• Sonuç bulunamadı

II. Türk Romanının Doğuşu ve Gelenekle İlişkisi

1.2. Melankoli

1.2.1. Dandy Melankolisi: Tanzimat Döneminde Melankoli

Tanzimat dönemi ilk kuşak sanatçılarının genel manada toplumsal kimliklerinin ön planda olması, eserlerinde ideal karakter yaratma çabaları, bu dönem eserlerinin

melankoliden uzak bir çizgide seyretmesini sağlamıştır. Daha sonraki süreçte realist akımın tesiri ile birlikte bireyselliğin ön plana çıktığı ve buna bağlı olarak melankolik roman karakterlerin fazlalaştığı görülür. Özellikle Tanzimat dönemi romanlarındaki aşırı duygusal tavrın çokluğu Türk edebiyatında melankolinin işlenmesine zemin hazırlar.

Her ne kadar okuyucuya melankolik olarak görünmese de ilk dönem romanlarında ortaya çıkan dandy tipi melankolinin ilk taşıyıcısıdır. Jean Starobinski, melankoli ve

“dandy”yi suç ortağı olarak algılar (2007: 25). Türk romanında züppe tipi olarak da

adlandırılan dandy, Fatih Arslan’ın ifadesiyle geçiş merhalesinin izlerini taşır: “Modern

insandan çok modernleşme sapağındaki evrimini tamamlayamamış bir aratür olarak ‘en yüksek alaturkalıktan en yüksek alafrangalığa birdenbire sıçramış adam’lar şık, züppe, didon, cicibey gibi sıfatlardan snop, dandy, bobstil, monşer, entel gibi onlarca adlandırmayla beraber ama hep aynı belirsiz, komik, ötekileşmiş biçimleriyle var olmuşlardır.” (2012: 61). Tanzimat dönemiyle birlikte ortaya çıkan bu mirasyedi tipi

temelde ilk kırılmanın örneğidir. Dönem romancılarının ideal tiplerinin ideal görünüşü, mirasyedi tipinin aşırı ironikleştirilmiş gülünç hâliyle daha fazla belirginleşmiştir. Felatun Bey İle Rakım Efendi romanının isim analizi yapılırsa romanın başkişisi olan Rakım’ın isminin Felatun’dan sonra gelmesi yeni insan tipine doğru evrilmenin ipucunu gösterir. Kırılmanın gerçekleşmeye başladığı bu yeni insanın sıfatı da “Efendi” değil “Bey” olacaktır. Felatun’un dışında Karnaval romanındaki Zekayi ve Araba Sevdası’nın Bihruz’u da bahsi geçen karakterlere örnektir. Birbirlerinin yansıması olarak bu kişilerin benzer kırılmanın odağında olduğu dikkat çeker. İlk dönem Türk romanı denilince Felatun ve Bihruz isimlerinin ön plana çıkması da onların genelden ayrılışlarının önemli bir kanıtıdır. Bahtiyarlık romanında da değişen beğeniler aynı düşünceyi destekler niteliktedir:

“Neticei kelâm Frenklikten başka hiçbir şeyi beğenmez bir adam olmuştu. Hatta cihanda kendisinden başka hiç kimseyi beğenmediği halde kendisinde dahi beğenmediği yalnız bir şey olup o da Osmanlı doğmuş bulunmasından ibaretti.” (B, s. 18).

Beğenilerin değişmesi ve yaşanılan ortamın farklı beğenilere açık olması tezat bir durum oluşturur. Kişilerin uyumsuzlukları buradan ileri gelir. Bariz bir melankoli olarak görünmese de fark edilmesi gereken nokta yaşanan kırılmanın niteliğidir. Bu kırılma daha sonrasında toplumdan tamamen soyutlanan insanları ve onların derin melankolilerini doğuracaktır.

Felatun Bey İle Rakım Efendi romanında önce Felatun anlatılır. Çünkü yabancı

olan, bilinmeyen kişi Felatun’dur. Rakım herkesin aşina olduğu bir tiptir. Ahmet Mithat’ın bir kırılma figürü olarak Felatun’u seçtiği ve ideal tip oluşturmada toplumdan kopuş özelliği gösteren birine muhtaç olduğu ortadadır. Felatun’un kendi benine yönelen tutumu hayatı kendince yorumlamasına neden olur. O, birçok bakımdan Rakım’dan farklıdır. Çalışmaya verdiği önem, toplum içerisindeki hareket ve tavırları, yarım yamalak eğitimi ve buna mukabil Fransızca ve Türkçe arasında kalmış dili gelenekten kopuşun gülünç hâllerini doğurur. Melankolik özne, yaşadığı çağla bir uyumsuzluk içindedir. Ve bu kişilerin hayatı daima bir yıkıma doğru sürüklenir. Felatun’un romanın sonunda her şeyini kaybetmesi kaçınılmaz bir hâldir. İlk dönem romanlarındaki mirasyedi tiplerin hepsinde bu yıkım mevcuttur.

Araba Sevdası romanının başkişisi Bihruz da aynı özellikleri gösterir. Bihruz,

züppe tipinin en kapsamlı örneğidir. Onun da hayatı yorumlayışında yaşadığı aksaklıklar toplumla olan bağının ne denli zayıf olduğunu gösterir. O, kendi dünyasının anlam aralığını ötekiyle eşleştirmeye çalışırken kaybettiği frekansın farkında değildir. Bu kişiler hâlleri itibariyle gülünç gibi görünseler de toplumdaki çözülmelerin ironiyle açığa çıkarılmaya çalışıldığı tipler olarak dikkat çeker.

İntibah romanındaki Ali Bey, diğer karakterler gibi mirasyedi olmasına rağmen

gülünç olmayan bir kişilik gösterir. Bu romanda en çok göze çarpan unsurlardan biri özellikle Ali Bey’in ruhundaki melankolik hâldir. "Romantizm'in sanatçılarına, yazar ve

şairlerine göre gerçek esin ve coşku melankoliden, insan ruhundaki endişe krizinden, ruhsal çöküntüden doğar." (Alkan, 2006: 63). Melankolinin ve yoğun duygulanımın en

önemli sebeplerinden biri, yazarın eseri evrensel boyuta taşıma iddiasıdır. "Sanatta

evrensel olan, insanın duygu ve ihtiraslarıdır, düşünceleri değildir." (Kantarcıoğlu, 2009:

120).

Bu dikkatle İntibah romanına bakıldığında Ali Bey’in melankolik hâlini daha romanın başında görmek mümkündür. Babasız büyümek, toplumdan, sosyal hayattan uzak kalmak Ali Bey’in farklı bir mizaca sahip olmasını sağlar. Daha önce belirtildiği gibi Ali Bey’in ilk Çamlıca gezmeleri kendi ruhsal durumundan kaynaklı bir kaçıştan kaynaklanmaktadır. Fakat esas melankolik tavır, Mehpeyker’i ilk görüşünden sonra başlar. Arkadaşlarından öğrenerek herhangi bir arabaya doğru yaptığı hareket onu içten içe utandırır. Ardından arabadan aldığı karşılık üzerine Çamlıca Tepesi’ne tekrar gidişinde aynı arabayı orada göremez. Bu durum ruhunda derin bir yara açar. Karşıdaki

kişiyle sözleşmediği hâlde o kişiyi orada görmemesinin ruhunda oluşturduğu teessürü anlamak güçtür:

“Bu cihan-ı mihnette (mihnet dünyasında) kim vardır ki bir gece tenha (yalnız) kalsın, bir endişeden dolayı uykusunu kaybetsin, o hâlde cihanı, nefsini, ef’alini (hareketlerini), sevabıkını (geçmişte yaptıklarını) düşünsün de milletimizin en büyük edib, en büyük hakîmi olan bir zatı muhatap ederek (Heyhat!.. Sözün ayn-ı savap (tamamen doğru) imiş. Âleme geldiğime ben de pişman oldum) demesin!” (İ, s. 45).

Daha ilk günden itibaren dünyaya geldiğine pişman olan Ali Bey, hastalıklı ruhsal yapısıyla romantik mizaca uygunluk gösterir. "Goethe'ye göre, romantisizm çağın

hastalığıdır. Romantik edebiyat, sübjektif ve patolojiktir; klasik edebiyat ise objektif ve sağlıklıdır." (Kantarcıoğlu, 2009: 131). Çağın hastalığı, hastalıklı karakterlerin edebî

eserlerde boy göstermesine neden olur. Mehpeyker’le olan ilişkisi süresince bu hastalıklı hâlini ortaya koymayan Ali Bey, ortaya çıkan ilk olumsuz durumda şüpheci tavrıyla ön plana çıkar. Mehpeyker’e üç gün boyunca gelmeyeceğine dair söz verdikten sonra dayanamayıp soluğu sevgilisinin evinde alır. Burada Mehpeyker’i göremeyince kafasında onu durmadan kemiren düşünceler ortaya çıkar. Sabaha karşı eve gelen Mehpeyker’i hiçbir şekilde dinlemeyerek onu suçlu ilan eder. Onun bu şüpheci tavrı Mehpeyker’den ayrılmasına sebep olur. Karakterine ait bu satırlar onu ele verir:

“Mizacı (yaratılışı) ise ülfetten inhimake (yakınlık duymaktan tutkuya) ne kadar sühuletle tebeddül ederse (kolaylıkla dönüşürse) muhabbetten (aşktan) nefrete dahi o kadar süratle intikal eylediğinden (geçtiğinden) evvel ve ahir (eninde sonunda) bir gün gelip de kelâl (bıkkınlık) vermesi umur-ı tabiiyeden (tabiî işlerden) olan sevda-yı bî- ismetanesinin (temiz olmayan aşkının) her türlü ezvakını (zevklerini) geçirdiğinden Mehpeyker’ce bir kere görüp de hakkında hasıl ettiği (meydana getirdiği) mütalâatı (düşünceleri) yüzüne karşı söyleyerek bar-ı tahkir (aşağılamak yükü) altında istediği gibi ezmek hahişinden (arzusundan) başka bir ilişiği kalmamış ve kalbi, zihni bütün bütün validesine ettiği muamelenin telâfisine (giderilmesine) çare aramakla iştigale (uğraşmaya) başlamış idi.” (İ, s. 115).

Ali Bey’in bu tavrının temel sebeplerinden biri Mehpeyker’le olan ilişkisi boyunca bir ilişkiden alınabilecek bütün hazları alıp ilişkideki birçok değerin tüketilmesinden ileri gelir. Ali Bey’in şüpheciliği Mehpeyker’in hayatında değiştirdiği değerlerden kaynaklanmaktadır.

Ali Bey’in şüpheciliğinin ve kötümserliğinin en çok canını yakacağı kısım ise; şüphesiz Mehpeyker tarafından Dilaşub’a atılan iftiranın işlediği kısımdır. Zaten eserin asıl ismi olan Son Pişmanlık’ın temeli de burada yatar. Ali Bey, Dilaşub’a yaptığı dayanaksız hakaretlerin pişmanlığını yaşar. Mehpeyker ve Abdullah Efendi’nin kurduğu planla Dilaşub’u Ali Bey’in gözünden düşürmek çok da zor olmamıştır. Ali Bey’in şüpheci ve aşırı duygucu tavrı, olayları akıl süzgecinden geçirmeden direk karar vermesine sebep olur. Neticesinde yoğun bir bağlılık hissettiği Dilaşub’u hayatından çıkararak şüpheciliğinin karakterine has bir özellik olduğunu gözler önüne serer. Dilaşub’dan ayrıldıktan sonra, hayatla olan bağlarını keserek sadece var olan bütün değerleri tüketme yoluna gider. İçki, kumar ve fuhuş âlemi Ali Bey’i gittikçe bir batağın içine çekerek, hırsızlık, annesine sahip çıkmama, insanlara olan inancın yitirilmesi gibi kişilik özelliklerinin ortaya çıkmasını sağlar. Bu özelliklerin Ali Bey’de ortaya çıkmasının tek sebebi, onun hayat karşısındaki tecrübesizliğinden ziyade sahip olduğu melankolik ve kötümser tavrından ileri gelir. "Aşırı bir hassasiyete sahip sanatkâr, gerek

kendi iç dünyası ve hayata bakışta gerekse dış dünya ve tabiata bakışta çok belirgin olarak melânkolik ve kötümserdir." (Çetişli, 2010: 73). Ali Bey’deki bu hassas yapı

şüphesiz romantik bir karakter oluşturmak isteyen yazardan ileri gelir. Felatun ve Bihruz gibi komik duruma düşmese de mirasyedi tipinin melankolik tavrı Ali Bey’de daha belirgin olarak kendisini hissettirir.

Mirasyedi tiplerinin hepsi ironik bir anlatımla ortaya konmaz. Ali Bey bunun en bariz örneğidir. Henüz 17 Yaşında romanında servetini bu şekilde harcayan nice insanın varlığı dikkatlere sunulur. Fatma Aliye’nin Muhadarat’ında da Fazıla’nın eşi Remzi aynı mirasyedilikle aile kurumunun bozulmasına neden olur. Bütün servetini hafifmeşrep kadınlarla tüketir. Her şeyini kaybetmesine sebep olan kadının ihanetiyle kendisi de ölüme sürüklenir. Servet-i Fünûn’a kadar mirasyedi tiplerin romanın içinde görülmesi tesadüfi değildir. Bu durum toplumda yabancılaşan karakterlerin ilk örnekleridir. “Yeni

değerler, ölçütler bir medeniyet ve insanlık buhranının ağır gölgesinde kendisine parazit bir yer açmıştır” (Arslan, 2012: 62). Züppe tipi toplumsaldan kendine dönüşün kapılarını

aralar. Bu kişiler eğlenceli bir hayat sürdürüyor gibi görünseler de sorunlu bir alanın doğmaya başladığını göstermeleri bakımından incelenmeye muhtaçtır.

Türk romanında esas melankolik kişilik özelliklerinin realist üslupla yazılan romanlarda görüldüğünü belirtmek gerekir. Ahmet Mithat’ın realizme en yakın olan eseri

Hanım, açık bir şekilde histeriye yakalanmıştır. Anlatıcı, histerinin kadınlara has bir durum olduğunu ifade ettikten sonra Sâniha Hanım’ın içinde bulunduğu durumu ayrıntısıyla tasvir eder:

“Evvel-be-evvel iştahsızlık. Ondan mütevellit zaaf ve kansızlık. Sinirlerde sık sık buhran. Şiddetli iç sıkıntıları. Daima ağlamak istidatları. Nasihat ve tesliye edildikçe onların makûsunu istihfam etmek. Kocasını çıldırasıya sevdiği, gözünden kıskandığı hâlde, kocasının kendi hakkındaki muhabbetini kâfi görmemek. Bazen teminât-ı muhibbânede kizbine zâhib olmak. Hatta bazı kere hayatını bile tevehhüm eylemek. Şu alâim-i esâsiyyeye zamimeten daha bir çok ahval sayılabilir. Hesabın yekûnu bîçarenin zihin perişanlığına kadar da vardırılabilir.” (T, s. 75-76).

Anlatıcının açıklamaları bir tıp kitabından alınmış gibidir. İlk Çağ düşünürlerinden Rufus, melankolik kişileri tanımlarken: “…kararsızlık, nedensizmiş gibi

görünen endişe, korku, kaygı, yemeklerden ve insanlardan tiksinme, yalnız kalma, ve ölüm üzerine konuşma isteği bulunduğunu" (Teber, 2013: 134) ifade eder. İbn Sînâ da

melankoli üzerine düşünenlerdendir. Onun tanımlamasını Ferhat Korkmaz şu şekilde özetler:

“1- Titreyişe dönüşen derin korku 2- Olumsuz fikirlere kapılmak 3- Derin keder

4- Önü alınmaz yalnızlık duygusu 5- Saçma sapan laflar etmek 6- Aşırı cinsi arzular

7- Yersiz kaygı” (2015: 57).

Ahmet Mithat’ın Sâniha Hanım’a yüklediği özellikler melankoliklerin birçok ruhsal durumuna eş değerdir. Zaten karakterinin histeriye yakalandığını belirterek özellikle onu bu şekilde biçimlemek ister. Sâniha Hanım’ın Tosun ile olan mektuplaşmaları melankoliye bağlanır. Sâniha Hanım aslında kocasına sadık bir karakterdir. Onu aldatma gibi bir düşünceye sahip değildir. Kocası Rasih, evlilikten sonra eşinin beklentilerinin farkında olmaz ve tabiri caizse onu boş bırakır. Bu boşluk içerisinde yaşadığı buhran Sâniha Hanım’ı arayışa iter. Kocasının arkadaşı Tosun’un musikiyle olan irtibatı Sâniha Hanım’la Tosun arasında iletişimin başlamasına neden olur. Sâniha Hanım roman boyunca Tosun’u hiç görmez. Onun Tosun’la karşılaştırılmaması bilinçli bir eylemdir. Sâniha Hanım’ın tam bir aldatma eylemine girmesi engellenir. Eşiyle

arasındaki uzlaşmazlığa bağlı olarak Sâniha Hanım’da melankolik bir hâl oluşturulur. Sâniha Hanım’ın melankolisi eşiyle iletişimi güçlendiği andan itibaren biter. Tosun’la olan iletişim de bu şekilde sonlanır. Yazarın dikkat çektiği histeri hastalığında önemli unsur, farkındalıktır:

“İşiniz yoksa bin hekime, bin hocaya müracaat ediniz. Kordiyal suretindeki edviye bu hastalıklara karşı âcizdir. Nushalar, tütsüler, buhurlar dahi tesirsizdir. Bunun için yalnız bir şey ister. O da kadının kendi içtihâdât-ı fikriyyesindeki hataya vukufundan ibarettir.” (T, s. 76).

Melankolinin çaresi olarak yapılan eski tarz tedavi yöntemlerinin geçersizliğini bildiren yazar bunun modern anlamda bir ruhsal durum olduğunu ve hastalığın ancak sorunun çözülmesiyle geçebileceğini hissettirir. Bu nedenle “Ölüme Kaçış” başlığında anlatıldığı gibi ölüme meyyal bazı karakterlerin melankolileri ancak istedikleri şeye kavuşmalarıyla sona erer.

Ahmet Mithat, melankoliyi bir kadın hastalığı olarak algılar. İlk Çağ’dan Modern Çağ’a kadar melankolinin kadınlara has bir hastalık olduğuna inanılırdı. “Melankoli ve

kadınlık kendilerine özgü bir tarzda birbirine aittir.” (Binkert, 1995: 11). Kadının

duygusal yönünün kuvvetli olması ruhsal hastalıklara daha yatkın olmasına neden olur. Aslında burada görülmesi gereken nokta Jung’un tabiriyle “anima”nın (Stevens, 1999: 72) melankoliye ortam hazırlamasıdır. Modern Çağ’a kadar bilinmeyen şey ise erkeğin de animasının bulunmasıdır. Dolayısıyla animası ön plana çıkan erkekler de tıpkı kadınlar gibi ruhsal hastalıklara yatkın olabilir. Dolayısıyla burada ön plana çıkan cinsiyetçi bir durum değil animanın baskın olmasıdır.

Ahmet Mithat’ın Fatma Aliye ile birlikte yazdığı Hayal ve Hakikat adlı eserin sonuç bölümü histeriye ayrılır. Romanın kadın karakteri hayali temsil ederken ağır bir melankoli yaşamaktadır. Vedat, daha sonra Halit Ziya romanlarında görüleceği üzere ebeveynlerinden birini veya ikisini kaybetmiş ve bu kaybın hayatının rotasını belirlediği karakterlerdendir. Hem annesini hem de babasını kaybetmesi onda büyük bir boşluk durumu oluşturur. Agamben’in, “kayıp nesne” ( Agamben, 2007: 259) olarak nitelediği durum Vedat’ta belirgin bir şekilde yaşanır. Kaybettiği ebeveynlerinin yerini Vefa ile doldurmaya çalışan Vedat, aslında kimsesizliğinden kurtulma çabasını taşır. Vefa’nın hakikati temsil ettiği romanda güçlü tavır erkeğe verilmiştir. Kendi yolunu çizmek isteyen Vefa, babasının ölümünden sonra Vedat’la olan evlilik kararını erteler. Bu ertelemenin

neticesinde Vefa ideallerine göre bir hayat çizmek ister. Vedat’tan uzaklaşır. Vedat’ın Vefa’yı kaybetmesi melankolisinin dışavurumuna neden olur:

“Bu meyusiyet zaten asabiyü’l-mizac olan Vedat’ı pek fena hırpalıyordu. Her demde bir türlü acı muhakemata hedef olan merkez-i asabiyesi nihayet kuvvetten düştü. Zehirlenen hissiyatı, kalbini de zehirledi. Az bir zamanda mevtalardan fark olunmayacak bir zaafla yatağa serildi.” (HH, s. 46-47).

Roman boyunca bütün tavırlarında romantiklik hissedilen Vedat, insanlardan uzak kendi içine dönük bir karakter olarak çizilir. Sürekli bir ağacın altında kendisiyle baş başa kalan hissî bir kızdır. Vefatından sonra mezar taşına yazılmasını istediği yazı onun melankolisinin ölüme bakan tarafını gösterir: “Zair! Burada derd-i vefadan vefat eden

Vedat medfundur. Biçare vüsat-abad cihanda şu tengna-yı mezardan başka sığınacak bir penah, çektiği şedit ve medit ıstıraplara ölümden başka deva bulamamıştır.” (HH, s. 53).

Mezarı sığınma mekânı olarak görme ve ölümü çekilen ıstıraplardan kurtulma yolu olarak algılama tam anlamıyla melankolik bir tavırdır. Zira melankolik karakterler aslında ölümle birlikte kendilerini yok etmeyi düşlemezler. Onlar acılarından kurtulmak veya ruhlarında özdeşleştirdikleri kayıp objeden kurtulmak için ölüme yönelirler.

Vedat’ın aşırı romantik hâli histeri hastalığıyla sonuçlandırılmıştır. Hatta sebepler buna göre oluşturularak kadınların neden histerik davrandıklarına yoğunlaşıldığı görülür. Bu nedenle romandaki olaylar bittikten sonra “İsteri” isminde bir bölüm oluşturularak Vedat ve Vefa’nın kişilik çözümlemesi yapılır. Vedat’ın hastalığının histeri olduğu söylenir. Histerinin tarihçesi nasıl oluştuğu ve bundan kurtulmak için neler yapılması gerektiği anlatılır. Histerinin kadınlara has bir hastalık olduğu yanılsamasına da değinilerek bu konuda ayrıntılı bir bilgilendirme yapıldığı görülür:

“İsteri denilen hastalık ta Bukrat Hekim zamanından beri tanınmış ve fakat o zamandan birçok zamanlara ve âdeta yakın vakitlere kadar bu hastalık yalnız kadınlara mahsus olduğu zannedilerek ismi de ‘ihtinak-ı rahm’ manasına gelen isteri kelimesiyle yalnız kadınlara mahsus olan bir uzva isnaden tesmiye olunmuş ise de muahharen bazı erkeklerde dahi bu hastalığın aynen ve tamamen mevcudiyeti görülmesi üzerine artık o isim müsemmasına mutabık görülmemiştir. Lakin mutabık görülmemekle beraber yine öylece tesmiye oluna gitmekte devam olunuyor.” (HH, s. 62).

Ahmet Mithat, romanın son bölümünde histerinin fiziksel ve ruhsal görünümlerini aktararak melankolinin ayrıntılı bir araştırmasını yaptığını gösterir. Geleneksel hayattan uzak, kendi içine çekilen, çalışmayıp kendisiyle ilgilenen kadınların durumunun daha

vahim olduğunu belirtir. Hatta ebeveynlere tavsiyelerde bulunarak çocuklarını bu hastalıktan nasıl uzak tutabileceklerini açıklar. Meşguliyeti yoğun olan kişilerin hastalığa düşme riskinin az olduğunu, eğer kişi bu hastalığa yakalanmışsa evlendirilmelerinin faydalı olacağını dile getirir. Böylece roman, sonlara doğru adeta romantik hayalciliğin tehlikelerini anlatmak için kurgulanan bir eğitim kitabına dönüşür.

Sami Paşazade Sezai’nin Sergüzeşt isimli eseri kaçış teminin yoğun bir şekilde işlendiği eserlerdendir. Dilber ve Celal’in yapılan oyunlarla ayrı düşmeleri onların ruh dünyasını da olumsuz etkiler. Romanda en çok dikkat çeken unsur Dilber’in kendisini Nil’in sularına bırakarak intihar ettikten sonra anlatıcının bu durumu yorumlamasıdır.

“Acaba Nil’in bu müdhiş, bu öldürücü girdap ve selleri, bu zavallı Dilber’i, bu talihsiz esiri nereye götürüyor?..

Hürriyetine!” (SER, s. 106).

Dilber’in ölümünün hürriyet olarak aktarılması onun ruhunda taşıdığı hezeyanlardan kurtulmasından dolayıdır. Melankolik kişiler ölüme doğru giderken bir bakıma kaybettikleri şeye veya ulaşamadıkları ideale ulaşma çabasını taşırlar. Ruhlarındaki boşluğu bu şekilde doldurarak bir tamamlanma duygusuna kapılırlar. Dilber artık istediklerine ulaşamayacağını anladığında bütün eksikliklerini ölümle gidermeye çalışır.

Tanzimat dönemi romanlarında melankolinin ilk belirtileri işlenir. Daha çok antagonist kişilerin toplumdan ayrışmaları dikkat çeker. Züppe ve mirasyedi tipi olarak adlandırılan Felatun, Zekayi, Ali Bey ve Bihruz gibi karakterlerin bu kırılmayı taşıdıkları görülür. Bunun dışında dönem romanlarında kadın karakterlerin aşırı hayalciliğine yüklenen bir melankoli mevcuttur. Melankoli genel olarak kötü bir özellik olarak sunulur. İdeal karakterlerin davranışlarının güzelliğini belirtmek için melankoliden faydalanılır.