ederken, Osmanlı devletinin Balkan ve Ortadoğu’daki topraklarında yaşayan ulusların, bağımsızlıklarını alıp devletten ayrılmaları sonucunu getirecek süreci başlatmıştır. Đhtilalın ilkeleri, Napolyon istilalarının ortaya çıkardığı siyasal istikrarsızlık ve Avrupa siyasal haritasının sürekli olarak uğradığı değişiklikler, Batı ve Orta Avrupa’da olduğu gibi, Doğu Avrupa’da önemli gelişmelere yol açmıştır. Bu gelişmeler içinde en önemlisi, ulusçuluk ilkesinin kazandığı başarılardır.19.yüzyılda bu güç, Balkanların egemen olan Osmanlı devletinin kapılarını zorlamaya başlamıştır. Böylece,19.yüzyılda, azınlıkların teker teker bağımsızlıklarını almaları devletin siyasi, coğrafi ve kültürel parçalanma sürecini de başlatmıştır. .

Öte yandan bu parçalanmaya katkı sağlayan ve batı kaynaklarında pek anlatılmayan bir nokta daha bulunmaktaydı. Bu da; Osmanlı hoşgörü üzerinde duran bir devlet olması idi. Üzerinde egemenlik kurulan ülkelerden, devlete karşı maddi yükümlülüklerini yerine getirdikleri sürece, bölgesel yönetime doğrudan karışılmamış, kültürel ve dinsel baskı uygulanmamıştır. Böylece sürdürülen bölgesel özeklik, bağımlı ülkelerdeki ulusal benliğin sürdürülmesine yardımcı olmuştur.

Ulusçuluk akımı Balkanlara geldiği zaman, burada uygun ortam bulabilmiş ve Osmanlıların bu hoşgörülü yönetimi, bir bakıma devletin parçalanmasında etkili olmuştur. Mesala Yunanistan’ın bağımsız olmasında Fatih Sultan Mehmet döneminden itibaren Osmanlı yöneticileri Đstanbul’daki Yunan Patrikhanesinin faaliyetlerine büyük hoş görüyle bakmışlardır. Böylece, Đstanbul’daki Yunan Patrikhanesi yalnız Ortodoks Klisesinin temsilcisi olarak kalmamış, aynı zamanda Osmanlı merkez yönetimi ile Grekler arasında resmi iletişim kanalı olmuştur. Bu Osmanlının azınlıklara sağladığı özgürlüklere en iyi örneklerden birisini teşkil etmektedir.41

Balkanlarda görülen bu çözülmenin temelini devrin Avrupa devletlerinin menfaat politikaları oluşturmuştur. Bu kapsamda ilk olarak Rusya’ya bakılacak olursak; Rusya; Sultan II. Abdülhamit’in tahta çıktığı sıralarda Sırbistan, Karadağ, Hersek

isyanlarını destekleyenlerin başında yer almıştır. Balkan Slav topluluklarını kışkırtarak Pan-Slavizm gerçekleştirmek istemiştir. Rusya’nın bir tek hedefi vardı; o da Balkanlardaki Slavları, Türk hâkimiyetinden çıkarmak kendi yönergesine almaktır.

Avusturya’ya gelince; onun da hedefi; Bosna ve Hersek’i hâkimiyetine aldıktan sonra Arnavutluk ve Makedonya’ya el uzatarak Selanik’e varmak istiyordu.

Almanya ise Fransa’nın Avusturya ve Rusya anlaşması sonunda kendisinden bir intikam almasından korkması ve onun Balkanlara yönlendirerek onları meşgul etmesi idi. Đngiltere ise tamamı ile kendi bu bölgede sükûnun kendi menfaatine olduğunu düşünüyordu.

Balkanlarda ilk kıvılcım, 1804 yılındaki Sırp isyanı ile başladı, ancak Balkan ülkeleri arasında ilk bağımsızlığı 1929 Edirne Antlaşması ile Yunanistan aldı. Bunu daha sonra Berlin Antlaşması ile Sırbistan, Karadağı ve Romanya izlemiştir. Bunu; 1912-1913 Balkan savaşları sonunda da başta Arnavutluk olmak üzere diğer Balkan ülkeleri izlemiştir.42

1990’lı yılların başında AB içinde Batı Balkanlar’a yönelik bölgesel, geniş çaplı ve en önemlisi ortak bir yaklaşımın bulunmaması, Yugoslavya’nın dağılma sürecinde yaşanan gelişmelerin önüne geçilememesine neden olmuştur. AB’nin Bosna Hersek ile ilişkileri resmi olarak, birliğin Nisan 1992’de Bosna Hersek’i bağımsız ve egemen bir ülke olarak tanımasıyla başlamıştır.

Sırbistan ve Karadağ’ın oluşturduğu yeni Yugoslavya’nın Bosnalı Sırpların yardımıyla Nisan 1992’ de Bosna Hersek’e saldırmasıyla başlayan savaş, Aralık 1995’te imzalanan Dayton Anlaşması ile sona ermiştir.

Savaşların bitmesinden hemen sonra, 1996 yılında AB, Batı Balkan ülkelerine yönelik bir politika olan “Bölgesel Yaklaşım”ı geliştirmiştir. AB Komisyonu’nun hazırladığı “Bölgesel Yaklaşım’da Öngörülen Ülkelerin AB ile Đlişkilerinin Geliştirilmesinde Şartlılık Uygulanması” raporu ışığında, 29 Nisan 1997 tarihinde AB Konseyi, Bosna Hersek’in de içinde bulunduğu “Bölgesel Yaklaşım” çerçevesinde, AB ile ortaklık ilişkisi bulunmayan tüm Batı Balkan ülkelerini içine alacak şekilde, mali yardımları, ticari-ekonomik işbirliğini ve anlaşmaları da kapsayacak biçimde ikili ilişkilerin geliştirilmesi için yerine getirilmesi gereken kriterleri ve her ülke için ayrı şartları belirlemiştir.

42 Đbrahim S.Canpolat;Yeni Dünya Gerçekliğinde Balkanlar ve Türkiye, Silahlı Kuvvetler Dergisi, Ankara,1994.S.341,s.9: Osman Karatay-Gökdağ, Bilgehan,a.g.e, s.399-405

Bölgesel Yaklaşım’da belirtilen genel şartların yanı sıra, Bosna Hersek tarafından yerine getirilmesi beklenen şartlar aşağıda sıralanmıştır:

a) Anayasada belirtilen işlevsel kurumların kurulması ve ülkenin gümrük mevzuatının yanı sıra, dış ticaret politikasının geliştirilmesi,

b) Tüm Bosna Hersek’i kapsayacak kişilerin, malların ve sermayenin serbest dolaşımını sağlayacak sürecin başlatılması,

c) Brcko konusu dâhil olmak üzere, Yüksek Temsilci Kurumu ile işbirliği, d) Mostar şehrinin ortak yönetiminin ve Mostar şehrinin ortak polis

teşkilatının kurulmasına dair ve Bosna Hersek Federasyonu’nun kuruluşunu ve işlevselliğini gösteren somut göstergeler.

e) Yüksek Temsilci Kurumu’nun “Barış Đçin Genel Çerçeve”ye aykırı bulduğu tüm yapıların kaldırılması.

f) Uluslararası Mahkeme ile işbirliği; temelde, Bosnalı savaş suçu zanlılarının yakalanıp Mahkeme’ye gönderilmesi.

Bu şartlara uyulmaması halinde, AB’nin tanıdığı ticari ayrıcalıkların askıya alınabileceği, mali yardımların sadece barış anlaşmalarının öngördüğü şartlarının yerine getirildiği takdirde ve mültecilerin geri dönmesi halinde kullanabileceği açıkça belirtilmiştir.

Bu dönemde AB, Balkanlar’ı Doğu ve Batı olarak ikiye ayırmaktaydı. Kendisi de bir Balkan ülkesi olan Yunanistan, tam üyeliğinin verdiği avantajla, hem AB’nin ilgisini bölgeye yönlendirmeye gayret sarf ediyor, hem de bölge ülkelerine bu kapsamda hamilik yaptığı imajını yaymaya çalışıyordu. Bu politika, dâhil olduğu Balkanlar’ı geleneksel tanımlamasıyla bir bütün olarak gören ve doğal olarak yakın ilgi duyan Türkiye’yi rahatsız etmekteydi.

Slovenya, Bulgaristan ve Romanya bu dönemde zaten AB’ne üyelik yolundaydılar (Şu anda üyeliklerini tamamlamışlardır). Başta Almanya olmak üzere, kendisini tarihi nedenlerle yakından destekleyen üye ülkeler bulunan ve esasen kalkınmışlık düzeyi nedeniyle üyeliğe görece daha yakın olan Hırvatistan da bölünmeden hemen sonra üye adayı yapılarak müzakerelere başlandı.

Üyelik için ne siyasi ne de ekonomik açıdan hazır olmayan diğer Balkan ülkeleri yönünden, Bölgeye istikrar ve barışın olabildiğince süratle geri getirilmesi yolunda, AB üyeliği perspektifi bir teşvik olarak kullanıldı. Bu kapsamda Makedonya ve Arnavutluk ile daha sıkı bağlar kuruldu.

Kosova konusunda Ahtisaari Planı çerçevesinde kaydedilen gelişmelerden sonra AB bu ülkeye de kapılarını açtı. Sırbistan’da yaşanan olumlu gelişmeler, bu ülkenin de uzak olmayan bir gelecekte AB ile daha sıkı ilişki içine gireceğini düşündürüyor. Dolayısıyla, AB’nin teşvik politikasının işe yaramadığını ileri sürmek mümkün değildir. Esasen bütün bu oluşumu müteakip, AB Bölgenin adını “Güney Doğu Avrupa” olarak değiştirerek, tanımlamada da bütünlük anlamında yeni bir adım atmış ve son tahlilde, Balkanlar, AB’nin parçası haline gelmiş bulunuyor.

Bu dönemde AB, Balkanlar’ı Doğu ve Batı olarak ikiye ayırmaktaydı. Kendisi de bir Balkan ülkesi olan Yunanistan, tam üyeliğinin verdiği avantajla, hem AB’nin ilgisini bölgeye yönlendirmeye gayret sarf ediyor, hem de bölge ülkelerine bu kapsamda hamilik yaptığı imajını yaymaya çalışıyordu.

Slovenya, Bulgaristan ve Romanya bu dönemde zaten AB’ne üyelik yolundaydılar (Şu anda üyeliklerini tamamlamışlardır). Başta Almanya olmak üzere, kendisini tarihi nedenlerle yakından destekleyen üye ülkeler bulunan ve esasen kalkınmışlık düzeyi nedeniyle üyeliğe görece daha yakın olan Hırvatistan da bölünmeden hemen sonra üye adayı yapılarak müzakerelere başlandı. Üyelik için ne siyasi ne de ekonomik açıdan hazır olmayan diğer Balkan ülkeleri yönünden, Bölgeye istikrar ve barışın olabildiğince süratle geri getirilmesi yolunda, AB üyeliği perspektifi bir teşvik olarak kullanıldı. Bu kapsamda Makedonya ve Arnavutluk ile daha sıkı bağlar kuruldu.

Kosova konusunda Ahtisaari Planı çerçevesinde kaydedilen gelişmelerden sonra AB bu ülkeye de kapılarını açtı. Sırbistan’da yaşanan olumlu gelişmeler, bu ülkenin de uzak olmayan bir gelecekte AB ile daha sıkı ilişki içine gireceğini düşündürmeye başladı

. Dolayısıyla, AB’nin teşvik politikasının işe yaramadığını ileri sürmek mümkün değildir. Esasen bütün bu oluşumu müteakip, AB Bölgenin adını “Güney Doğu Avrupa” olarak değiştirerek, tanımlamada da bütünlük anlamında yeni bir adım atıldı ve son tahlilde, Balkanlar, AB’nin parçası haline geldi.

AB’nin böylece Balkanlar’a inişi, NATO üyeliklerini izleyen süreçte Bulgaristan ve Romanya’nın, Sovyetler Birliği’nden kalan endişe ve kuşkularına bağlı olarak, bu yeni statülerinden bilistifade, Rusya’nın olası baskılarına karşı koyabilmek veya en azından bu ülkeyi olabildiğince izole edebilmek amacıyla, Đttifak’ın şemsiyesi altında ABD’yi de Karadeniz’e sokma niyet ve girişimleri de dikkate alındığında, Balkanlar

artık sadece sahildar ülkelere alt kapalı bir havza olma niteliğini kaybetme riski altına girmiş bulunmaktadır.

Türkiye açısından Balkanlar büyük önem taşımaktadır. Kısaca, Türkiye de bir Balkan ülkesidir. Bu jeopolitikte yaşanan her gelişme kendisini de yakından etkilemekte ve dolayısıyla ilgilendirmektedir. Tarihi nedenlerle Türkiye’nin bölgede farklı bir konumu vardır. Genelde bakıldığında, asırlar süren Osmanlı hâkimiyeti nedeniyle, bölge ülkelerinde Türkiye’ye karşı, saygılı olsa bile, sevgisiz bir yaklaşım bulunmaktadır. Osmanlıyı müstevli olarak değerlendirenlerin sayısı hiç de az değildir. Bölgede yaşayan Türk azınlıklara her zaman ilimli bir köprü işlevi üstlenme fırsatı tanınmamış, bilakis bunlar yer yer ciddi baskı görmüşlerdir.

Din faktörü ayrıştırıcı bir nitelik taşımıştır. Bosna ve Kosova örneklerinde görüldüğü gibi, olaylar Türkiye’nin aktif katılımını gerektirecek kadar ciddi niteliğe bürünebilmiştir. Balkanlar, Türkiye’nin Batı ve Orta Avrupa veya kısaca, en büyük ticari partneri AB ile irtibatını sağlayan tek kara bağlantısıdır.

Balkanlar, Türkiye üzerinden geçecek ve ülkemizi enerji koridoru haline getirecek nakil hatlarının transit güzergâhıdır. Türkiye’nin en yakın komşularından olan Balkan ülkeleri, ekonomik ilişkilerimiz açısından da önemli bir yere sahiptirler. Artık tam üye olarak AB şemsiyesi altına girmiş bulunan Balkan ülkelerinin, AB yolunda ilerleyen ülkemize, bizim onlara NATO için yaptığımız gibi, destek vermelerinin önemi de göz ardı edilemez.

Balkanlar’ın gerçek anlamda bir istikrar ve barış bölgesi olması için AB çatısı altında birleşip bütünleşme önemli bir fırsat teşkil etmektedir. AB’nin kuruluşunda Fransa ve Almanya tarihi çekişmelerinin üstesinden bu şekilde gelmeyi başarmışlardır. AB’ye yeni giren ülkeler de aralarındaki asırlık ihtilafların üstesinden bu kapsamda gelmişlerdir.

Türkiye’nin de AB üyeliğinin gerçekleşmesiyle, Balkan ülkeleri tarihte ilk kez, bir dış güç olmadan, kendi hür iradeleriyle bütünleşme aşamasına gelmiş olabileceklerdir. Bu açıdan, AB’nin birleşmeyi teşvik edici politikasının, kendi geleceği için olduğu kadar, Türkiye bakımından da menfaatinedir. Türkiye’nin AB üyesi olamaması, Balkanlar’da yeni sıkıntıları ve çekişmeleri beraberinde getirmesi ihtimali

vardır. Bu itibarla, Türkiye’nin AB’ne ve dolayısıyla Avrupa’ya kazandırabileceği avantajlar meyanında, bu faktörün de hatırda tutulmasında yarar vardır.43