• Sonuç bulunamadı

II. Türk Romanının Doğuşu ve Gelenekle İlişkisi

1.2. Melankoli

1.2.2. Kayıp Obje

Melankoliyi oluşturan en önemli sebeplerden biri de bireyin somut veya soyut anlamda bir kayıp durumu yaşamasıdır. Freud, Yas ve Melankoli isimli çalışmasında kaybedilen bir nesneye karşı hüznün patolojik olmamasını ama melankolinin patolojik olarak değerlendirilmesi gerektiğini sebepleriyle birlikte saptamaya çalışır. Ona göre kayıp nesnenin oluşturduğu melankolinin tanımı şu şekildedir:

“Melankoli ise ruhsal olarak, derin biçimde acı veren üzüntü, dış dünyaya duyulan ilginin sekteye uğraması, sevme yetisinin kaybı, tüm etkinliklere ket vurulması,

yerini kendini suçlama ve aşağılamaya bırakmış, cezalandırılacağına dair sanrısal bir bekleyiş içinde kendilik duygusunun değerden düşmesi ile tanımlanır.” (2014: 19).

Kendilik bilincinde meydana gelen bozulma melankoliyi yas sürecinden ayıran temel özelliktir. Çünkü melankoliyle ilgili yapılan diğer tanımlamaların aynısı yas sürecinde de işler. Kişi kaybettiği nesneye karşı öz benliğinde bir yıkım oluşturduğunda melankoli süreci başlar. Kendini yıkma eğilimi melankoliyi yastan ayıran temel ölçüttür. İlk dönem Türk romanında melankoli denilince Servet-i Fünûn döneminin ayrıcalıklı bir durumunun olduğunu belirtmek gerekir. Tanzimat döneminde de realizme yaklaşılınca ortaya çıkmaya başlayan melankolik hâl, Halit Ziya ile en güzel örneklerini verir. Halit Ziya genel manada eserlerini realist bir üslupla yazsa da romanlarının başkişilerinin romantik karakterler olduğunu söylemek mümkündür. Onların romantik durumları melankolik bir hâlle daha ayrıntılı betimlenir. İlk romanlarında görülen yoğun melankolik tesir, daha sonrakilerde azalmaya başlasa da devam eder.

Halit Ziya’nın melankolik karakterlerinin mutlaka ebeveynlerden birini ya da her ikisini kaybettiği görülür. İlk romanı Sefile’de Mazlume, önce babasını sonra annesini sonra da kendisine bakan Rahime Hanım’ı kaybederek çocukluğunu bir kayıplar silsilesi içerisinde geçirir. Bu kayıplar içerisinde ön plana çıkarılan ise annenin kaybıdır. Annesini kaybeden Mazlume, küçük yaşta kimsesiz kalır. Rahime Hanım’ın kaybıyla birlikte korumasız kalarak sokaklara düşer. Talihin onu hangi şartlarda sınadığı ağır bir şeklide resmedilir. Annesini kaybettikten sonra ağır bir travma yaşayarak sinirli bir ruh hâline bürünür. Yaşanan kaybın kişi üzerinde oluşturduğu travma anlatıcı tarafından ifade edilir:

“Zavallı kız ettiği ziya-i azimi (büyük kaybı) işte bu esnada anladı. Artık dünyada muhabbetinden emin olacak hiçbir kimsesi kalmamıştı.” (SE, s. 28).

Mazlume’nin kaybı sıradan bir kayıp değildir. O, dünya bataklığında talihin rüzgârıyla savrulmaya mecbur bir biçare olarak resmedilir. Mazlume’nin yaşayacağı her türlü olumsuz durumun temelinde bu anne kaybının hazin hikâyesi temel teşkil edecektir. Mazlume, henüz hayatın içine girmemiş ve insanlarla bir paylaşım yapmamışken hayatın uzağına düşer. Onun hayatı kaybedilen özneye takılı kalır. Korumasız ve kimsesiz kalan bu zavallı kızın tutunabileceği hiçbir dalı yoktur. Onun melankolisi yazgısından ileri gelir. Anne kaybı bir yas sürecinden sıyrılarak her kimsesiz kalışta, her yıkılışta yaşamın merkezine oturtulur. Mazlume, henüz bir birey olarak var olamadan yetim sıfatını takınarak benliğini yokluk hissiyle var eder. “Kayıp nesne olgusu melankolinin temel

bozuklukların oluşturduğu sıkıntılar hayatının sonrasını oluşturur; ama o bütün iyi ihtimalleri yaşadığı kaybı içselleştirerek ortadan kaldırmıştır. Hayatı bu kayıpla biçimlenerek ani hiddetlenme ve kendinden geçme durumları oluşturur. Annesinden sonra kendisine bakan Rahime Hanım bu durumu fark eder:

“Rahime Hanıma en ziyade havf (korku) veren şey, Mazlume’nin fevkalâde hadîd (öfkeli) olmasıydı. Bir gün pek âdi bir şeyden Mazlume hiddetlendi. Vücudunun zangır zangır titreyişinden, olanca kanının çehresine hücumundan, çılgıncasına tepinmesinden Rahime Hanım kızcağızı çıldıracak zannetti.” (SE, s. 29).

Mazlume’nin bu davranışları sonrasında da devam eder. Anne kaybı onda bir melankolik hâl oluşturur. Nitekim bu durum, İhsan ile olan ilişkisinde de sorunlu bir alanın oluşmasına neden olur.

Anne kaybı Nemide romanında bir travmaya dönüşür. Otto Rank bunu “Doğum

Travması” (Rank, 2014: 1) olarak açıklar. İnsan hayatında ilk travma anneden ayrılış

süreciyle başlar. Nemide, bu ayrılış sürecini acı bir şekilde tecrübe eder. Nemide’nin doğumu esnasında annesinin ölmesi hayatının kötü bir ayrılış süreciyle başlamasına neden olur. O, “acı bir felaketin hediyesi” (N, s. 40) olarak tasvir edilir. Kalıtım bahsinde anlatılacağı gibi Nemide, annesinden kalıtım yoluyla hastalıklı bir mizacı ödünç alır. Hayatı hep bir eksikliğin izlerini taşır.

Annesinin ölümü babası Şevket Bey’i de olumsuz etkiler. Şevket Bey bu acıyla birlikte önce beyin humması geçirir sonrasında da uzun bir seyahate çıkar. Lawrence Babb, melankolik kişilerin derin üzüntülerini baskılamak adına sürekli yer değiştirdiklerini, onların seyyah özelliklerinin sebeplerini melankolilerinde aramak gerektiğini belirtir (Akt. Korkmaz, 2015: 155). Türk edebiyatındaki âşık tiplerin seyyah durumlarını bu anlamda yorumlamak mümkündür. İçeriğinde bir kayıp objeyi barındıran seyyah olma durumunu Şevket Bey de taşır. İki yıl boyunca evinden uzakta ruhundaki azapları dindirmeye çalışır. Nemide’nin iki yaşına kadar anne ve babasından uzak kalışı kişiliğinin oluşmasındaki en önemli dönemlerde onda derin bir eksiklik durumu oluşturur. Şevket Bey evine döndükten sonra Nemide’yi, kaybettiği eşinin bir hatırası olarak görür ve hayata bu şekilde tutunur. Nemide, tıpkı annesi gibi daima hastalıklı ve yıkıma meyyal bir hâl içerisindedir. Onun yıkımındaki temel etkiyi yaşadığı doğum travmasında aramak gerekir.

Halit Ziya’nın üçüncü romanı Bir Ölünün Defteri’nde de aynı kayıp obje motifi devam eder. Romanın iki erkek karakteri Hüsam ve Osman Vecdi’yi birbirlerine

yaklaştıran unsur annesizliktir. Osman Vecdi Hüsam’ın da annesini kaybettiğini öğrenince onunla arkadaş olmaya karar verir:

“Mektepte birinci defa olarak benim gibi mahzun (hüzünlü), gözleri benimkiler gibi yaşlı bir çocuk gördüğüm zaman mukavemet edilemez (karşı konulmaz) bir incizab (çekim) beni sevk etmiş, onun kolları arasına atmış idi.

Evet, Hüsam, seni gördüğüm vakit sana değil, fakat haline, halindeki hüzne bir meshuriyet (tutkunluk) hissetmiş idim.” (BÖD, s. 43).

Görüldüğü gibi Osman Vecdi için anne kaybı o kadar önemlidir ki Hüsam’ın hâlinden bir ruh arkadaşlığı hisseder ve ona yaklaşır. Osman Vecdi, Hüsam ve Nigâr için bıraktığı defterde geçmişine kadar giderek yaşadığı kaybı boşuna anlatmaz. Yazarın yapmak istediği şey Osman Vecdi’nin melankolisinin izlerini sürmektir. Anne kaybının Osman Vecdi’de bıraktığı boşluk duygusu hiçbir zaman kapanmaz. İlk üç romanda başkişilerin yıkımını çabuklaştıran unsur yaşadıkları boşluğu ötekiyle doldurmaya çalışmalarından ileri gelir. Mazlume, İhsan’la kimsesizliğini örtmeye çalışırken Nemide annesizliğini Nail ile giderme peşindedir. Osman Vecdi için bu kaybı eşleyebileceği kişi Nigâr’dır. Kendisi de böyle bir eşleşme durumu olduğunu açıklamaktan çekinmez:

“Ben ara sıra düşünürdüm, vakanın bazı parçaları hatırımdan çıkmayacak kadar kalbimde kuvvetle yer etmiş idi. Düşüncelerime daldığım zamanlarda o son hüsran nazrasını (acılı bakışını) gördüğüm göz hep karşımda, işte orada, bakıyor zannederdim.

Fakat Nigâr’ın bir kahkahası, bir hitabı (seslenişi) beni o istiğrak (dalgınlık) halinden çekerdi.” (BÖD, s. 37).

Osman Vecdi annesinin boşluğunu Nigâr ile doldurma gayretindedir. Çocukluktan başlayan bu yakınlık onun hayata tutunmasını kolaylaştırır. Yukarıdaki paragrafta geçen “istiğrak” kelimesi dikkat çekicidir. Servet-i Fünûn neslinin sık kullandığı kelimelerden biridir. “Tanzimat dönemi edebiyatçıları ve onların ardılları

olan Edebiyat-ı Cedîdecilerin eski kültürden Batılı yeni bir kavram olan ‘contemplation’a karşılık gelen ‘istiğrak’ı kullanmaları romantik melankolinin açık bir yansıyışıdır.”

(Korkmaz, 2015: 108). Romantik melankoli onları derin düşüncelere iter. Bunun karşılığı eski kültürümüzde yer alan tefekkür değildir. Çünkü onların dalgınlığı hakikate doğru evrilmez. Bu dalgınlık melankolilerini derinleştirerek kaçış duygusunun ön plana çıkmasına neden olur. Osman Vecdi’de görülen kaçış fikri, melankolisinden ileri gelir. Halit Ziya’nın ilk romanlarında melankolisi en belirgin karakter Osman Vecdi’dir. Tavırları, davranışları, tepkileri, tepkisizliği hep bu melankolinin izlerini taşır.

Halit Ziya’nın bundan sonraki romanlarında yer alan başkişiler baba kaybıyla ön plana çıkarlar. Ferdi ve Şürekası’nda Sâniha’nın annesini kaybedişi Mazlume’nin kaybıyla benzer şekilde resmedilir. Sâniha hem annesini hem babasını kaybetmiştir; fakat annesinin kaybı ön plana alınır. Lirizmin ön plana çıktığı satırlarda anlatıcı kendi duygularıyla olayı anlatmaktan geri duramaz ve annesizliğin yarattığı boşluk duygusunu ifade eder:

“Nereye gidiyorsun, zavallı validesiz kız? Kime iltica edeceksin (sığınacaksın), biçare metruk (terk edilmiş), çocuk? Emvac-ı umman (okyanus dalgaları) üzerinde kaza- yı hevaya (başıboş) bırakılmış bir tahta parçası nereye gider?” (FŞ, s. 89).

Annesizlik kişinin kolunun kanadının kırılmasına neden olur. Annesiz çocuklar kışın ortasında evsiz kalan insan gibidir. O, hayatın bütün etkilenmelerine karşı savunmasızdır. Mazlume’nin soğuk havada dışarda kalması ve gidecek hiçbir yerinin kalmaması neticesinde ona el uzatan Mihriban Hanım’a, Mihriban’ın kötü bir insan olduğunu sezmesine rağmen, hayır diyememesinin sebebi budur. Sâniha, Mazlume’den daha şanslıdır. O dışarıda kaldığında ona el uzatan kişi İsmail Tayfur’un babasıdır. Talihin yardımıyla dışarıdaki tehlikelerden kurtulmuştur. Yalnız, kimsesizliği isteklerine karşı tepkisiz bir kişilik oluşturmasına neden olur. İsmail Tayfur’u çok istemesine rağmen Hacer’le evliliğine ses çıkarmaması ondaki melankolik hâlin önemli bir belirtisidir.

Tıpkı Sâniha gibi Hacer de annesizdir. Babası parayla bu boşluğu doldurmaya çalışsa da Hacer’in boşluğu hiçbir zaman giderilemez. İsmail Tayfur’a âşık olduğunu anladığı anda duygularını açabilecek bir anneye muhtaçtır:

“Validelere her şey söylenebilir; fakat pederlere! Bedbaht (Talihsiz) kız! Seni kim dinleyecek? Hiç?” (FŞ, s. 59).

Hacer’in annesizliği de talihsizlik olarak karşılanır. Her ne kadar bolluk içerisinde olsa da kendisine yol gösterecek bir koruyucudan yoksundur. Babası parayı ve maddiyatı temsil etmekten öteye gidemez. Hacer, Sâniha ile birlikte aynı ruhsal sefaleti yaşar. Her ikisi de bu boşluğu İsmail Tayfur ile doldurmaya çalışır. Yine bu romanda da kayıp obje ve onu tamamlama hissi ön plana çıkar.

Aşk-ı Memnu romanında Nihal’in annesizliği onun prototipi olan Nemide

romanında hazırlanmıştır. Tıpkı Nemide gibi annesizlik mizacının kırılgan olmasına neden olur. Nemide’nin kuzenine olan aşkla doldurmaya çalıştığı boşluk Nihal’in de kuzeni konumundaki Behlül’le giderilmeye çalışılır. Nihal, Nemide’nin daha olgun bir versiyonudur. Daha büyük bir yaştayken annesini kaybetmiş olması Nemide’nin yaşadığı

travma gibi bir travma yaşatmaz ona. Üstelik babası her zaman yanındadır. Nihal’in anne boşluğunu babası doldururken Nemide’deki boşluğu Şevket Bey dolduramaz. Bu yüzden Nail’in Nahit’i seçmesi Nemide’yi ölüme sürüklerken Behlül’ün Bihter’le ilişkisi baba ve kızı birbirine yakınlaştırır.

Bihter’in her ne kadar annesi yaşıyor olsa da aslında o da anne figürünü kaybetmiştir. Üstelik babasının kaybında annesi birinci dereceden rol oynar. Ebeveynlerinin olumsuz yaşam hikâyesi Bihter’in melankolisinde önemli bir nedendir. Bihter, annesine benzememeyi arzularken kendisini ölüme sürükler. Onun ölümü kendi yitimi değildir. O ölümle birlikte varlığında yer eden kötü bir kadın figürünü yok eder. Bihter’in melankolisi neden sonuç ilişkisinin yüksek bağıyla örülür. İşleniş şekli açısından realist olsa da Bihter karakteri melankolik bir karakterdir. Babasının intiharı ruhunda daima ortaya çıkmaya meyyal bir yıkma eğilimini oluşturur.

Ferdi ve Şürekası ile birlikte Halit Ziya’nın romanlarında başkişilerin babasız

olması dikkat çeker. İsmail Tayfur’un babasını kaybetmesi hayallerini kaybetmesiyle eş değer görülür. Babasının odasının aynı şekilde korunması roman boyunca kayıp baba figürünü hissettirir. İsmail Tayfur aşırı bunaldığı anlarda babasının odasına kaçarak eksiklik duygusunu gidermeye çalışır:

“Hele genç adamın odasına mukabil gelen (odasının karşısındaki) oda, öyle acı bir hatıraya mahfazadır (hatırayı saklar) ki İsmail Tayfur; bazı yeis (umutsuz) zamanlarında burada yalnız düşünmek için daima kapalı duran kapısını açmak üzere elini topuzuna uzattığı vakitler kalbi titrer…” (FŞ, s. 73).

İsmail Tayfur’un ümitsizliğe düştüğü zamanlarda babasının odasına girmesi ondaki kayıp objeyi tanımlar. Babasının son bakışı, acı içindeki inlemelerini hatırlayarak vahşi bir haz duyar. Mazoşist tavır onun ruhuna işlemiştir. Hacer’le evlenmeyi istememesine rağmen bunu yüksek sesle dile getiremeyişi melankolik mizacı sebebiyledir. Sonrasında her şeyi fark edip harekete geçse de gecikmiştir. Melankolik kişiler hayata karşı daima bir geç kalmışlık hissini taşırlar. Hacer’in ölümünün akabinde İsmail Tayfur’un delirmesi sadece bu ölümle açıklanamaz. Babasından sonra bütün hayallerini kaybeden bu genç, hayatın ona sunduğu durumlara karşı tepkisiz kalır. Babasızlık olgun düşünen bir birey olmasına engel olur.

Baba kaybını derinden yaşayanlardan biri de Mai ve Siyah romanının başkişisi Ahmet Cemil’dir. Halit Ziya’nın roman kahramanları genel olarak kendilerini var etmekten yoksundur. Ahmet Mithat’ın idealist kahramanlarının yerini trajik kahramanlar

almıştır. İsmail Tayfur’un yaşadığı maddi sıkıntıların benzerini yaşayan Ahmet Cemil, modern hayatta ekonomik bir yenilgi içerisindedir. Babasını kaybettikten sonra hayata tutunmak için çabalar. Önceki karakterler kadar pasif değildir. Fakat çabalaması daha çok içsel bir çabalamadır ve bu çabalama kırılgandır. En ufak sarsıntıda yok olmaya meyillidir. Şiirlerine yapılan olumsuz eleştiriye karşı güçlü bir duruş sergileyemez. Lamia’yı kaybettiğini sadece kendisi bilir. Yine bir şey yapamaz. Kız kardeşi İkbal’i kaybetmesi geleceğe dair bütün ümitlerini yok eder. Bu kayıp onun tutunamayışının resmi delilidir. İntihara meyilli olsa da annesini bırakamaz. Derin melankolisi yer değiştirmesine neden olur. Doğu’ya gider. Doğu hayalin mekânıdır. Hakikatin içinde kendisine yer bulamayan Ahmet Cemil’in melankolisi romantik bir sembolizmle Doğu’ya yönelir.

Servet-i Fünûn döneminin bir diğer önemli yazarı Mehmet Rauf’tur. Mehmet Rauf’un romanlarında genel olarak hissedilen kötümser bir his mevcuttur. Bu kötümserliği hem hayat görüşü olarak hem de karakterlerin melankolisi olarak değerlendirmek mümkündür. Eylül romanındaki Necip karakteri daima ölüme meyyal çizilen ruh hâliyle melankolik mizacı ön plana çıkarılan karakterlerdendir. Suat’la ilgili her türlü kötümser sanrısı onun ölüm fikrine kapılmasına neden olur. Onsuz olmaya bir türlü katlanamaz. Romanın sonunda kendisini alevlerin arasına atması bile isteye yapılan bir eylemdir. Çünkü ölmek ona göre bir yok oluş gibi görülmez. Aksine Suat’ın olmadığı bir hayat onun için yok olmak demektir.

Tanzimat’ın son dönemiyle birlikte kayıp nesne olgusunun daha fazla dikkatlere sunulduğu görülür. Kişilerin eylemlerinin temelinde kaybedilen nesnenin akabinde karakterlerinde oluşan değişmeler mevcuttur. Korumasız kalan birey kayıp nesneyi ruhunda derinleştirerek onunla bir özdeşleşme yoluna girer. Kayıp olgusu kimi zaman doğrudan bir kayıp şeklinde gerçekleşirken kimi zaman da ulaşılamayan bir nesneyi, ülküyü, ideali gösterir. Her ikisinin oluşturduğu travma aynıdır. Bu tarz bir melankolik tavır daha çok Servet-i Fünûn romanlarında görülür. Halit Ziya ve Mehmet Rauf’ta kişilerin melankolileri ön plana çıkarılır.