• Sonuç bulunamadı

II. Türk Romanının Doğuşu ve Gelenekle İlişkisi

1.2. Melankoli

1.2.5. Gotik Romanın Arka Merdiveni: Kara Romantizm

Bireyin iç dünyasına yoğunlaşan romantikler, insanın sadece iyi yanının olmadığını karanlık ve kasvetli yönlerinin de bulunduğunu keşfettiler. “Dark Romanticism” diye adlandırılan kavram ilk olarak Mario Praz’ın The Romantic Agony isimli eserinde geçer. Romantizmin aydınlanma karşıtı duruşunda saldırdığı alanlardan biri puritan edebiyattır. Puritan edebiyatın incil ve öğretilerine yoğunlaşmasına tepki olarak aşkıncı romantikler insanın iç dünyasına yöneldiler. Klasiğin sunduğu iyilik ve

erdemin karşısına kötülük ve günah ögelerini koydular. Kara romantizm, günah ve kötülük gibi olgularla ilgilenen romantik bir alt tür olarak kabul edilir.

New World Encyclopedia’da kara romantizm, on dokuzuncu yüzyıl Amerika’sında popüler olan transandantal (aşkıncı) felsefi akımından etkilenerek ortaya çıkan bir edebî alt metin olarak değerlendirilir (New World Encyclopedia, 2017). Transandantalistler, insanın iyi yönlerine odaklanırken kara romantikler insanın kötücül yanlarını, kötülüğe meyilli olan taraflarını ön plana alırlar. Böylece kara romantik eserlerde karanlık atmosferler, günah, işkence, yıkım gibi temalar ön plana çıkmaya başlar. Kara romantikler gotiğin etkisi altına da girerek gerçekliği yeni baştan inşa ederler. Bu yeni gerçeklikte insanın kuytu köşelerde kalan gizemli yanları ele alınır.

Kara romantizmin karşısında aydınlık romantizm bulunur. İlk dönem romantiklerinin insanın iyi yönlerine eğilimli olmalarına karşın kara romantikler insanın doğasındaki kötü yönleri fark ederler. “lıght romanticism” olarak beliren aydınlık romantizm teriminin içeriğinde hep iyi yönleri görme eğilimi vardır. Onlar, geçmişte ve gelecekte hep iyi yönleri görürler (Dinçer, 2009: 220). Kara romantikler ise geçmişe dönük saplantılı bir hâl içerisindedirler. Geçmişin kötü günleri onları daima takip eder, bu sebeple de geleceğe karşı da ümit duygusu taşımazlar. Onların hayatı daima bir yıkım ekseninde gelişir.

Türk edebiyatında kara romantizm üzerine yapılan bir tez ve bir makale dışında herhangi bir çalışma bulunamamıştır. Aslı Tekinay tarafından Boğaziçi Üniversitesi’nde 1991 yılında yapılan Dark Romanticism adlı doktora tezinin yanında Figun Dinçer’in The

Lıght And Dark Romantic Features In Irvıng, Hawthorne And Poe isimli makalesi yer

almaktadır. Batı’da yapılan çalışmalar arasında da G. R. Thompson’un The Gothic

Imagination: essays in dark romanticism isimli çalışması dikkat çeker. Thompson’un

eserinde gotik kurmaca ile kara romantizm arasındaki yakınlığa vurgu yapılır. Türkiye’de gotik üzerine yapılan çalışmalarda Türk romanının gotik ile ilgisi Hüseyin Rahmi’nin

Gulyabani ve Mezarından Kalkan Şehit eserleriyle başlatılır (Yücesoy, 2007: 58, Polater,

2015: 81). Ayrıntılı bir çalışmayla gotiğin ilk etkilerinin Sami Paşazade Sezai ve Halit Ziya’da da görülebileceğini söylemek mümkündür. Bu dönem eserlerindeki gotik etkiler daha çok kara romantizmden kaynaklanmaktadır.

Kara romantizm ile gotik edebiyat birbirine benzer gibi görünse de gotiğin yönelimi daha dehşet vericidir. “Bireyin iç dünyasını anlama çabasının önem kazandığı

dünyanın karmaşık esrarengiz, hatta korkunç ve vahşi olduğunu sezdiler; bunlar, sanatçıların Ortaçağdan esinlendikleri unsurlardı. Ortaçağ’ın kasvetli gotik mekânları, insanın iç karmaşasını, korku ve gerilimlerini anlatmak için sanatçılara ideal göründü.”

(Koçsoy, 2010: 92). Romantizm sayesinde gotik edebiyatın seviye atladığını da belirtmek gerekir.

Gotik romanda korkulu ve gizemli bir ortam yaratarak çeşitli doğaüstü olayların etkisiyle okuyucuda heyecan uyandırmak ve okuyucuyu dehşete düşürmek esastır (Urgan: 1991: 109). Romantiklerin Orta Çağ’ı bir kaçış zaman dilimi olarak kullanmaları gotikle karşılaşmalarını sağlar. Fransız Devrimi’nden sonra klasiğin karşısında yeniden dirilen gotik, romantizmle de sıkı ilişkiler içerisine girer. Ayrıntılı istatistiklerde Fransız İhtilali’yle gotiğin yükselişinde bir bağ olduğu anlaşılır. Devrim karşıtlarını yok etmek için yapılan “Eylül Katliamı” gotiğin zirve yaptığı döneme tekabül eder (Özkaracalar, 2005: 17). Bu dönemde birçok romantik yazar da gotik romanlar yazar. Romantik felsefenin en önemli isimlerinden Shelley’in eşi Mary Shelley’in Frankenstein adlı eseri en çok dikkat çeken eserlerdendir.

Temelde korku ögesinin ağır bastığı gotik, romantizmin bireye dönük eserlerinde yer edinir. Türk edebiyatındaki korku ögelerinin mitoloji ve destan çağından başlayarak olağanüstü özelliklerle donatılmış örnekleri mevcuttur. Erlik, Tepegöz, Alkarası, Karabasan gibi örnekleri çoğaltılabilecek birçok doğaüstü gotik özellikler taşıyan varlıklar mevcuttur. Tanzimat dönemi yazarları gelenekte var olan gotik unsurları kullanma yolunu seçmezler. Onlar özellikle roman türünü gerçekliğe yakın bir noktaya oturtmak istediklerinden bu durumdan bilinçli olarak kaçınırlar. Ahmet Mithat’ın Çengi romanı bu duruma en güzel örnektir. Romanda yer alan Dâniş Çelebi karakterinin en önemli kusuru yanlış bir aile eğitimine sahip olmasıdır. Onun yanlış aile eğitiminde ön plana çıkan şey masallardaki doğaüstü durumlardır. Yazarın bu romanı yazmadaki amacı, doğaüstü olayların etkisiyle büyüyen çocukların gerçek hayatla olan bağlarındaki zayıflığı göstermektir. Nitekim romanın başında Dâniş Çelebi’nin eğitim sürecinde etkili olan kitapları bilinçli olarak açıklayarak edebiyatın yönünü değiştirmekteki çabasını da ortaya koymuş olur:

“Saliha Molla, oğlu Dâniş Beyi kendi hanesinde kendi kendisine okutup, bayağı okur yazar ve okuduğunu anlayıp yazdığını anlatır bir dereceye isal eylemiştir. Fakat ne fayda ki çocuğun eline geçen kitaplar Hamzaname ve Elfü’l-Leyl ve Muhayyelât-ı Aziz Efendi ve Ebu Ali Sina gibi hep sihir ve ilm-i simya ve cin ve peri hikâyat-ı garibesini

mübeyyin şeylerden ibaret olmasıyla bunlar dahi Dâniş Çelebi’nin evham ve akaidine kuvvet vermekten hâlî kalmamıştır. İhtisâr-ı kelâm yirmi yaşından sonra Dâniş Çelebi, bir hâle geldi ki yanında birisi dişlerini gıcırdatarak bir savt-ı acîb ile homurdanarak ‘Ben filân cinnîyim’ diye haber verecek olsa, derhâl inanır, korkusundan beti benzi kireç kesilirdi.” (Ç, s. 10).

Çengi romanında yer alan ironik üslup Dâniş Çelebi gibi karakterlerin yeni

edebiyatta yer edinmeyeceğini gösterir. Ahmet Mithat’ın idealist kurgu dünyasında gizeme ve akıldışı olaylara yer yoktur. Bu durum Tanzimat dönemi yazarlarının hepsinde gözlemlenir. Realizme doğru evrilen son dönemde bireylerin iç dünyaları ve melankolik temalar ortaya çıktıkça gotiğe ve kara romantizme benzer durumlar da görülmeye başlanır. Bu anlamda öncelikle Sami Paşazade Sezai’nin Sergüzeşt isimli romanında kasvetli görüntüler ortaya çıkar. Dilber’in Esirci kadın tarafından götürüldüğü harabe yapı adeta Orta Çağ’ın dehlizlerini hatırlatır:

“…tarihi belli olmayan ve çoğu zaman yeniçeri tahriplerine ve zulümlerine isnat edilen yıkıcı, müthiş bir ateşin külü olarak duran bir yangın harabesi; gerilmiş iki büyük kanat gibi, güneş ışığının girmesine engel olan uzun saçaklarla, içinde tesirli bir rutubet hissedilen ve yine o rutubetin tesiriyle sıvaları dökülmeye başlamış karanlık bir sofasından geniş bir bostan; bostanın sonunda Ortaçağın vahşî yerlerinden olan dehşetli bir zindan görünüyor…” (SER, s. 25).

Evin tasviri sayfalarca sürer. Bu tasvirlerde öne sürülen figürler içerisinde Orta Çağ’ın vahşi görüntüsünden bahsedilmesi dikkat çekicidir. Gotik mimari özellikle Orta Çağ’da etkilidir. Onun bu görüntüsü edebî eserlere preromantik dönemle birlikte girer. Esir kızların harabe bir evde tutulması, evin dış görüntüsü bilinçli bir etkilenme ürünü olarak kara romantik bir atmosfer oluşturur. Dilber’in küçük bir kız olarak böylesi bir evde yaşadıkları heyecan ve gerilim unsurlarını arttırarak bu küçük esir kıza olan acıma duygusunu da had safhaya ulaştırır. Dilber’in bu harabede aklından geçen tek şey korkudur. Korku dolu anlar gittikçe daha olağanüstü bir hâl alarak kendisini hissettirir. Bu sefer ortaya çıkan figürler baykuş, hayalet gibi gotik edebiyatın önemli figürleridir:

“Baykuş ötüyordu.

Bu eve geldiğinden beri daima bahsi tekrarlanan hayaletlerin, gecenin derin karanlığı ve ancak o azametli kubbesini gösteren kesif sisleri içinde tek başına duran zindan tarafından ayak sesleri gelerek, gittikçe yaklaşıyordu. Saçları ürpermeye başladı.

Hatırına hemen kapıdan çıkıp bütün kuvvetiyle koşarak, esircinin odasına kaçmak geldi. Bu teşebbüsü için de zaman geçmişti. Zira kapı artık hayaletler tarafından büsbütün istila edilmişti. Pencereyi açıp pek yüksek olmayan bahçeye atlamak için yüzünü camların tarafına çevirdi.

Baykuş ötüyordu.

Başını yorgana sararak yattı. Elleriyle kulaklarını kapadı. Faydasız! Gece hayaletlerinin pencerelerden kahkahaları, kapıdan konuşmaları işitiliyordu. Asabi bir buhran ile yastıktan başını kaldırıp her tarafı dinledi. Bu sefer bütün sesler kesilmişti.”

(SER, s. 31).

Dilber’in yaşadığı durum bir vehimden ibarettir. Ortada bir hayalet yoktur. Fakat harabe mekân ve baykuş öğesi hayalet fikrini doğal olarak ortaya çıkarır. 1720 ile 1740 yılları arasında İngiltere’de ortaya çıkan “Mezarlık Ekolü” olarak bilinen şairlerin eserlerinde de baykuş, karanlık ve puslu dehlizler önemli bir figürdür (Polater, 2015: 38). Yazarın Dilber’i böyle bir ortamda sınaması bilinçli bir tercihtir. Roman boyunca Dilber’in esaretinin ön plana çıktığı durumlarda baykuş, karanlık, mezar, ürperti gibi kötülüğü ve korkuyu çağrıştıran ögelerle karşılaşılır.

Celal’le olan ilişkisi öğrenilip evden gönderildiğinde Dilber, bir mezarın ayağı üzerine düşer ve ağlamaya başlar. Yine Celal de Dilber’i aramaya çıktığında aynı mezarın başında karşılaştığı ameleden Dilber’in oradan geçtiğini öğrenir. Mezar figürü biten aşkın bir göstergesi olarak kullanılır. Dilber’in dramatik yaşantısında kara romantik ögelerin dikkatlice kullanıldığı ve esaret mevzusunun da bu ögelerle beslenerek romanın, gotik geleneğe hizmet ettiği görülür. Çünkü kara romantizmin ve gotiğin arkasında yatan fikir, düzen eleştirisidir. Yazarların kurduğu bu gizemli, kasvetli ve korkutucu dünya dönemin itilmiş insanlarının hâlini çarpıtıcı bir hâle getirmek için kullanılır.

Kara romantizmin önemli uygulayıcılarından biri de Halit Ziya’dır. Onun özellikle İzmir dönemi romanlarında bu etki açıkça hissedilir. İlk romanı Sefile barındırdığı gotik ve kara romantik unsurlarla hayli dikkat çekicidir. Romanın kişilerinin fuhuş bataklığına batmış kişiler olarak seçilmesi toplumun çürüyen insani ilişkilerini göz önüne sermek için önemli bir olanak sağlar. Aynı tema Ahmet Mithat’ın Henüz 17

Yaşında isimli eserinde de geçer. Roman karakterleri Mazlume ve İkbal bu kitabı

okuyarak romanın ismini telaffuz ederler. Henüz 17 Yaşında romanında fuhuş konusunun sadece gayrimüslimlere has bir durum gibi gösterilmesine karşın Sefile’de bu tema insani bir durum olarak çizilir.

Başkişi konumundaki Mazlume’nin hayatı çocukluğundan başlayarak kasvetli bir biçimde sunulur. Özellikle annesini kaybettiği gece onun ruh dünyasını olumsuz bir şekilde etkiler. Bu gecenin tasvirinde korku ögeleri dikkat çekici bir şekilde yer edinir:

“Ne Istıraplı gece! Ne hazin bir hal!

Bu uzun kış gecesinin kısm-ı azamı (büyük kısmı) şu surette geçmişti ki bir aralık derin bir nefes Mazlume’yi titretti. Kızcağız kemal-i havfla (büyük bir korkuyla) yatağının içinde doğruldu. Etrafında garip bir dehşet hüküm sürmekteydi. Mazlume harekete cesaret edemedi.

Hariçte şedit (şiddetli) bir fırtına, mahuf (korkunç) sadalar, acı acı feryatlar husule getiriyordu.

Yağmurlar pencerelere çarparak nüzul etmekte (inmekte), korkunç birtakım sadalar çıkarmaktaydı. Kandilin ziya-yı hafifi (hafif ışığı) tenakus etti (azaldı), Mazlume’yi bu dehşetli odada nîm bir zulmette (yarı karanlıkta) bıraktı…

Bu esnada müthiş, şedit bir ra’dı müteakip (şiddetli bir gökgürültüsünün ardından) şimşekler çakmaya, kâinata, mahuf (korkunç) bir inilti arasında cehennemî ziyalar saçmaya başladı.

Mazlume birdenbire kalktı. Zangır zangır titreyerek yatağından fırladı. Fakat daha ileriye gidemedi… o esnada çakan bir şimşeğin ziyasıyla hastanın yatağında bir çift gözün nigeran (bakmakta) olduğu müsadif-i nazarı oldu (gözüne ilişti)… Kızcağız çıldırıyordu.” (SE, s. 26).

Küçük bir kızın annesinden ayrılış süreci korku ögeleriyle güçlendirilerek zihinlere kazılır. Gecenin nihayetinde Mazlume, ölmüş annesinin cesedi üzerinde ağlayarak resmedilir. Bu kaybın neticesinde devamlı sinirsel problemler yaşayacak olan Mazlume, toplumun duyarsızlığıyla fuhuş bataklığına doğru sürüklenir.

Fuhuş bataklığının bir diğer temsilcisi olan İkbal’in odası daima karanlıklar içerisinde resmedilir. Onun yaşadıkları Mazlume üzerinde etkili olur. İhsan’la olan ilişkisinin ağır melankolik ögeler taşıdığı görülür. İkbal’in hastalanması ve akabinde ölüme yakın olan süreçte yüzünün bakılamayacak hâle gelmesi, bir anlamda ucubeye dönüşmesi dikkat çekicidir. Roman boyunca korku, günah ve karanlık ögeleriyle süslenen atmosfer romanın sonunda gotik ögelere dönüşür. İkbal’in ölümünden sonra İhsan’la ilişki yaşayan aslında tecavüze uğradıktan sonra tecavüzcüsüyle aşk yaşamak durumunda kalan Mazlume, İhsan’ın alkolik tutumuyla itilip kakılır. Kendisini bir anda başka erkeklerin yataklarında bulan Mazlume, hayatın sürüklediği zavallı bir kız olarak

resmedilir. Her şeyini kaybedip bir eve sığınır. Sığındığı bu ev korkunun ve dehşetin taşıyıcısı olacaktır.

“Bu ev sükûnetin hüküm-ferma olduğu (hüküm sürdüğü) bir sokakta kâin idi (bulunuyordu) yahut burası bir kalenin harap bakıyyelerinin (kalıntılarının) hücrelere taksimiyle (bölünmesiyle) hâsıl olmuş bir mahal idi.

Burada sefalet, şemsin (güneşin) en parlak ziyalarını bir sütre-i zulmanî ile (karanlık bir örtüyle) örterdi. Burada hayat hazin bir sükût içinde geçerdi. Burası fuhşun sefaletlerini, mezelletlerini (alçaklıklarını), çirkinliklerini sakladığı bir mezbele-i beşer (insan çöplüğü) idi.” (SE, s. 180).

Mazlume’nin düştüğü bu yerde toplumsal yaşamdan kovulmuş, ötekileştirilmiş insanlar yaşarlar. Bu yeri simgeleyen kelimeler; sefalet, pislik, sıkıntı ve karanlıktır. Mazlume, düşebileceği en derin kuyuya düşer. Kanlar içinde düşürdüğü bebeğiyle atmosfer gittikçe gotik ögelere bürünür. Mazlume’nin bu pis çukurda yapabileceği son bir hareket kalır. Kendisini görmeye gelen İhsan’a bütün öfkesini kusar ve onu hunharca öldürür:

“Mazlume seri bir hareketle İhsan’ın üzerine atıldı. Yılan gibi bu vücuda sarıldı. Dişleriyle boğazını yakaladı.

Sefaletin vahşî ettiği (insanlık dışına çıkardığı) bu iki sefil arasında hayvancasına, hun-rizane (kan dökücü) bir mücadele başladı. İkisi de sükût ediyor, yalnız boğazlarında boğuk hırıltılar çıkıyordu.

Nihayet Mazlume ayağa kalktı. Vahşi bir canavar gibi İhsan’ın damarlarını parça parça etmiş idi.

İhsan Mazlume’nin ayakları altında, kanlar içinde yatıyordu. Mazlume hayatını zehirleyen bu vücudu bir cellat, vahşî bir müntakim (insanlık dışı bir öç alıcı) gibi bir hayli müddet temaşa etti (seyretti).

Gözlerinde vahşî bir nazar, dudaklarında kanlar vardı. Birdenbire genç kızın vücudu İhsan’ın soğuk cesedi üzerine düştü.” (SE, s. 184).

Bu sahne okununca akla ilk gelecek tema şüphesiz vampir temasıdır. Mazlume’nin intikamı açık bir vampir tavrıyla karşılık bulur. Batı edebiyatında kaynağı 17. yüzyıla kadar dayanan vampir motifi İslamiyet öncesi gelenekte yer alırken İslami gelenekte yeniden dirilme düşüncesi yer almadığı için işlenmez. Osmanlı döneminde Kazıklı Voyvoda gibi tarihî karakterlerde vampire dair izleri görmek mümkündür. Esas ününe Bram Stoker’in Dracula isimli eseriyle kavuşan vampir ögesinin anlam zemininde

sömürme içgüdüsü yatar. Başkasının kanıyla beslenme figürü aslında sömürü düzeninin yansımasıdır. Mazlume’nin davranışında kanla beslenme gibi bir öge yoktur. O, intikamını bu şekilde alır. Roman boyunca Mazlume ve İkbal, İhsan tarafından sömürülür. Önce İkbal’in tükenişine neden olan İhsan, daha sonra Mazlume’nin hayatını da karartır. İhsan’ın akabinde yalnız bir kadın olarak sokaklarda dolaşan Mazlume’ye neredeyse bütün erkekler cinsel bir faydalanma nesnesi olarak bakar. Dolayısıyla Mazlume’nin davranışı bu sömürülme hissine karşı bir tepki barındırır. Dudaklarının kanlı olması ve vahşi bir yaratığa benzetilen Mazlume’ye vampir ismi konulmasa da bu fikri doğuran ipuçlarını kuvvetli bir şekilde bünyesinde barındırır.

Sefile romanında toplumsal eleştiri kara romantik ögelerle beslenir. Mazlume’nin

insanların yüzlerine bakarak: “Beni ne yaptınız?” (SE, s. 175) ifadesiyle içten içe kendisini ortaya koyması ondaki toplum dışına itilmiş çaresiz bir kadın sembolünün göstergesidir. Rahime Hanım dışında herkes onu sömürür. Bu sömürünün neticesinde İhsan’ın boğazını dişleyerek parçalaması onun verdiği tek tepkidir. Bu tepki içeriğinde derin analizler barındıran kara romantik ve gotik izler taşır.

Halit Ziya’nın daha sonraki romanlarında da belirgin özelliklerden biri kahramanların kendilerini yıkma eğilimidir (Finn, 2003: 165, Ünlü, 2016: II). Kara romantizmin en belirgin özelliği kahramanın kendisini yok etme eğilimi olarak açıklanabilir. Nemide ve Bir Ölünün Defteri romanlarında başkişilerin kendi yıkım süreçlerini hızlandırdıkları gözlemlenir.

Bir Ölünün Defteri romanında Osman Vecdi’nin Hüsam’a bıraktığı hatıralarını

yazdığı kara kaplı defter, Hüsam tarafından onun ölmüş bedeninin başında okunur. Osman Vecdi’nin odası yine karanlıklarla kaplıdır. Bu ölü beden tarif edilirken kara romantik etikler hissedilir:

“Bu yarı zulmet, bu alevler, beyaz bir gömlek içinde bütün etleri dökülmüş bir kadid (iskelet) şeklini andıran bu vücuda geceleri rüzgârlar inlediği, şimşekler tutuştuğu zaman zulmetler içinde görülüyor zannolunan heyulalar gibi bir hayal şeklini veriyordu.”

(BÖD, s. 23).

Osman Vecdi, savaş sırasında tek kolunu kaybeder. Bu onun görüntüsünün farklı bir hâl almasını sağlar. Kendisini bir ucube gibi göstermekten gizli bir zevk alır. O, hayattan alamadıklarının intikamını insanların zihninde kötü imajlar bırakarak alır. Romanın ağır melankolik havası Osman Vecdi’nin olduğu her ortamı bir matem havasına büründürür.

Sefile’de görülen ürpertici mekânın bir benzeri de Ferdi ve Şürekası romanında

yer alır. Sâniha’nın annesini kaybettiği gece tıpkı Mazlume’nin annesini kaybettiği gece gibi korku dolu bir sahneyle aktarılır. Sâniha ile annesinin yaşadığı ev yine bir harabedir. Bu harabe dış etkilere açık fırtına ve yağmurun kamçılamaları karşısında çaresizdir. Annesinin acı inlemeleri, gök gürültüsü, fırtına, yağmur, karanlık ve korku ögeleriyle bezenen bu gece tasvirinde Sefile’deki aynı etki devam eder. Anne kaybının hep bir dehşet içinde sunulması karakterlerin iç dünyalarındaki bu eksikliği ortaya koymada önemli bir araçtır.

Halit Ziya’nın olgunluk dönemi eserleri incelendiğinde karanlık mekân tasvirleri yer almamaktadır. Yalnız karakterlerin kendilerini yıkma eğilimlerinin devam ettiği gözlemlenir. Ahmet Cemil ve Bihter karakterlerinde bu özellik dikkat çekici derecede yoğundur. Bihter’le birlikte günah olgusu tekrar meydana çıkar. Bütün çabalamalarına rağmen günahın pençesinden kurtulamayan Bihter, insanın karanlık yüzünü temsil etmede trajik bir boyut taşır.

Temelde “lıght romanticism” ( Dinçer, 2010:218) diye tabir edilen hayata pozitif bakan ve insanın iyi yönünü görmeye ve vurgulamaya çalışan romantiklere bir tepki niteliğinde doğan “dark romanticism” ( Dinçer, 2010:218) ekolü, insanın salt iyi olmadığı ve kötülükler barındırdığını vurgular. Tanzimat dönemi yazarlarının toplumsal yönü, ideal karakterler oluşturmada kendilerine bir mecburiyet hissi vermekteydi. Ahmet Mithat’ın başkişilerinin ayrıntılı bir incelemesinde görülecektir ki bu kişiler daima iyi özelliklerle bezenmiştir. Onların toplumu eğitmede ideal rolleri mevcuttur. Hem iyi eğitimlidirler hem de gelenekten gelen ahlaki normlara sıkı sıkıya bağlıdırlar. Karşılarındaki kötü nitelikli karakterlere karşı sabırlı ve ölçülüdürler. Her anlamda ideal insan sembolizasyonu olarak belirirler.

Servet-i Fünûn dönemine yaklaşıldıkça bu durum değişmeye başlar. Arık insan saf iyi özellikleriyle çizilmez. Onların karanlık yönleri daha dikkat çekicidir. Sergüzeşt’teki esaret temi üzerinden verilen karanlık ortam ve Dilber’in intiharı değişen bakış açısını gösterir. Halit Ziya’da zirveye ulaşan durum ise artık karakterlerin kusurlu ve karanlık yönlerinin resmedilmesidir. Bu yönüyle Türk edebiyatındaki tutum Batı edebiyatlarındaki tutumla benzerlik gösterir. Nitekim Amerikan edebiyatında ve İngiliz edebiyatında ön plana çıkan transandantal hareketlere ve puritan edebiyata karşı olan tepkinin doğurduğu kara romantizm, Türk edebiyatında da bu şekilde kendisine yer bulmuş olur.