• Sonuç bulunamadı

II. Türk Romanının Doğuşu ve Gelenekle İlişkisi

1.7. Millî Romantizm

1.7.1. Millî Ruhun İnşası

Romantiklerdeki tarihe sığınma teması salt bir kaçış temasından ötürü değildir. Tarih, romantik sanatçıya şimdiyi tanımlamada müthiş olanaklar tanır. Ayrıca romantik sanatkârın kendini anlama çabasının üst kimliği, içinde bulunduğu milleti anlama çabasını doğurur. Bu anlamda romantikler halka ait olan değerleri eserlerine taşıyarak eserlerini folklorik kültürün önemli bir parçası hâline getirir. Millî ruhun oluşmasında ön plana çıkan figürler şöyle sıralanabilir:

 Tarihte yaşamış ideal karakterlerin aktarımı  Millî ruha ait birleştirici simgeler

 Diğer uluslarla yaşananlar  Halk kültürü

 Dinî değerler

Bu figürleri açmak ve genişletmek mümkündür. Romantizmin topluma dönük yüzü pedagojik bir misyon yüklenerek milleti oluşturmada önemli bir rolle donanır. Bu rolün farkında olan toplumcu sanatkârlar, romantizmin imkânlarından faydalanarak eserlerine eğitsel ve didaktik bir işlev yüklemişlerdir. Romantiğin tavrı nesnel değildir. O kendi öznelliği içerisinde ideal bir hayat formülasyonu oluşturma gayreti içerisindedir. Bu idealizm, klasiğin idealizminden farklıdır. Romantiğin idealizminde inanç, duygu yönü ağırdır. Klasik ise akılcı bir tutumla evrensel idealizmin kodlarını çözmeye çalışır. Romantiğin hedefindeki idealizm ulaşılması güç bir idealizmdir. Bu idealizmini gerçekleştirmek adına sanatın her imkânını kullanmaktan çekinmez. Eserlerdeki gizemli, egzotik, duygucu ve öznel tutum bu tutumun yöntemsel aralığını gösterir.

Romantiklerin millî ruh oluşturmada kullandığı argümanlar millî bilincin inşası için gereklidir. Onların eserlerinde geniş bir yelpazenin ürünü olarak tarihî, fantastik ve aşırı hayalci bir tutum izlenebilir. Millî bilinci oluşturmada kullandıkları kodların dikkat çeken tarafı ise gerçekliğin kurgulanışıyla ilgilidir. Tarihe dönen romantik sanatkârın iddiasının ortak noktasında anlatılanların gerçek olduğu kanaati vardır. Onların gerçekliği öznel bir gerçeklik olarak realistlerin gerçekçi tutumundan farklılaşır. Fakat bir yönüyle de realist gerçekçiliğin oluşmasındaki ilk adımlardan biridir. Bu yüzdendir ki Walter Scott’ın tarihçiliği kimi eleştirmen tarafından realist kodlarla incelenir. Romantiklerin yaklaşım farklılıkları millî ruhun inşasında da kendisini gösterir. Dolayısıyla her romantiğin kendi sanatsal evrenine göre millî ruhu oluşturmada nasıl bir fonksiyon üstlendiğini saptamak yerinde olacaktır.

Tanzimat dönemi romancılarından Ahmet Mithat Efendi ile Namık Kemal’in millî birlikteliğin oluşması ve milletleşmenin önemine dair çabaları dikkat çeker. Bu noktada Mizancı Mehmet Murat’ın tek romanı da benzer düşünce etrafında şekillenir. Ayrıca dolaylı olarak Fatma Aliye’nin romanlarında da ideal karakterlerin belli geleneksel ve İslami kodlarla kurgulandığı izlenir. Ahmet Mithat’in romanlarında tarihî roman olarak okunabilecek romanlar olduğu gibi tarihin bir fon olarak kullanıldığı veya tarihî olmasa da millî bilincin inşası için değerlerin aktarımının yapıldığı anlatı parçacıkları mevcuttur.

Ahmet Mithat’ın roman yazmaya başladığı ilk devrelerde tarihi fon olarak kullandığı dikkat çeker. Kronolojik olarak; Yeniçeriler, Hasan Mellâh Yahut Sır içinde

Esrar, Dünyaya İkinci Geliş Yahut İstanbul’da Neler Olmuş, Zeyl-i Hasan Mellâh Yahut Sır İçinde Esrar, Hüseyin Fellâh, Kafkas, Süleyman Musli, Arnavutlar Solyotlar, Gönüllü

romanlarında tarihin fon olarak kullanıldığı veya tarihî bir mevzunun anlatıldığı görülür. Genel olarak bakıldığında Ahmet Mithat’ın tarihe yaklaşımı macerayı süsleyen bir araç hükmündedir. “Ahmet Midhat’ın tarihî romanları onun macera romanlarının bir başka

çeşitidir.” (Uğurcan, 1995: 557). Bu romanların tamamından bir tarihî roman çıkarmak

mümkün değildir. Fakat bu romanlardan hatta Ahmet Mithat’ın diğer romanlarından millî ruhun inşası için parçalı olarak çeşitli pasajlar bulmak mümkündür. Onun romanlarının genelinde ideal bir karakter ve ideal bir devlet tasavvuru görülebilir.

Ahmet Mithat’ın zihin dünyasında öne çıkan iki fikrî akım dikkat çeker. Bunlar: Osmanlıcılık ve İslamcılıktır. İdeal başkişiler genel olarak bu iki fikrî akımın özelliklerini taşırlar. Romanlarda geçen mevzularda her zaman bir kıssadan hisse verme arzusu mevcuttur. Verilen hisselerin içeriğinde de millî ruhun kodları aranabilir.

Ahmet Mithat romanlarında ilgili romanı yazma sürecinden ve romanın tekniğinden bahsetmeyi sever. Tarihle ilgili romanlarında da tarih ve roman ilişkisini anlatmaktan çekinmez. Romanın tarihî gerçeklikle ilgili bölümlerini ve kurgulanan bölümlerini özellikle belirterek okuyucunun dikkatini ona göre yoğunlaştırmasını ister. Gönüllü romanında Filomene’in kapatıldığı manastırdan hareketle Hristiyan kavimlerinin birbirleri arasındaki ilişkileri tarihî vakalara dayandırarak aktarır. Ortodoksluk ve Katoliklik üzerinden mezhep kavgalarına değinir. Rumların nasıl baskı altında tutulduğundan bahsettikten sonra anlatılanların kurgu içerisindeki yerini şu şekilde aktarır: “Kat’yen ve muhakkakan ümit eyleriz ki karilerimiz bu satırları bir roman okur

gibi okumayıp bir tarih okur gibi okumaktadırlar.” (G, s. 273). Yazarın bu beklentisinde

esas gaye, olayın gerçekliğini ispatlamaktır. Aslında romanın başında tarihî roman ve roman gibi tarih kavramlarının açıklamasını yaparak kendi eserinin tarihe müstenid bir eser olduğunu, onun bir tarih kitabı gibi okunmaması gerektiğini belirtir. Fakat romanı içerisinde romantik bir tavırla araya girerek gerçekliğin ve hayalin sınırlarını da belirtir.

Süleyman Muslî romanında tarihî roman olma iddiasını ayrıntılarıyla yine

belirleyerek yazar olarak yaklaşımını açıklar:

“Evvelden haber verelim ki işbu Süleyman Muslî serlevhalı hikâyemizin hemen her noktasının esası tarih üzerine mübtenî olduğu gibi ber-vech-i âtî hikâye edeceğimiz

vak’a-i garîbenin esası da yine tarih üzerine mübtenî olup hikâye-nüvîsin vehim ve hayalinden ibaret değildir. Bu eserde muharririn hüner olarak arz etmeye çalıştığı bir şey var ise o da tasvir eylediği hikâyede vukuat-ı tarihiyyeyi mümkün mertebe bir hüsn-i rabıta ile yekdiğerine rapt edebilmekten ibarettir.” (SM, s. 139).

Süleyman Muslî romanında görülen gaye diğer romanlarından biraz daha farklıdır.

Konu olarak uzak tarihin seçildiği romanda macera unsurları yine dikkat çeker. Yalnız kişiler ve yaptıkları çağın gerekliliğine göre verilir.

Ahmet Mithat’ın romanlarında ön plana çıkan unsurların başında Osmanlının diğer milletler arasında yüce bir millet olduğu düşüncesi yer alır. Gönüllü romanında sancağın ulviyeti anlatılırken Osmanlılığın kodları verilmeye çalışılır:

“Asıl sancak Alasonya’da açılmıştır. Sancak denilen şey pek mühim pek mukaddestir. Öyle her sırığın ucuna birkaç arşın kumaş rabtıyla mevcelendirilmesi yolunda sancakları teksir etmek münasebet almaz. Asıl sancak devletimizin tertip ve bir hey’et-i askeriyeye tevdi eylediği a’lâm-ı mübarekedir ki etraf-ı baîdeden herkes onun taht-ı zilâline koşup orada birikmelidirler.” (G, s. 146).

Sancağın kutsallığı ordu millet olma özelliğinin bir sonucudur. Aynı sancak etrafında birleşme Osmanlıcılığın önemli hedeflerindendir. Recep Köso’nun bakış açısından verilen milliyetçilik fikrinde okuyucuların bazı şeyleri hatırlaması istenir. Osmanlının millet olarak diğer milletlerden farkı ve zamanla terakki anlamında geri kaldığı ama bu durumun millet olgusunda bir şey değiştirmemesi gerektiği vurgulanır. Sancak etrafında bir milleti ayakta tutma fikri Gönüllü romanında ayrıntılarıyla işlenir. Diğer uluslarla yapılan karşılaştırmalar ve romanın olumlu karakterlerinin Osmanlıdan seçilmesi olumsuz karakterlerin diğer uluslardan seçilmesi yazarın romantik bakış açısını gösterir. Diğer uluslardan olan olumlu karakterler de Osmanlı ruhunu kabullenen insanlar arasından seçilir.

Kafkas romanında da sancağın öneminin altı çizilir. Savaş başlamadan önce

Kaplan Bey’in annesi altı nesil öteden kalan sancağı oğluna teslim eder. Bu sancağın ancak, “Devlet-i Aliyye-i Osmaniyyenin açtığı muharabelerde” (KAF, s. 228) açılacağını söyleyerek buna layık olan kişinin sancağa sahip olacağını belirtir. Türk kültüründeki sancağın önemi Ahmet Mithat’ın romanlarında birleştirici bir unsur olarak kullanılıp değeri ve yüceliği milletin yüceliğini vurgulamak için verilir. Ahmet Mithat’ın zihin dünyasındaki millet anlayışında sancağın yeri ayrıdır. Sancağa açılan parantezin önemli bir sebebi dönem içerisinde sık sık karşılaşılan savaşlar ve yanlış Batılılaşmayla birlikte

insanların zihni yapısında meydana gelen değişmelerdir. Yazar, hitap ettiği okuyucu kitlesine ordu millet kültürünü ve aynı sancak altında birleşilmesi gerektiği fikrini aşılamaya çalışır.

Halkın devam eden savaşlardan yorulduğu bilinen bir gerçektir. Sancak figürüyle ön plana çıkarılan askerlik fikri, dönemin yaşantısıyla karşılaştırılarak şirin bir askerlik ortamı aktarılmaya çalışılır. Gönüllü romanında kibar âlemiyle askerlik arasında yapılan karşılaştırma askerliğin zorluklarını ön plana çıkardığı gibi millî ruhun oluşmasındaki önemini de aktarır:

“İstanbul’da bir kibar aileden yetişmiş bir genç zabit görürsünüz ki cereyan-ı havadan korkar. İyi sudan başka su içemez. Biraz esmer veyahut çiğ ekmek midesine dokunur. Terli bulunduğu hâlde hem rüzgârdan hem soğuk sudan tevakki eder. Yatağının intizamı eksik olsa veyahut yerinden yadırgansa o gece rahat uyuyamaz. Arkasındaki çamaşırın bir gün miadı geçse kaşınmaktan rahatını kaybeder. Hamam miadı dahi bu hükmü gösterir. İşte aynen bu zabiti bir de seferberlik halinde görürseniz o İstanbul’da gördüğünüz mütena’im kibarzade olduğuna ihtimal veremezsiniz. Hamam pek seyrek bir şey ya? Âdeta zuhurât-ı nâdireden. Çamaşır değişmek dahi ona yakın bir şey. Ayaktan çizme, sırttan üniforma çıktığı yok. Kepeği ayrılmamış undan yarı çiğ, yarı pişmiş ekmek ile yine bu tavsife seza yemek bulunduğu akşam bir ni’met-i uzmâ addolunup yoksa karavanada ıslatılmış peksimet ile zeytin. Ama zeytin dahi bulunabilir ise. Güneş, sıcak, yorgun, terli, o buz gibi kaynak suyunu içtikçe vücuda gelen rahatı ona sormalı. Bir parça kuru ot üzerine serilen beylik ile yaylı karyolaların farkını burada öğrenmeli. Bakmalı ki vücutlar ne sağlam ve kalpler ne münşerih ve askerlik âlemi ne tatlı ve hele seferberlik hâli ne neşelidir.” (G, s. 154).

Askerliğin bütün zorluklarına rağmen kalbi ferahlatan, kişiye huzur veren, vücudu dirileştiren bir şey gibi anlatılması halktaki askerlik fikrini diri tutma isteğinden ileri gelir. Ahmet Mithat’ın romanlarının tamamında dönemin insanlarını eğitme ve bilinçlendirme işlevi vardır. Tarihî konuları ele aldığı pasajlarda da bu gaye göze çarpar. Türklerin tarihe nam salmış kahramanlıkları, üç kıtaya hükmedişi ve gittiği yerlerde sağladığı huzur ortamı yazarın dikkatindeki önemli bir husustur. Kafkas romanında Kaplan Bey’in annesi Şirinşah: “Ağzımdan çıkan sözler bir kahraman milletin, bir kahraman validesi ağzından

çıkan sözlerden başka bir şey değildir.” (KAF, s. 118) diyerek söylediği sözleri milletin

Ahmet Mithat’ın zihin dünyasında Osmanlı millet olarak diğer milletlerden farklıdır. Bu karşılaştırmayı yaparken karşılaştırmanın diğer tarafında daima Avrupa vardır. Dönemin şartları içerisinde Fransız İhtilali’nin etkileriyle Osmanlıdan ayrılan uluslar göz önüne alındığında yazarın etkilendiği durum anlaşılır hâle gelir. Yunan’ın, Bulgar’ın, Arnavut’un tek tek Osmanlıdan ayrılması, gittikçe zayıflayan millî bağlar, Osmanlı ruhunun hatırlanmasını gerektirir. Bu nedenle yazar bu ruhu hatırlatmak adına Osmanlıdan ayrılan ulusları dikkatlere sunar.

Arnavutlar Solyotlar romanı Bulgarların Osmanlıdan ayrıldıktan sonra düştüğü

durumu bildirmekle başlar. Levent Herald gazetesinde çıkan bir tefrikada hamiyetli Bir Bulgar tarafından Devlet-i Aliyye’den ayrıldıktan sonra Bulgarların düştüğü durum anlatılır. Yazar da bu makaleyi örnek göstererek Osmanlının bulunduğu topraklarda sağladığı huzur ortamının bir daha bulunamayacağı tezini işlemeye başlar. Makalenin özeti anlatıcı tarafından şöyle aktarılır:

“Şayet eslâfımız makalenin hükmünü bilmek arzusuna düşerse şu kadarcık bir ihtarla iktifa ederiz ki bu makalede hamiyetli Bulgar doğrudan doğruya idâre-i devlet-i aliyyede bulundukları zaman Bulgarların ne derece-i bahtiyârisî neden ibaret bulunduğunu mufassalan hikâye eyledikten sonra Avrupa müdahalesiyle güya kendilerini Osmanlı boyunduruğundan kurtardıktan sonra Avrupa siyasiyyûnu elinde nasıl bir muhâdaât-ı siyâsiyye bazîçesi olup kaldıklarını ve eski rahatları nasıl zayi olarak ne yolda maddî manevî felâketlere uğradıklarını vatandaşlarının nazar-ı ibret ve intibahlarına arz eyliyordu.” (AS, s. 5).

İhtilalin akabinde değişen dünya düzeni çok uluslu imparatorlukların yıkım sürecini hızlandırmıştır. Osmanlının askerî, teknolojik, ekonomik ve bilimsel birçok alanda Avrupa’nın gerisinde kalması bir yana sürekli toprak ve güç kaybetmesi halkta umutsuzluğa neden olmuştur. Halktaki bu umutsuzluk ancak millî romantik hassasiyetlerle giderilebilir hâle gelmiştir. Dolayısıyla Osmanlıdan ayrılan uluslara karşı hem bir öfke hem de bir acıma duygusu sezilir. Bu acıma duygusunun odağında Osmanlı devletinin insani vasıflarının yüksek derecede olduğu, Osmanlı dışındaki kavimlerin bu anlamda sorunlu olduğu iddiası ön plana çıkarılır. Psikolojik olarak moralleri güçlü tutmak adına eldeki değerleri savunma içgüdüsüyle kayıpların gerçekçi bir analizinden çok romantik bir tasavvura sığınma fikri belirir. Ahmet Mithat’ın muhafazakâr romantik tavrı ideal âlem tasavvurundaki gelenekten gelen değerleri ve millî anlayışını devam

ettirmek için araç konumundadır. Eserlerindeki temalar esaslı bir Osmanlı mirasının ürünü olsa da bütün gerçeklik iddialarına karşılık romantik kalır.

Arnavutlar Solyotlar romanında Osmanlıdan ayrılan ulusların bir değerlendirmesi

ve bunların ayrılış nedenleri de tartışılır. Osmanlının gayrimüslimlere karşı özenli tutumu sayesinde yüzyıllarca birlikte yaşama imkânı bulunmuş; fakat yine de bu ulusların Osmanlıdan ayrılmaları engellenememiştir. Osmanlının gayrimüslim politikasına yapılan eleştirileri değerlendiren yazar, bu politikanın kimilerince yanlış gibi görülmesini de göz önünde tutarak Osmanlının gayrimüslimlerinin kendi dinlerini yaşamalarına izin vermesini ve kendi hukuk sisteminde kalmalarını yüce bir tavır olarak değerlendirir. Osmanlıyı diğer devletlerden ayıran özellik budur. Zira diğer uluslar kendi halklarına karşı bile baskıcı ve zorba bir tutum sergilerken Osmanlıda böylesi bir zorbalık yoktur. Avrupa siyasetiyle Osmanlı siyaseti bu noktada birbirinden ayrılır.

Ahmet Mithat’a göre Avrupalı devletler büyük bir borç batağında yüzer ve bu devletlerde yaşayan insanlar derin bir yeis içerisindedirler. Osmanlıdan ayrılan Yunan’ın da diğerlerinden farkı yoktur. Osmanlı bünyesindeki Yunanistan ile şimdiki Yunanistan karşılaştırılarak belli sonuçlar elde edilmeye çalışılır:

“Evvelki Yunanistan taht-ı raiyyet-i devlet-i aliyyede kendi imtiyâzât-ı dîniyye ve belediye vesairesi dahilinde dür ve bahtiyardı. Şimdiki Yunanistan yüzlerce milyona varan borcundan istitlâl olunacağı veçhile siyasiyât emvâcı arasında mütemevviç bir Yunanistan’dır ki imtiyâzât-ı mezhebiyye ve belediye vesairesi bizim Fener Rumları derecesinde bulunmadığı Rumların yine kendileri nezdinde muterif ve müsellemdir.”

(AS, s. 26).

Dönemin iletişim kaynaklarının azlığı dikkate alınırsa romanın gücü daha iyi anlaşılabilir. Roman, günün haber kanalı, gazetesi, ansiklopedisi, ders kitabı gibi birçok işleve sahiptir. Bu imkânlardan faydalanan yazar eserini oluştururken okuduğu makalelerden, gazete haberlerinden ve başka dillerde yazılan eserlerden bilgiler vererek romantik gerçekliğe uygun bir zemin bulur. Avrupa ülkelerinde yaşanan ekonomik krizin mahiyetinin aslında olup olmadığının bir önemi yoktur. Önemli olan yazarın tezinin merkezinde olan Osmanlıdan ayrılan ulusların zor durumda olduğu ve Osmanlının nasıl yüce bir devlet anlayışı olduğu fikridir. Bu fikir ekseninde iyi ve olumlu özellikleri Osmanlı ruhuna yansıtan yazar, bunun aksini daima bu ruhtan uzak kalanlara yansıtır. Romanlarının genel şablonu düşünüldüğünde Ahmet Mithat’ın oluşturduğu temalar, olumlu ve olumsuz düzlemde de aynı anlayış içerisindedir. Olumlu karakterlerin tematik

düzlemde sağlam bir Osmanlı insanını yansıttığı, olumsuz karakterlerin ise Osmanlı ruhundan uzaklaşmış ve batının olumsuz özellikleriyle bezenmiş kişiler olduğu görülür.

Kutsiyeti önemsenen ve yüce bir değer olarak sunulan kavramlardan biri de vatandır. Vatanın ne demek olduğunu Kafkas romanının başkişisi Kaplan Bey annesine şu şekilde ifade eder:

“Bir ana için vatan kendi oğlundan kıymetli olursa bir oğul için de vatan kendi anasından daha kıymetli niçin olmasın? Hakikatte ana için en büyük bir tazim, en büyük bir muhabbet, en büyük bir fedakârlık lâzım ise onu sen de, ben de vatanımız hakkında edelim. Zira vatan senin de, benim de anamızdır. Bu hislere mukabil Esma Can’ın kudsiyeti pek küçük kalır anacığım. Moskof kızının ise esamisi bile okunmaz.” (KAF, s.

122).

Kaplan Bey’in vatanı değer olarak her şeyden üstün görmesi yazarın istediği ideal kişinin yaklaşımını gösterir. Romanın başlarında Katerina olayına değinilerek esas yaklaşımın nasıl olacağı vurgulanmaya çalışılır. Romanda bilinçli olarak Kaplan Bey’in Moskof kızı Katerina’ya âşık olduğu ve gözlerinin ondan başka bir şeyi görmediği izlenimi oluşturulur. Kaplan Bey’in bu tavrı etrafındakilerinin tepkisini çeker ve onun bir Rus kızı aşkına millî değerlerinden uzaklaştığı fikrine kapılırlar. Oysa gerçek böyle değildir. Yazar ters bir kurguyla millî değerlerin önemini vurgulama gayretindedir. Kaplan Bey’in esasında sevdiği kişi Esma Can’dır. Fakat annesine yaptığı açıklamada Ne Esma Can ne de Katerina’nın kendisi için önemli olduğunu, vatanı bütün değerlerin üstünde tuttuğunu belirtir. Onun bütün çabası vatanını Moskof mezaliminden kurtarmaktır. Bunun için kendi ideallerinden çekinmeden vazgeçer.

Diğer uluslarla çizilen farkların başında dinî farklılıklar dikkat çeker. Zira Osmanlıyı diğer milletlerden ayıran temel fark İslamiyet’tir. Yazarın millî bilinç noktasında dikkat ettiği en önemli şey olumlu karakterlerin dinine bağlı insanlar olarak çizilmesidir. Birkaç romanında evlilik hususunda İslamiyet ile Hıristiyanlık arasındaki farkları açıklar. Gayrimüslim bir kızla yaşanılan aşkta Müslüman bir erkeğin böyle bir evlilik yapabileceği fikri vurgulanır. Bu fikrin yanında gayrimüslim kızların zamanla İslamiyet’i kabul etmeleri kurgusu ön plana çıkar. Yazarın fikrine göre İslam dini tek ve hak dindir. Dolayısıyla doğru düşünen kişilerin bu dinden ayrı hareket etmeleri mümkün değildir. Gönüllü romanında Recep Köso karakterinin Filomene ile ilişkisinde dinî farklılıklar önemli bir engel olarak ortaya çıksa da hem İslam dininin böyle bir evliliğe izin vermesi hem de sonrasında Filomene’in Müslüman olması bu engeli aşmalarını

sağlar. Çağın Hıristiyan anlayışı İslam dinine göre daha kuralcı ve zorba bir din olarak çizilerek İslam’ın güzel tarafları resmedilmeye çalışılır.

Ahmet Mithat’ın romanlarında Osmanlı daima diğer milletlerden ulvi değerlere sahip özel bir millet olarak resmedilir. Yazarın sentezlediği yeni âlem tasavvurunda gelenekten gelen değerler ve Osmanlının millî özellikleri Batı’nın ilmiyle ve olumlu özellikleriyle harmanlanarak mükemmel bir hâle ulaşır. Ahmet Mithat’ın romanlarında özellikle yakın geçmişten bahsedilerek son dönemde yaşanan olumsuzlukların arka planı gösterilmeye çalışılır. Osmanlı daima diğer uluslara bir huzur ortamı sağlamışken çeşitli siyasi oyunlarla millî birlik ve dirlik bozulmaya başlamıştır. Dönem içerisinde olumsuz fikre kapılan veya bilgi seviyesi düşük olan halka Osmanlının ideal durumu gösterilerek roman türü vasıtasıyla halkta millî bilinç oluşturma gayretleri görülür. Yazar, romantizmin milliyetçi yönünü değerleri oluşturmada ve hatırlatmada bir araç olarak kullanır.

Mizancı Mehmet Murat’ın Turfanda mı Yoksa Turfa mı isimli romanı romantiklerin tarihe sığınmalarına örnek gösterilemez. Fakat işlediği konu açısından romantizmin millî bilinç oluşturmadaki rolünden doğrudan etkilenir. Romanın ön sözünde de yazar eserini, “(millî roman) tavsifine (nitelemesine) lâyık bir eser” (TYT, s. 10) şeklinde tanıtarak eseri yazmadaki gayesini açık eder. İdeal bir tip olarak çizilen Mansur karakteri etrafında işlenen temalar yazarın ideal devlet tasavvurunun birer yansımasıdır. Eğitim, kalkınma, yönetim şekilleri, toplumsal yapı gibi birçok konu romanda işlenerek olması gerekenler üzerinde durulur. Bahsi geçen konular, yazarın modern fikirlerinin kurgu aracılığıyla gerçekleştirilmeye çalışıldığı bir ütopya gibi de okunabilir.

Osmanlı zamanında yıllarca işlenmemiş Anadolu toprağı yazarın fikirleriyle modern bir yapıya kavuşturulmak istenir. Bu nedenle romanın başkişisi Mansur