• Sonuç bulunamadı

Doç Dr Bayram Yüksel (İ T Ü Öğretim Üyelerinden).

Belgede Samiha Ayverdi... (sayfa 166-178)

Yılmaz Öztuna

SÂMİHA AYVERDİ'NİN SON ESERLERİNDE BÂZI İNSAN TİPLERİ

S. AYVERDİ’NİN ESERLERİNDE BAZI İNSAN TİPLERİ

13 Doç Dr Bayram Yüksel (İ T Ü Öğretim Üyelerinden).

Seçmeler

İstanbul Geceleri

«Sûmi/ıa Ayvercli Hanımefendi iyi görmüş, iyi hisset­ miş, iyi nüfuz etmiş ve pek iyi yazmış. Yirminci asrın ilk yirmi beş yılındaki İstanbul’u görüyorsunuz.»

A k a G ü n d ü z

Son Telgraf 6 Nisan 1952

Sâmiha Ayverdi’nin ilk eserleri neş- redildiği zaman o, cemiyetimizin çeşit­ li tabakalarından kimselerin derin alâka­ sı ile kuşatılmıştır. Pek çok insan, bu kitaplardaki fikirlerin sâhibi ile görüş­

mek ihtiyâcını duymuştur. 1940 - 1943

yılları arasında yapılan ve zaptedilen bu mülakatlardan iki nümûneyi okuyucula­ rımıza takdim ediyoruz.

I

Mehmed Ali Aynî — (Âlim, vali, muharrir) Garbis — (Gayret Kitabevi sâhibi)

Mehmed Ali Aynî — Hanımefendi, bana kitaplarınızı Râ- sim Bey tavsiye etti. Okuduktan sonra da böyle bir irfan kay­ nağım ziyareti kendime borç bildim. Doğrusu beni bir çok me­ selelerde hem ikaz hem de tenvir ettiniz. Bu derece tekâmülü havsalam almıyor dersem yanlış bir söz söylemiş olmıyacağım. Anlatın bana nasıl olabilmiş, bu derece tekâmül nasıl olabil­ miş?

Garbis — Ben de şununla iftihar ediyorum ki, Hanımefen- di’yi kıymet bilir kimselere duyurdum. Dünyâ bomboş. Bu boş­ luk içinde o bir varlıktı ki, işte ben o varlığı meydana çıkardım. Ben kabahatini bilmez bir adam değilim. Elli senelik kitap­ çılık hayatımda pek çok günah işledim. O da değersiz, ahlâk bo­ zucu kitapları efkârı umûmiyeye satmış olmamdır. Ne yaparsı­ nız, meslek icâbı ne bulduksa, ne çıktı ise onu sattık Ben bu işin ne kötü bir şey olduğunu bilmez değilim. Fakat şimdi Hanım- efendi’nin kitaplarını o geçmiş suçlarımın kefâreti addeyliyor, onları yaymakla bir insanlık, bir vicdan borcu işlediğime ina­ nıyorum. Bunlar benim sebebi mağfiretim.

MÜLÂKATLAR

Mehmed Ali Aynî — Bu gençlikle bu ileri kafa, bu düşünüş, bu insanlık ruhu, şayanı hayret doğrusu.

Sâmiha Ayverdi — Hayret etmeyiniz Beyefendi. Benim, öm­ rü kısa, fakat izi ve eserleri derin ve uzun bir akrabam vardı: Semiha Cemal.

M.A.A. — Talebemdi, bilirim

S.A. — İşte o bildiğiniz kızın hiç birimizin bilemediğimiz bir veçhesi vardı ki, bu aklın verasındaki büyüklüğünü, kısa ömrünün en genç çağı içinde kazanmıştır. «Pierre Corneille» Cide’de şöyle der:

Je suis jeune il est vrai Mais aux âmes bien née La valeur n’attend pas Les nombres des années...*

Demek ki senelerin bu yolda fazla bir tesiri olmuyor. Ta­ savvuf bir bir bir İlâhî şem’âdır ki hangi gönüie girse orada beşerî zulmetleri dağıtıp kendi saltanatını ilân eder. Bence Al­ lah nûruna yüreğini açmamış kimse, ilmine, hünerine san’at ve servetine rağmen yarım bir insandır. Hemen Allah bizi de bu yarımlıktan kurtarsın.

M.A.A. — Yirmi sene evvel bir zat tanımıştım. Görüşürdük, hürmet ederdim. Hattâ kendisinin mânevi mevkiine ve nüfûzu- na inananlar pek çoktu. O zamandan beri içimde derddir. Bir gün bana söz arasında: «Benim kemâlâtımdan bahsetseniz..» di­ ye bir teklifte bulundu. Canım sıkıldı. Yâni bu sözü ona yakış­ tıramadım ve dostluğu da seyrelttim. Ne dersiniz buna?

S.A. — Bence bu dâvânm iki veçhesi olabilir. Birincisi, bu­ yurduğunuz gibi kendisini medh ettirmek hazzından, bu şirk­ ten geçememiş bir kimse olmasıdır. Yâhud da ululardan biri­ dir ve sizin kendisine olan merbûtiyetinizi sınamak istemiştir. Her hal ve kârda bize lâzım olan, bu gibi mes’elelerin üstünde durmamak ve «belî» deyivermektir. Rifâî Hz. buyurur ki: «Kim elini uzatırsa öp; kuyruğun son kılı ol; zirâ ne gelirse başa ge­ lir.»

* «Ben gencim, doğru; fakat doğuştan istîdadlı kimselerin kıymeti

M.A.A. — Sizi suallerimle sıkmıyorsam bir şey daha sora­ yım-. Tayy-ı mekân hakkında ne dersiniz?

S.A. — Cenâb-ı Hak her şeye kadirdir; onun tecellîsine maz- har olmuş kuldan da bütün hârikaların zuhûru beklenebilir. Fa­ kat ehlullah, âdetullah câri olmıyaıı keyfiyetlere teveccüh ve rağbet etmezler; meğer ki bir emr-i İlâhî ola.

Büyükler tayy-ı mekânı rûhlarıyle ederler, onun için bize gizli olan onlara aşikârdır. Dünyâ bugün mârifet devrini yaşı­ yor. Televizyon nedir? Allah’ın, kullarına kendi elleriyle kendi akıllarıyle bu keyfiyeti isbat ettirmesi, bir ip ucu vermesidir.

Eskiden bize, değil televizyondan, radyodan, telefondan bah- setseler inanır mıydık? İnsan, câhili olduğu şeyin münkiridir. Fakat şimdi zekânın bu zaferleri karşısında onlara çâresiz ina­ nıyoruz. İşte biz ayni sûretle ehlullahm da ahvâlinden behre­ siz olduğumuz için, ona bütün mükevvenâtm müsehhar oluşu­ nu kabul edemiyoruz. Resulullah için demişler ki: «Bu nasıl pey­ gamber, bizim gibi yiyor, içiyor, çarşıya pazara gidiyor, kadın- larıyle şakalaşıyor. Resûlullah da buyuruyor ki: «Doğru., fakat (Yûhâ ileyye... -Fussilet Sûresi, 6-) bana vahy oluyor, onlara da oluyor mu?»

Bence irfan ve aşkı, kerâmet ve mûcize ile bir tutmak, bü­ yüklüğü, bunlarla izah etmek, irfan ve aşka karşı bir noksan olmaz mı?

Rivâyete nazaran zâtın biri her sabah Bağdad’dan Şam’a uçarak gider, namazı kıldıktan sonra da dönermiş. Bu zat gü­ nün birinde Abdülkâdir Hz.ne mülâki olarak terbiyesine gir­ miş. Fakat kendisinin kerâmet sâhibi bir kimse olduğunu bilen­ ler: «Sen büyük bir zatsın, Abdülkâdir sana ne öğretti?» diye sorunca: «Öğrendiklerimi unutturdu; uçmaktan geçirdi,» demiş.

M.A.A. — Güzel.. Yâni benlikten. Benlikle olan amelden. S.A. — Kul vardır ki işi gücü bu gibi zevk ve hâlâtta oya­ lanmaktır. Ne yapsın daha ilerisi onun için değildir. Kendisi­ ne bir günde kırk kere tecellî olduğunu söyliyen bir zâta Bâ- yezid’i tanıyıp tanımadığını sormuşlar. «Lüzum yok; bana gün­ de kirle kere tecellî vaki oluyor,» demiş. Fakat ısrar karşısında, Hazret’in huzûruna varır varmaz düşüp ölmüş. Bilmiyor ki

(onun gördüğü) bir tecelîi-i sıfat, bu ise tecellî-i zat.

Abdülkâdir Hz.nin oğlu ilimde ileri bir zat imiş. Bir gün kür­ süye çıkıp halka iki saat vaaz etmiş. Sonra Abdülkâdir Hz. içe­

MÜLÂKATLAR

ri girerek: «Ey cemaat kusura bakmayın geç kaldım. Valdeniz yumurta pişirecekti, sahandan düşüp kırıldı!» der demez, o iki saatlik vaazı kupkuru gözlerle dinleyen halk, hüngür hüngür ağlamaya başlamış. Meseleyi hayretle tâkib eden oğlu: «Baba, ben iki saat söz söyledim de kimsede bir şevk uyandıramadım, sen gelişi güzel bir lakırdı sarf etmekle kıyametler koptu!» de­ yince, Hazret gülerek: «Şaşma oğlum, biri kal idi; öteki de hal!» buyurmuş.

M.A.A. — Sizden bütün bunları dinlemek, tasavvur ede­ mezsiniz bana ne derin bir zevk verdi. Şark felsefesini çok tak­ dir ettiğiniz anlaşılıyor.

S.A. —■ Bence Şark, Garb’ın beşiğidir. Garb, ne bildi ne bul­ du ise Şark’tan buldu. Ama kaptığı mayayı kendi hamuru ile yuğurmasmı bildi.

Garb, cehalet, vahşet ve zulmet içinde inim inim inlerken, Şark, bir feyz, ilim ve nur kaynağı idi. Şark’ın sonradan kötü­ rümleşmesi, dînin değil, ihtiras ve menfaatlerin pençesine düş­ mesinin neticesidir.

M.A.A. — Size, Garb fikir âlemini utandırması gereken bir sahtekârlıktan bahsedeyim: İspanyol âlimlerinden (Miguel Asin Palacios) Arapçayı çok iyi bilen bir müsteşriktir. Bizim ilmi akaidimizi ve tasavvuf bilgilerimizi esâsından tanır. «Gazâli», «Kurtubeli İbni Masarro» ve «Mersiyeli İbni Arabi» hakkmdaki eserleri gayet kıymetlidir. İşte bu zat, Dante’nin «Divinc Kome­ dimdeki Cennet ve Cehennem tasvirlerini nereden aldığını araş­ tırarak, işin menbâının İslâm eserlerinde olduğu neticesine var­ mıştır.

Madrid’de 1919 senesinse «Estanislas Mestre La Eschatologia Muslumana eu la Divina Komedia» ismindeki kitabında Dante’­ nin bilhassa Şeyh Ekber’in Fütûhat’ından mülhem olduğunu söyler. Kitabının bir yerinde diyor ki: İbni Arabi menâzil-i ah­ ret plânlarını, Fütuhât’m birbirini velyeden dört sahifesine koy­ muştur. Ondan seksen sene sonra ise Daııte, âlem-i ahreti şiir­ le karıştırarak tasvir etmiştir. Eğer İtalyan şâiri bu İslâm ha­ kimini taklid etmemişse bu bir mûcizedir.

İslâmiyet esâsından tetkik edilecek olursa her güzelliği her hakikati onda bulmak mümkündür. Fakat biz utanılacak bir cehâletle ona omuz silkiyor kıymetini bilemiyoruz.

Merkezi Paris olan bir teşekkül vardır. Bunun âzalarının çoğu Avrupa’nın yüksek sosyetesine mensup kimseler bilhassa Düşesler ve Konteslerdir. İsviçre’de bunlardan Zîbünnisa ismin­ de bir kadınla görüştüm. Mesnevî’yi adetâ ezbere biliyor, Kur’- ân-ı Kerim’den ne sorarsanız anlatıyordu.

Size şunu da sormak isterim: Bizdeki şu fecî ahlâk sukutu­ na ne dersiniz? Bunun düzelmesinin çâresi sizce nedir?

S.A. — Bence derdi veren isterse dermanını da verir. Bu dâ­ vaya seyirci olmak vazifesinden dışarı çıkmak istemem. Neden böyle olduk meselesine gelince, iş meydanda değil mi? Kullar Allah’dan uzaklaştıkları nisbette insanlıktan da uzaklaşmış olur­ lar. Ama dünyâ oyununa her devirde bir başka düzen veren, ne yapalım ki bugün de böyle olmasını istemiş. Tavla oynuyor­ sunuz kâh siyah pullar gâlib geliyor, kâh ise beyazlar. Galebe hiç bir zaman siyahın ya da beyazın olmaz. Söz kısa gerek ves­ selam. II. MÜLÂKAT Ken’an Rifâî Hz. Sâmiha Ayverdi Burhan Toprak Safiye Erol

Ekrem Hakkı Ayverdi 24 Mart 1948

Burhan Toprak — Hanımefendi, «İnsan ve Şeytan»ı oku­ dum. Ne yüksek bir edebiyat kültürünüz var. Fevkalâde güzel bir eser! Ortada poze edilmiş bir fikir var. Fikir aslâ Türk ede- biyâtmda olmayan kıymet.

Sâmiha Ayverdi — Aramızda duygu ve düşünce iştiraki ol­ duğu için beğenmişsiniz. Herkes için bu böyle değildir.

Burhan Toprak — Herkes bir ölçü olamaz. Bu gün yâni ye­ di yüz sene sonra Yûnus Emre’ye dil uzatan, beğenmiyenler mev­ cut. Meselâ İsmail Habib: «O, dibi görene sığ bir dere gibidir»

MÜLÂKATLAR

diyor. Sığ bir dere! O umman için bu vasfı kullanabiliyor. Onu keza dar düşünce ile de itham edenler var. Halbuki «Ben yet­ miş iki milletle beraberim» diyen bir fikir sâhibinde sosyalist ruh olur mu?

Safiye Erol — Ben yalnız bir kitabınızı okudum: «Batmıyan Gün». Derhal karşımda bir kıymet olduğuna hüküm verdim ve kitabın çok kuvvetli ve tehlikeli taraflarını işaret ettim. Sizi yük­ sek ve orta fikir muhiti tanıyor ve takdir ediyor. Bâb-ı Âli için belki meçhulsünüz; fakat esasen onun kıymet hükmü sıfırdır; Kerime Nadirler, Esat Mahmudlar sürüyor.

Sâmiha Ayverdi — Hanımefendi, hicabla ve özür dileyerek söylüyorum ki, sizin hiç bir eserinizi okumuş değilim. Onun için bu gafletimi affetmenizi rica ederim.

Burhan Toprak — Bizim edebiyatçılar ne kadar kolay yazı­ yorlar. Çünkü düşünmüyorlar, kafaları bomboş. Edebiyat-ı Ce­ dide denilen o devrin yadigârları yarabbi ne boş, ne korkunç bir taklid..

Sâmiha Ayverdi — Biliyor musunuz Burhan bey, Aşk-ı Mem- nû’yu okuduktan sonra, Emil Zola’nın bir eserini okudum. Temin ederim ki cümlesi cümlesine intihal yapmış.

Burhan Toprak — Bu adamlar düşünmek ıztırâbma katlan­ mamışlar. Iztırab olmayınca da bir şey olamaz. Fikret, bakar­ sınız devrin pâdişâhını yerden yere vurur, bakarsınız culûsiye yazar, sonra Nedım-i kadîm gibi bir hezeyan meydana koyar. San’at ya bir iddiâdır ya bir isbat.

Çok güzel yazıyorsunuz Hanımefendi, çok güzel..

Sâmiha Ayverdi — Müsaade ederseniz ben de son eseriniz­ den aynı hayranlıkla bahsetmek istiyorum. Bu kitap size bir Rabbani mükâfaat olarak yazdırılmış.

Ekrem Hakla Ayverdi — Balanız kardeşim kelimenin altını çizerek: «Yazdırılmış» diyor.

Sâmiha Ayverdi — Evet, sizin mevkiiııizde, sizin gibi fikri ve içtimâi mevkii bu yolda düşünmeye müsâid olmayan bir kim­ senin şu eseri hakîkaten kendisi için bir nimettir.

(Ken’an Rifâi Hz. — Odayı teşrif ediyorlar, tanışma merâ- simi yapılıyor.)

Ken’an Rifâi Hz. — Hoşgeldiniz Hanımefendi, hoş geldiniz oğlum Toprak.. Ben de size müştak idim. Muhabbetlerimiz kar­

şılıklıdır. Ne güzel isminiz var; toprak.. Âdem’in yaratıldığı ve insanın secde ettiği toprak..

Burhan Toprak — Ne yapayım efendim, ben silinmek isti­ yorum.

Ken’an Rifâî Hz. — Silinme, toprak kal; toprak büyük şey.. Burhan Toprak — Soyadı Kânûnu çıktı, baktım herkes tür­ lü isim alıyor. Büyükler büyüğü, ulular ulusu, manâsına gel­ miş türlü başı havada büyük isimler.. Bu arada ben de taş, top­ rak olmaktan başka çâre bulamadım. Sonra, benim idealime uy­ gun eserleri böyle sıkışık zamanda neşretmek şansım vardır. «Yûnus Emre»yi DİN kelimesi ağıza alınmazken millî eser diye yazdım ve Maarif Vekâleti satın alarak bastı.

Ken’an Rifâî Hz. — Şans değil Toprak oğlum, Allah’ın lüt­ fü.. Bu defâki (Ballar Balını Buldum) ismindeki kitabınız da ke- zâlik Allah’ın size bir lûtf-u mazharı. Mademki ballar balını bul­ muşsunuz, mademki kovanı yağmaya vermişsin daha ne ister­ sin?

Burhan Toprak — Efendim, ben Akademi’ye müdür oldu­ ğum zaman hocalar vazifeyi tâtil etmiş, elleri böğründe oturup duruyorlardı. Yâni yazı yazmıyorlardı. Kâmil Akdik’ler, İsmail Hakkı beyler, Necmeddin efendiler hep kânundan korkarak el­ lerine kalem almıyorlardı. Korkuları da mahkemeye verilmekti. Safiye Erol — Affedersiniz Burhan bey, hakları var. Geçen sene üstlerinde; «Afiyet Olsun», «Hoş Geldiniz», gibi eski harf­ lerle yazılı bulunan kalıpları kullandıkları için kâğıt helvacıla­ rı mahkemeye verildi.

Sâmiha Ayverdi — Meczûbâne bir telâş, bir acz hareketi. Safiye Erol — Zâten zulmün üstünden bir tabaka kaldırın mutlaka altından acz çıkar.

Burhan Toprak — Neyse efendim, Vekâletten her birine ay­ rı bir izin kâğıdı getirttim ve zavallılar yazmaya başladılar. Bu gün ben kânûna aykırı olarak eski harflerle yazı yazdırtıyo- rum, demektir.

Efendim, az evvel Hammefendi’ye eserlerinin çok büyük kıymeti olduğundan bahsediyorum.

Ken’an Rifâî Hz. — Öyledir oğlum, öyledir.. Size de ne mut­ lu, şu hayat gürültüsü içinde lâzım olan sesi duymuşsunuz. Bu dünyâ bir muhârebe meydanıdır. Kurşun kime isâbet ederse

MÜLAKATLAR

o gider. Binâenaleyh elde fırsat varken ondan istifâde etmeye bakmak lâzımdır. Şu dakikada burada toplanmış bulunuyoruz. Ama yarın için de yine aynı sûretle toplanabileceğimize elimiz­ de bir senedimiz var mı?

Bana müsaade oğlum Toprak.. Haydi Ekrem!

Burhan Toprak — Efendim tekrar görüşmek için bize mü­ saade buyurur musunuz?

Ken’an Rifâî Hz. — İnşaallah, oğlum inşaallah. Siz bana na­ sıl müştak iseniz ben de size öyle..

> /

verdi’nirı, birinci baskısı 1964 yılında yapılmış olan bu son derece mühim eseri, son devir hayâtımızı, millî ve târihî değerlerimizi, imparatorluğumuzun temellerinin kayış ve çöküş sebeplerini, îman çekirdeği etrafında örgüleşmiş si­ yâsî, askerî, içtimâi, İktisâdi ve kültürel mesele ve müesse- selerin nasıl kundaklanmış olduğunu fevkalâde canlı ve edebî üslûpla ortaya koymakta, bitleri bilmediğimiz pek

çok hakikatle yüz yüze getirmektedir

Semih Ertuğrul

İbrahim Efendi Konağı

Ankara Ticaret Odası Dergisi, Nisan 1973

Sâmiha Ayverdi’nin ilk eserleri de geniş akisler uyandırmış ve hakkında çe­ şitli yazılar yazılmıştır. Biz, bunlardan üçünü devrinin sıcak alâkasını hatırlat­ ması bakımından özel sayımıza alıyoruz.

Belgede Samiha Ayverdi... (sayfa 166-178)