• Sonuç bulunamadı

II. Türk Romanının Doğuşu ve Gelenekle İlişkisi

1.2. Melankoli

1.2.3. Melankolik Tavır

Melankolik kişiler tavırları itibariyle farklı özellikler gösterirler. Tıpla ilgilenen birçok bilgin melankolik kişilerin özelliklerini tarif ve tasnif etme gereği duyar. Bir hastalık olmasının ötesinde melankoli insani bir durum olarak kabul edilir. İnsanın

cennetten kovulması ve dünyaya indirilişi başlı başına melankolik özellikler taşır. İnsanın yaşadığı bu durum devamlı olarak evde olamama durumudur. Bu yüzden karşılaştığı her çıkmazda bir çıkış yolu arar. Kaçış fikri bir yok sayma değildir. Kaçış fikri insanın öze dönme isteğinden ileri gelir. Bu kaçış ister doğaya, ister anne kucağına, ister içe doğru olsun hep aynı sıkışmışlığın tanımını içerir. Melankoli içinde bulunulan aşamalara göre farklı tavır özellikleri gösterir. Prigent, melankolikleri şu şekilde tanımlar:

“Melankolik, soğuk ve kurudur, tıpkı toprak gibi ve her zaman acıdır yüreği. Hep solgun ve zayıftır, ve bitkin görünür, ve inatçı, açgözlü ve cimridir; ve sürekli şikayet ederek, üzüntü, acı ve yas içinde yaşar, ve onun hastalığının çaresi yoktur: Yalnızdır ve bir manastır adamına benzer, dostu yoktur ve düşlere kaptırır kendini her zaman.” (2009:

37-38).

Bu özellikleri farklılaştırmak mümkündür. Melankoliklerin genel özelliklerine bakıldığında içe kapanık, korkak, geçmişi biriktiren, uzaktan seyreden, çekingen, kinci gibi birçok özellik sayılabilir. Bu özellikleri Halit Ziya’nın romanlarındaki melankolik karakterlerin davranışlarında izlemek mümkündür. Sefile romanında Mazlume, İkbal Hanım’ı izlerken İkbal’in dış görünüşü Mazlume’nin düşüncesinden süzülerek verilir:

“Mazlume İkbal Hanımı şu dalgınlıkta pek güzel, fevkalâde cazibeli (çekici) buldu.” (SE, s. 35).

İkbal’in roman boyunca içe kapanık bir duruşu vardır. Annesinin yolundan ilerlemesi, kocasını aldatması, bütün mal varlığını kaybedişi ve sonunda izbe bir evde sürülen hayatı İkbal’e birçok şey öğretmiştir. İhsan’la olan sorunlu, tutarsız ilişkisi de gün geçtikçe kendisini yıpratır. İkbal geçmişe takılı kalmıştır. Sürekli bir vicdan azabı hisseder. Odasından çıkmaz. Kendisini bir yokluğa mahkum etmiştir. Dışarı çıkmadığı için Mazlume de dışarı çıkamaz. Eve kapanması sosyal hayattan ne kadar kopuk olduğunu gösterir. Melankolisi gittikçe sonunu hazırlar. Mazlume’nin bakış açısından verilen dalgın ve çekici olma motifi tezatlık gibi görülebilir ama melankolik kadınların daha cazibeli olduğuna inanılır. Starobinski, Boudelaire’in melankoliye bakışını incelediği satırlarda şehvet ve hüznün bir arada oluşuna değinir. Boudelaire’e göre: “Bir

kadının yüzü genellikle ne kadar melankolikse o kadar kışkırtıcıdır.” (Akt. Starobinski,

2007: 31). Melankoli ile cazibe arasında kurulan ilişki bilim adamlarının kurduğu bir ilişki değildir. Bu ilişki daha çok sanatsal bir ilişkidir. Mazlume’nin henüz cazibenin ne olduğuna dair bir bilinci yokken onun düşüncesinden İkbal’in böyle bir şekilde aktarılması esere sanatsal bir nitelik kazandırma eğilimiyle açıklanabilir.

Benzer durum Bihter’de de vardır. Bihter denilince okuyucunun zihninde daima melankolik ve çekici imajı bir arada yer edinir. Onun bulunduğu her ortamda şehvet hissedilir. Ona yaklaşan erkekler en basit tavrından bile etkilenir. Bihter’in cazibeli tavrı bilinçli bir tavırdır çoğu zaman. Fakat melankolisinin yüksek olduğu zamanlarda da siyah ve kırmızı öğeleri etrafında yükselir.

Mazlume’nin karşısında önemli bir örnek olarak bulunan İkbal, kendi melankolisine boğulmuştur. Mazlume’ye kendisini anlatırken egosunu nasıl yok ettiğini gösterir:

“- Hayır Mazlume, senin saffet-i kalbinden (kalbinin temizliğinden) istifade ederek hakikati ketmetmeyeceğim (saklamayacağım). Kendimi sana hey’et-i asliyemle (asıl halimle) göstermek isterim. Senin ‘kardeş’ namıyla tesmiye ettiğin (adlandırdığın) İkbal adî, sefil bir fahişedir.” (SE, s. 42).

İkbal’in saldırısı kendi benine yönelmiştir. Egosunu yıkma kendinde oluşan çift kişiliğin savaşı gibi algılanabilir. Onun melankolisi dışa dönük değildir. İnsanları, zamanı, hayatı suçlamaz. Kendisini suçlayarak ruhunu dinginleştirmeye çalışır. Kendi benine dönük olan bu savaş kişinin yok olma sürecinin bir parçasıdır. Her fırsatta yapılan bu saldırgan tutum, İkbal’in şimdiyi kaybetmesine neden olur. O, sürekli geçmişin kirlenmiş zamanlarına takılı kalmıştır. Geleceğe dair bir beklentisi yoktur. Şimdide olan hiçbir şey onu mutlu etmez. İhsan’la olan aşkı arızalı bir biçimde ilerler. Yaşadıkları evden çıkıp doğayla iç içe olan bir köşke yerleşseler de bir süre iyileşen durumu tekrar nükseder. Menenjite yakalanan İkbal’in iyileşebilmesi için sorunsuz bir hayat yaşaması gerekir. Fakat bu mümkün değildir. İkbal’in ruhsal çöküntüsü sonunu hızlandırır. Zamanla yüzü o kadar çirkinleşir ki görenlerin iğreneceği bir hâl alır. Onun bu şekilde resmedilişinde de melankoli önemli bir göstergedir. Kara romantizm başlığı altında ayrıntılı ifade edilecek olan bu çirkinleşmenin sebebi Batı edebiyatlarında yer alan cadı figürünü andırır.

Sefile romanının öne çıkan üç karakteri de derin bir melankoli içindedir. Mazlume,

adeta İhsan ve İkbal’i izleyerek onların yaşantısını edinir. Annesinin ölümünden sonra agresif bir kişiliğe büründüğüne değinilmişti. Bu mizacı yaşadığı ortamla birlikte belirginleşir. İkbal gibi zamanla fuhuş bataklığına sürüklenir. Neden sonuç ilişkisi içerisinde talihi onu böyle bir yaşantıya doğru sürükler. O, toplumun sahip çıkamadığı, oradan buraya fırlattığı bir yetimdir. Toplumun gözünde bir ucube hâlini alır.

Mazlume’nin bütün bunlara karşı görünen bir tepkisi olmasa da içten içe hayata karşı bir isyan içerisindedir:

“Mazlume artık bir insan değil, cemiyet-i beşeriyenin karşısına geçmiş bir timsal- i muaheze (eleştiri sembolü) idi.

Mazlume sükût ediyor, kendisine tahsis ettikleri tarz-ı hayatta mütehammilane (tahammülle) devam eyliyordu. Fakat gözlerinde vahşi bir eser-i muaheze (eleştiri anlamı), insanların hod-gâm (bencil) çehrelerine karşı ‘Beni ne yaptınız?’ sualini fırlatıyordu.” (SE, s. 175).

Mazlume’nin bütün tepkisi budur. İkbal’le Mazlume’nin melankolisinde bir ayrıma gidilir. İkbal’in kendi benine yönelttiği suçlamalar egosunu yıkmaya dönük bir melankoli içerir. O, annesi ve annesinin çevresine uyarak kendi sonunu hazırlamıştır. Yalnız Mazlume’nin melankolisi toplumsal bir trajedinin ürünüdür. Dolayısıyla onun tepkisi dışa dönüktür. “Beni ne yaptınız?” suali bireyin topluma yönelttiği önemli bir suçlama cümlesidir. Mazlume, toplumun kabullenemediği bir ayrık otudur. Annesini ve Rahime Hanım’ı kaybettikten sonra hayat onu normal bir birey olarak kabul etmez. Her adımda bataklığa saplanan birinin sonuçsuz çırpınışlarıyla hayata tutunmaya çalışır. Fakat her adımda doğal bir hayat seyrinden uzaklaşarak toplumun ittiği bir nesneye dönüşür. Melankolisindeki tükenmişlik onu gittikçe bir hiçliğe yaklaştırır. Bu hiçlik içerisinde tavırlarında bir yavaşlama ve gittikçe sessizleşen bir kişilik ortaya çıkar. “Romantik

melankolinin son biçimlerine yokluk ve sessizlik damgasını vurur.” (Korkmaz, 2015:

117). Mazlume, talihin ona biçtiği bu rolde kaderine razı olarak oradan oraya sürüklenir. Romanın sonunda hayata tepkisini İhsan’ı öldürerek verir. Bu tepki daha çok gotik ve kara romantik özellikler gösterir. Mazlume’nin son tanımlamasında toplumsal itilmişlik ortaya konur:

“Mazlume aguş-ı insaniyetten (insanlığın kucağından) tardedilmiş (kovulmuş), hukuk-ı beşeriyeden (insan haklarından) mahrum olmuş bir biçare nasılsa öyleydi.

Mazlume felâketle başlamış, felâket içinde devam etmiş bir hayatın son bakiyesinden (kalıntısından) başka bir şey değildi.” (SE, s. 177).

Mazlume’nin sürüklenişinde önemli figür İhsan’dır. İhsan da melankolik bir karakterdir yalnız onun melankolisi bir tutunamayış özelliği gösterirken ayrıntıları çok fazla gün yüzüne çıkarılmaz. Tutarsızlıkları ve saplantılı aşkı kişiliğinin dibe batmış tarafını gösterir. İkbal’in yok oluş sürecinde yüzünü Mazlume’ye çevirmesi aşka dair

saplantılı tavrını gösterir. Gereksiz hırçınlıkları ve sık sık ağlamaları içine düştüğü buhranın dikkat çekici taraflarıdır.

Nemide karakteri doğum travmasının etkilerini hayatı boyunca yaşar. Annesinin boşluğunu Nail’le doldurmaya çalışır. Nail’in Nahit’e olan ilgisini fark edince usulca aradan çekilir. Aradaki nişana rağmen Nail’i ve Nahit’i suçlamaması, yenilgiyi çabucak kabullenmesi melankolik tavrının bir göstergesidir. “Melankoliyi hızlandıran kayıp

genelde açıkça ifade edilmez ve edilemez.” (Brown, 2007: 268). Nemide de bu kaybı

açıklamaz. Hatta çok normal karşılıyormuş gibi gösterir. Fakat bu durum çok fazla sürmez ve kendisiyle birlikte Nail ve Nahit’i yok etmek için sandal gezisi tertip eder. Planlı bir yok etme sürecini başlatsa da son kertede Nail’in atılımıyla sandal gezisi faciaya dönüşmez. Bu geziden sonra Nemide yaşayan bir ölüye dönüşür. Hastalığı yoğunlaşır. Tıpkı Mazlume ve ikbal gibi sessizliğe gömülür:

“Bu akşam garip bir dalgınlık içindeydi. Gurubun sarı ziyaları dizlerinin üzerinde oynuyordu. Nemide’nin gözleri kâh semanın bulutları arasında kayboluyor, kâh ziyaların hazin in’ikasına (hüzünlü yansımasına) dalıyordu.” (N, s. 186).

Nemide’nin tavırlarındaki yavaşlama ve dalgın hâli melankolisinin son safhasındaki yokluğa doğru evrilişi gösterir. Onun ölümü bir tamamlanmayı gerçekleştirecektir. Doğarken hayat karşısında mağlup bir hâl içinde olan Nemide, hayatı boyunca daima doğum travmasının etkisinde kalır. Böylesi hastalıklı bir mizacın başarılı olması mümkün değildir. Onun ölümü dönem edebiyatında belirgin bir şeklide yer alan veremli ruh hâlinden herhangi birisidir. Aşırı duygucu bu tutum Nemide romanının

“romantik gerçekçilik”e (Lomberg, 1976: 1) yatkınlığını gösterir.

Bir Ölünün Defteri romanı, melankolik mizacın en belirgin özelliklerini taşıyan

eserlerin başında gelir. Osman Vecdi annesizliğini Nigâr ile örtmeye çalışır. Daha öncesinde bu benzeşim gösterilmişti. Nigâr Osman Vecdi’nin kaybettiği bir obje değildir. O, hayalini süsleyen kişidir. Boşluk duygusunu ancak Nigâr’la doldurabileceğini bilir. Melankoli iki şekilde gerçekleşir: Birincisi sevilen şeyin kaybıyla oluşur; ikincisi arzu edilene ulaşamamakla gerçekleşir. Osman Vecdi her ikisini de yaşar. İlk aşamada annesini kaybeder, ikinci aşamada arzu ettiği Nigâr’a ulaşamaz. Bu durum onun ruhunda derin bir yara açar. Hayata karşı tavrı hep bu kayıpların kıskacındadır. “Bu açıdan

bakıldığında melankoli sevgi nesnesinin kaybına verilen regresif tepkiden çok, elde edilemeyen bir nesneyi kayıpmış gibi göstermeye dair hayali kapasitedir.” (Agamben,

kayıpmış gibi algılar. Hatta çevresine de böyle hissettirir. Nigâr’ın annesi ikisi arasında bir izdivaç kurmak istediğinde sessiz kalır. Hüsam’la Nigâr arasındaki bağı fark edince de duygularının tersine hareket ederek Nigâr’ı tahkir eder. Nigâr annesinin düşüncelerine karşı Osman Vecdi’nin fikrini öğrenmek istediğinde Osman Vecdi, duygularının tam aksini iddia ederek Nigâr’ı bilinçli olarak hırpalamak ister. Vecdi, Hüsam’la Nigâr arasında kalmış gibi görünmek istemez. Aslında benzer bir durumu Hüsam da gerçekleştirir. Nigâr’ın annesinin isteğini duyunca ilk hareket Hüsam’dan gelir ve Osman Vecdi’ye bir başkası ile olan birlikteliğin önemini anlatır. Hüsam olaya daha gerçekçi yaklaşarak bir kişiyle olan ilişkinin insana kazandırdıklarını hatırlatır:

“… şakaklarında beyaz saçlar görüp de boş bir hayat bakiyesine (kalıntısına) mahkûm olduğunu anlamış bir adam değilsin ki izdivaç tasavvurları sana yabancı dursun. Aksine gençsin, hayata yeni giriyorsun; mezara kadar kat edeceğin bu tariki (aşacağın bu yolu) yalnız mı geçmek arzusundasın? Seni muhabbeti ile teşci edecek (sevgisiyle gayretlendirecek); kederlerine sevinçlerine ortak olacak birisine muhtaçsın. Bir kalbin hafî (gizli) noktalarında medfun (gömülü) kalan hisler hükümden mahrumdur, beşer (insan) duyguları bir tesir hâsıl etmek (etki yaratmak) için diğer bir kalbe temas etmelidir. Biz hüzünlerimizi, meserretlerimizi (sevinçlerimizi) başkalarının miyarıyla (ölçüsüyle) takdir ederiz. Bütün hayatını kendi nefsine hasredenler cemiyet içinde münferid (toplum içinde tek başına) yaşayanlar zavallılardır.” (BÖD, s. 65).

Hüsam’ın bakış açısı Sartre’ın varoluş felsefesiyle yakınlık gösterir. İnsanın varlığını ötekinin varlığıyla bir tutma birçok düşünürün gözlem alanına girer. Freud; ötekinin daima insan hayatında yer aldığına inanır (Freud, 2014: 29). “Üzüntümüz,

sevincimiz, mutluluğumuz daima başkasına bağlıdır.” (Korkmaz, 2015: 128). Hüsam’ın

çizdiği rotada iki seçenek vardır. Ya Osman Vecdi, Nigâr’la bir izdivaç gerçekleştirecek ve mutlu olacaktır ya da aksi durumda toplumdan uzaklaşan yalnız bir bireye dönüşecektir. Arzu edilen nesneye ulaşamama durumu Hüsam açısından gerçekleşseydi o da Osman Vecdi gibi kendi melankolisinde boğulabilirdi. Nigâr’ın Hüsam’a yakınlığı dengeleri değiştirir. Osman Vecdi’nin hissettiğinin aksine davranmasının sebebi de Nigâr’ın Hüsam’a olan ilgisini anlaması sebebiyledir.

Melankoliyi yastan ayıran temel tutum kaybedilen objeyle kurulan ilişkidir. Yas sürecinde kişi kaybettiği objeyi dışında tutar ve onun yokluğundan etkilenir. Melankolide ise kişi kaybettiği objeyle bir bütünlük kurar. Onu kendi parçası gibi görür. Yas sürecinde kayıp nesne somut olarak bilinçte varlığını sürdürür. Kişi nereye baksa kayıp nesneyi

görür ve bu durum onun yasını sürekli kılar. Melankolide ise kayıp obje bilinçten uzaklaşarak kişinin egosuna yerleşir ve özne hâline gelir (Prigent, 2009: 113). Kayıp obje kişinin gerçek benini ele geçirir. Görünen bedende yaşayan artık bir başka ben mevcuttur.

“Özdeşleşme” (Korkmaz, 2015: 129) diye tabir edilen tutumda kişi hayatının her

döneminde kendi beniyle başka bir ben arasında yakınlık kurabilir. Doğum travmasının alt dinamiğinde de bu tutum yatar. Bebek anneyle özdeşleşir. Sağlıklı bir ayrılış süreci gerçekleşirse kişisel özellikler buna göre biçimlenir. Sağlıklı bir özdeşleşme gerçekleşmediğinde kişinin bağımlı, sorunlu kişilik özellikleri oluşur. Melankolide kaybedilen veya ulaşılamayan obje ile kurulan bağ böyle sorunlu bir alanın oluşum süreciyle ilgilidir.

Osman Vecdi kaybettiği annesiyle arzu ettiği Nigâr arasında benzeşim kurarak bir özdeşleme içine girer. Nigâr, onun ulaşmayı başaramadığı kayıp objeyi oluşturur. Osman Vecdi’de sorunlu bir alanı oluşturan Nigâr fikri yok edilmeye muhtaçtır. Nigâr ile Hüsam arasındaki yakınlığı ortaya çıkarmak için çaba sarf etmeye başlar. Osman Vecdi, yer yer mazoşizme yakın bir anlayışla istemediği şeyleri duymanın çabasını taşır. Nigâr’ın Hüsam’a olan ilgisini açıklaması için sorular sorar. “Ümidimi böyle elimle kefene

sarmaktan acı bir lezzet duyuyordum.” (BÖD, s. 113). Osman Vecdi’nin kendi benine

dönük saldırısı başlar. Aslında bu saldırıda yok etmek istediği şey özdeşleşme durumunda egosuna yerleşen arzu nesnesi Nigâr’dır. Osman Vecdi’nin bütün kaçış planları bu fikirden dolayı gerçekleşir. Daha önce de ifade edildiği gibi aşırı melankolik tutum kişide seyahat etme fikrini doğurur. Yer değiştirme, fikrin dağılmasını sağlar. Osman Vecdi’nin harbe gitme isteği egosundaki çift benlikten kurtulma düşüncesiyledir. Kendi melankolisinin zeminini ve harp fikrinin nereden çıktığını açıklarken başka bir bene yaptığı yolculuğu ortaya koyar:

“Tab’ımda (Yaradılışımda) öteden beri yalnızlığa bir meyl (eğilim) olmakla beraber bugün şu iki refikin vücudu (arkadaşın varlığı), tehlikesine atılmak üzere olduğum istikbalin meçhuliyeti (geleceğin bilinmezliği) dehşetini tahfif ediyor (hafifletiyor) gibi idi. İnsan hakikati mümkün mertebe unutmak; biraz hissiyatını (duygularını) tatil ederek şahsiyetten uzak birtakım hissiyata, şahsına yabancı denebilecek bir şahsiyete girmek için vesile arar.” (BÖD, s. 130).

Osman Vecdi savaşa giden diğer insanlarla kendisi arasında bir anlayış farkı olduğunu bilir. “… onlar gülüyorlardı, ben sükut ediyordum” (BÖD, s. 131), bu tavır

farkı Osman Vecdi’yi diğerlerinden ayırır. O, harbe neden gittiğini tam olarak bilemez. Durmadan kendisine şu soruyu sorar:

“Ben ne olacağım, buraya ne için gelmiş idim?” (BÖD, s. 137).

Doğu tıbbında melankoliye sevda hastalığı denir. Klasik şiirde maşukuna ulaşamayan âşık tipi incelendiğinde melankoliye yakın ruhsal özellikler gösterildiği saptanacaktır. Sararıp solmaları, yemeden içmeden kesilmeleri, diyar diyar gezmeleri bu melankoli sebebiyledir. Osman Vecdi, harbin en dehşetli anlarında Hüsam’ı ve Nigâr’ı hatırlar. Onlar hatırına geldikçe harbin dehşetini daha yakından yaşamak ister. Bu sebeple çatışmanın en yoğun olduğu bölgeye gider ve kolundan vurulur. Kolunu kaybetmesi onun arzuladığı bir durum değildir. Tamamen yok olmak isterken sakat bir insana dönüşmesi kayıp objenin ruhunda yarattığı boşluğu bedenen taşımasına neden olur. Sol tarafındaki boşluğa her baktıkça Nigâr ve Hüsam’a karşı öfkesi artar. İstanbul’a dönüşünde yapacağı ilk iş bu boşluğu onlara da göstermektir. Onların ruhunu acıtmak istemesinden dolayı bu hâlini bilinçli olarak gösterir. Nigâr ve Hüsam’ın oğlu Fuat, bir çocuk edasıyla neden kolu olmadığını sorduğunda, “Onu oynarken kırmış idim!” (BÖD, s. 157), diyerek kendi macerasını bir oyuna benzetir. Romantikler hayat mücadelesini bir oyun gibi görürler. Onun romantik mizacının etkisiyle “oyun” kelimesi bilinçli bir şeklide ortaya çıkar.

Kendi evine doğru giderken artık yaşama dair bütün ümitlerini kaybetmiştir. Soğuğa, yağmura ve rüzgâra bıraktığı bedeni sıtmaya yakalanır. Bedenine karşı yaptığı bu saldırı da ona zevk verir:

“Çıktığım vakit yağmur yağıyordu. Maşlahımı henüz giymemiş idim. Vücuduma çarpan bu barid (soğuk) yağmurdan bir haz duydum, maşlahımı sarıp koluma aldım, karlı bir rüzgârla karışık düşen bu yağmurun altında, üşümekten titremekten, donmaktan hoşlanarak ilerledim.” (BÖD, s. 157).

Öteden beri bariz bir şekilde var olan mazoşizm ruhunu tamamen teslim alır. Sonuna doğru attığı her bir adımda varlığında yer edinen arızalı durumu yok ederken ruhundaki derin ıstırabı iliklerine kadar yaşar. Bu son andaki ölümü tecrübe ediş biçimi Beşir Fuat’ın intiharını anımsatır. O da kendi yok oluşunu vakur bir şekilde yazar. Ölüme yaklaştığı anda hafif bir mutluluk hissedilir.

Ferdi ve Şürekası romanında da melankoli, kişilerin tavırlarına yansır. İsmail

Tayfur’un dirseklerine dayanarak düşünmesi Prigent’in ifade ettiği “melankolik duruş” u hatırlatır (2009: 102). Dürer’in melankoli tablosu dâhil birçok sanatçının eserinde bu duruş mevcuttur. Kendi içine dönen kişinin temsili bir hâlini alan bu duruş kişinin dışa

kapalı olduğu imajını verir. İsmail Tayfur her bunaldığında doğal bir ortama sığınarak melankolisini yaşar. Onun melankolisinde iki neden belirir. Birincisi babasının ölümünden sonra çalışmak zorunda kalması ve hayallerinden vazgeçmesi; ikincisi, Sâniha ile evlenememesidir. Devamlı düşünür fakat harekete geçemez. İç dünyasında verdiği tepkileri dışa taşıyamadığı için de içi ile dışı arasında bir eşitsizlik durumu ortaya çıkar. Hacer’le evlendikten sonra yaşadığı durumu fark eder ama artık çok geç kalınmıştır. Zaten melankolikler hayata karşı daima bir geç kalmışlık duygusu taşırlar.

“… Öyle beklemediğim bir yerden şedid (kuvvetli) bir darbe aldım, bütün hissiyatıma atalet (durgunluk) geldi. Beni bir çocuk gibi, iradetini (aklını) kaybetmiş bir mecnun (deli) gibi sürüklediniz; ben de kendimi teslim. Beni öyle bir noktaya getirdiniz ki şimdi bir facia olmaksızın dönmek kabil değil (mümkün değil)… İşitiyor musun?” (FŞ,

s. 241).

İsmail Tayfur birçok şeyi fark etse de geç kalmışlığını da bilir. Durgun tavrı, olayların önüne geçemeyişi melankolisinin karşılığıdır. Sâniha ve Hacer’de daha önce anlatılan melankolik tavır İsmail Tayfur’da pasif bir davranış içerisinde kendisini gösterir.

Halit Ziya’nın romanlarında melankolik tavrın göstergelerinden biri de ağlama davranışıdır. Karakterlerinin gözyaşları o kadar belirgin işlenir ki adeta bir gözyaşı edebiyatı oluşur. Karakterlerin yaşadıkları olumsuzluklara karşı verdiği en büyük tepki belki de ağlamakla olur. Mazlume, yaşadığı her kayıpla birlikte durmadan ağlar. Anlatıcı onu tanımlarken de bu ağlamaların ruhuna nasıl sirayet ettiğini belirtir: “Bu zavallı

kızcağız ağlamak için yaratılmış gibi…” (SE, s. 29). Mazlume’nin yaşadığı her şey onun

bir kaderi olarak belirir. Bu yüzden ağlamak onun için sıradan bir hâl almıştır. Aynı şekilde İhsan ve İkbal de sürekli ağlar:

“Zavallı delikanlı sekrin (sarhoşluğun), cinnet-i aşkın (aşk çılgınlığının), heyecan-ı hissiyatın (duygu coşkunluğunun) tesiri altında çıldırıyordu.

Nihayet gözyaşları hücum etti. Genç adam hüngür hüngür ağlamaya başladı.”

(SE, s. 94).

İhsan, İkbal ve Mazlume’deki en önemli ortak özellik durmadan ağlamalarıdır. Melankolik ruh hâli kendisini bir volkan patlaması gibi ancak gözyaşıyla açığa çıkarır. Gözyaşı onların çaresizliklerinin birer kanıtıdır.

Ferdi ve Şürekası romanında da melankolisiyle ön plana çıkan Hacer ve

Sâniha’nın gözyaşlarına dikkat çekilir. Hacer, annesizliği derin bir uçurum olarak hissettiğinde gözyaşlarına sığınır:

“Hacer, bir darbe-i saikaya tesadüf etmiş (yıldırım çarpmış) gibi sarsıldı, gözleri döndü, kolları düştü, elinde hançeriyle yakalanmış bir cani gibi bütün asabı (sinirleri)