• Sonuç bulunamadı

MİLLÎ KÜLTÜR VE MİLLÎ BİRLİK

Belgede Samiha Ayverdi... (sayfa 107-112)

Yılmaz Öztuna

MİLLÎ KÜLTÜR VE MİLLÎ BİRLİK

Kendi millî târihimizden vereceğimiz bir misalle konuya açıklık kazandırmak mümkündür:

Türkler, özellikle şehir ve kasabalarda yaşayanlar, İslâm’a girmeden önce büyük ölçüde Budizm’i benimsemiş idiler. Ancak Türkler İslâm dinine girdikten sonra da Budizm’in etkileri do­ laylı olarak sürüp gitmiştir: Bunlardan biri tasavvuf hayâtımız, diğeri san’at hayâtımızdır. Özellikle hat ile tezyini san’atlar ala­ nıdır. Aslında yapısı ve ilkeleri îtibâriyle Budizm, İslâmiyet’e ay­ kırı bir dindir. Çünkü dış dünyâya kapalı, yalnızca insanın ken­ di iç dünyâsını geliştirmeyi hedef tutan ilkelere sâhiptir. Oysa müslümanlık, cihadı, yalnızca «nefisle cihad» ölçüsünde tutma­ mış, küfre ve her türlü kötülüğe karşı savaş ilkesi olarak ortaya koymuştur. İslâmiyet, irâde eğitimi ve ruh dinamizmi yanında, cemiyet hayâtına da düzen getiren bir «Amel-i sâlih» ve «Emr-i bil-ma’rûf» dîni şeklinde ortaya çıkmıştır.

Bununla berâber geçmişte Türkler’in, özellikle şehirlerde yaşayan aydın ve san’atkâr kesimin belli bir dönem içinde Bu­ dizm’i benimsemiş olması, daha sonraki dönemde hayırlı sonuç­ ların doğmasına yol açmıştır. Bu tecrübe onlara, İslâm’ın «ne­ fisle cihad» ilkesini daha kolay ve daha derinden anlamalarına, dindarlığı ruh dinamizmi ile kavramalarına zemin hazırlamış­ tır. İşte o feyizli ve bereketli zeminden Yesevîler, Yûnus ve Mev- lânâlar yetişmiştir. Hayâtımızda yer alan bu ruh mimarlarıyla dindarlığımız, kuru, katı, sathi ve şekilci bir taassup olmaktan korunmuş, derinlik ve esneklik kazanmıştır.

Bu sözlerle bütün tasavvuf hayâtımızın tamâmiyle Bu­ dizm’in eseri, tasavvuf ulularının da birer Budist râhibi olduğu­ nu iddiâ ettiğim sanılmasın. Demek istediğim şu ki, vaktiyle mil­ letimizin geçirdiği Budizm tecrübesi, daha sonraki dönemde ye­ ni dini, daha iyi kavrama imkânı vermiştir. Budizm’den kaza­ nılan dinî yaşayış tecrübesi, İslâmî hayâta kolay intibâkı sağ­ layan bir kültür meydana getirmiştir.

Söz konusu Budizm tecrübesinin, Müslüman Türkler ara­ sında hat ve tezyini san’atların gelişmesinde de etkili olduğu görülmüştür. Daha önceki dönemde Buda mâbetlerini, mağara duvarlarını bezeyen san’atkârların evlatları, İslâmî dönemde ise mahâretlerini mushaf sayfalarını tezyinde, câmi ve medrese du­ varlarını süslemede göstermişlerdir. Uygur ülkesinde, Buhara ve Semerkant’ta başlayan bu gelenek Batı’ya doğru yayıldıkça

gelişmiş, nihayet Selimiye ve Sultanahmet’in minarelerinde pür zarafet olarak ifâdesini bulmuştur.

Atalarımız, İslâmiyet’i, bir medeniyet hamlesi olarak ele al­ dılar, onu incelik, güzellik ve zarafet şeklinde sundular.

Şüphesiz her san’at haraketi gücünü ve şeklini onu meyda­ na getirenlerin hayat görüşünden alır. Her san’at eseri, kendi devrinin ve san’atkârımn zihniyetini yansıtır. İslâm san’atları- nın hepsinde doğrudan doğruya veya dolaylı olarak tevhîd inan­ cının etkisi görülür. Ecdâdımız tevhidi yalnızca Allah’ın birliği­ ni tasdik veya yalnızca namazda tek kıbleye yönelmek şeklin­ de anlamakla kalmadılar. Tevhîd rûhunu mûsikîde terennüm ettiler, taşlara ve mermerlere işleyip mimarîde ahenk olarak sey­ rettiler. Ailede, devlette ve cemiyette nizam olarak yaşattılar.

Meseleye bu açıdan bakılınca, İslâm san’atlarımn kendi için­ de ve birbirleriyle olan ilişkilerde son derece tutarlı bir ahenk ve zihniyet bütünlüğü taşıdığı görülür. Aynı espiriyi tek tek hep­ sinde görmek mümkündür. Sanki hepsi bir tek san’atkârın dü­ şüncesinden çıkmış gibidir.

Selçuk mimarîsinde san’atm odak noktası k a p ı dır. Bütün güzellik ve mânâ orada toplanmıştır. İster câmi ve medrese, is­ terse saray veyâ kervansaray olsun kapının güzelliği, ihtiyaçla ilgisi olmayan büyüklüğü ve ihtişâmı insanı uzaktan kendine çeken bir câzibeye sâhiptir. Aslında bu çekici güzellik canlı bir dâvettir. Geleneksel Türk misâfirperverliğinin taşa işlenmiş bir ifâdesidir.

Cami kapısının güzelliği ibâdete ve hidâyete dâvettir. Medrese kapısındaki güzellik ilme dâvettir.

Saray kapısındaki adalete dâvettir.

Ağa kapısındaki ikram ve ihsâııa dâvettir.

Selçuk sultanları gerek kendi halklarına, gerek gayrimüs­ lim tebaalarına ve gerekse yabancı tüccar ve seyyahlara âdetâ «Benim olduğum yerde korku yok, derdi olan, dileği olan kapı­ ma gelsin.» demek istiyorlardı.

Acaba o devrin ilim adamları, mürşitleri ne diyorlardı? Mevlânâ: «Gel, kim olursan ol, yine de gel!» diye sesleniyor­ du. Kamuya hizmet sunan eserlerin kapısında zımnen mevcut olan dâveti, açıkça ve şiir şeklinde dile getiriyordu. Minârede müezzinler de günde beş defâ aynı dâveti tekrarlayıp duruyor­

MİLLÎ KÜLTÜR VE MİLLÎ BİRLİK

lardı. Çünkü Ezan-ı Muhammedi, müminleri câmiye, ibâdete, kâ­ firleri de hidâyete dâvettir.

Şiirle mimârînin ve ezandaki mûsikînin o kültürde tevhide dâvet espirisinde aynı mesajı ilettikleri belliydi.

Câmi mihrapları da kapı şeklinde yapılır. Çünkü mihrap en önde Allah’a açılan kapı espirisini taşır.

Her iki yanında iki sütun ve orta yerdeki kemeriyle secca­ de de aynen mihraptan alınmıştır. O da Allah’a açılan bir kapı anlamı taşır.

Kitap kapları, özellikle her kitabın ilk sayfasındaki giriş kısmı kapıdan mülhem olan bir serlevha taşır. Bunu mushaf- larda daha açık seçik olarak görmek mümkündür. Çünkü Kur’- ân-ı Kerim’in yüzondört sûresinin hepsinde kapıyı andıran bi­ rer başlık bulunur.

Hat san’atımızdaki hilyeler câminin kuşbakışı olarak üstten çekilmiş resmini andırır. Hilyedeki üst kısım câmi kubbesinden alttaki ikinci kısım da caminin iç avlusundan mülhemdir. En baştaki Allah ve Muhammed isimleriyle dört köşedeki dört ha­ life ismi, aynen câmideki yerlerini muhâfaza ederler.

Zâten câminin kendisi de sülüs yazıyla yazılmış bir Allah ismi gibidir. Düzgün yazılmış Allah ismine baktığımız zaman ne görürsek, önümüz kıbleye dönük olarak, cümle kapısından câmiye girerken de aynı silûeti görürüz. Câmi, minare ve kub­ besiyle taşla yazılmış bir lafzatullah şeklindedir. Çünkü klasik mîmârîde minâre, Allah yazısındaki Elifin yerindedir.

Süleymâniye Câmii’ne kuşbakışı üstten baktığımız zaman, yere serilmiş bir seccade veyâ bir hilye görürüz. Hilyeyi yazıp bitiren hattat sol alt köşeye ince kalemle imzasını atar. İşte Mi­ mar Sinan, tam imza yerine kendi türbesini kondurmuştur. Si­ nan’ın türbesi, câminin sol alt köşesinde ince kalemle atılmış bir imzâ gibi durur.

Son derece ince bir buluş, alabildiğince zarif bir hareket!.. Bu san’at dalları arasında görülen ruh ve zihniyet bütün­ lüğü hiç şüphesiz İslâm inancının bir başarısı, bir zaferi sayıl­ mak gerekir. Çünkü ilim ve tasavvuf ehlinden çeşitli san’at dal­ larında icrâyı faaliyet eden san’atkârları, aynı seziş ve zevk çiz­ gisine getirebilmek ancak güçlü ve köklü kültürlere nasip olan bir mazhariyettir.

Yahya Kemal: «Edebiyatımız yüzde elli millî, mûsikîmiz ise yüzde yüz millîdir.» diyor. O millîliği kültürümüzün başka kül­ türler üzerindeki tesir gücü ile ölçüyor. Oysa biz, millîliği saf­ kan Türk asıllı olmasıyla ölçüyoruz. Aynı ölçüyü tek tek keli­ meler için de kulanıyoruz. Özellikle bunu her türlü ırkçılığı şid­ detle kınayan solcularımız yapıyor. Irkçılık ayıp bir şeyse, bu, kelimeler için de geçerli olmalıdır, her konuda ayıp kabul edil­ melidir. En azından yüzlerce yıldan beri halk dilinde kullanılan, mânâsı herkesçe bilinen kelimelere dokunulmamalıdır. Oysa on­ lar bunu, ırkçılık gayreti ile değil, sırf eski kültürü tahrip mak­ sadıyla ve bilinçli (!) olarak yapıyorlar.

Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde, dilleri ve dinleri ayrı ka- vimlerden meydana gelen bir kırpık bohçası görünümündeydik. Fakat o devirlerde kültürümüzün gücü yine de birliğimizi altı yüz sene ayakta tutmaya yetiyordu. Oysa şimdi millî devlet dö­ nemini yaşıyoruz. Buna rağmen en yetkili ağızlardan «Millî Bir­ lik ve Berâberlik» sözü düşmüyor. Mebus yeminlerine geçen bu endîşe üstelik anayasa, maddesi olarak da ifâdesini bulmuştur. Fakat yine de üst kademe yöneticilerinden câmi imamlarına ka­ dar herkes endîşeyle bundan söz ediyor.

Herkes biliyor ki, millî birliği ayakta tutan şey, millî kültür­ dür. Her fırsatta millî birlikten söz eden yetkililer, eğer o birli­ ği ayakta tutan kuvvetin ne olduğunu bilselerdi birlik ve berâ­ berlik türküsü çağıracak yerde, kültür değerlerinin, ihânetle gaf­ letin elinde sürekli olarak tahrip edilmesine seyirci kalmazlardı. Bizi millet yapan mânevi kuvvetler; kutsal inançlar ve millî de­ ğerler birer birer yıkılıp yok edilirse millî birliğimizi nasıl ayak­ ta tutacağız?

Milleti sevmek demek, onun dînini, kutsal değerlerini, töre ve geleneklerini, mûsikîsini, mîmârîsini sevmek ve benimsemek demektir. Bunlardan zevk almak, haz duymak demektir. Bun­ ların yaşaması ve gelişmesi için emek ve çaba harcamaktır.

Görülüyor ki, millî kültür bir bütündür. Bu değerler man­ zumesinden birini veyâ birkaçını benimsemekle milliyetçi olun­ maz.

İşte Sâmiha Ayverdi Hanımefendi, millî değerler arasında fark gözetmeyen, hepsini birden kucaklayan ve baştacı eden geniş açılı bir milliyetçilik anlayışına sâhiptir. Bütün eserlerine ve makalelerine hâkim olan ana fikir ve anlayış budur. Bu duy­

MİLLÎ KÜLTÜR VE MİLLÎ BİRLİK

gu ve düşünce yapısı onda doğuştan mevcutmuş gibi fıtrî bir oluş, tabii bir teşekkül halindedir. O cılız ve sapık düşünceli bir çok yazarlar gibi, zikzaklar çizmiş ve sık sık yön değiştirmiş de­ ğildir. Yolunu kendi şahsî çaba ve gayretiyle de arayıp bulmuş değildir. Bir ömür boyu, dâima açık olan, aydınlık olan yoldan yürümeyi tercih etmiş ve ne olursa olsun o yoldan çıkmamaya dikkat ve itinâ göstermiştir. Onun gittiği, yakınlarına ve millet evlatlarına tavsiye ettiği yol, din ve devlet ulularının yoludur. Süleyman Çelebi’nin:

«Aşk ile yolunda kâim kul içün, Hazretıne doğru varan yol içün»

dediği yoldur. Sonu mutlaka «Rahmet Kapısı»na çıkacak olan Hakk’m ve Hak erenlerin yoludur.

Sözlerimi, yol arayışı içinde olanlarla yolunu bulmuşlara âit olan şu İlâhi müjdeyle hitâma erdirmek istiyorum:

«Biz, Bize doğru çaba harcayanlara, elbette yol gösterecek, onları elbette yollarımızdan birine ileteceğiz.»

Belgede Samiha Ayverdi... (sayfa 107-112)