Yılmaz Öztuna
ESKİ İSTANBUL’DA BİR GEZİNTİ
S. AYVERDİ’NİN DELÂLETİNDE ESKİ İSTANBUL’DA BİR GEZİNTİ
5 Bk mecmûamızm son sayfalarında bulunan S Ayverdi hakkında yazılanların bibliyografyası.
S. AYVERDİ’NİN DELÂLETİNDE ESKİ İSTANBUL’DA BİR GEZİNTİ
debaşı semtinde doğmuş ve çocukluğu orada geçmiştir. İstan bul Geceleri’nde gördüğümüz Şehzâdebaşı maketi, yine bu sem tin bir konağı olan İbrahim Efendi Konağı vesilesiyle daha da genişleyecek, büyüyecek ve derinleşecektir. Burada Karagöz ve meddah; târihi içerisinde incelenerek, Ramazan’ın evvelinde başlayan hazırlıklar, mahyalar, iftarlar, teravihler, Ramazan geceleri, bayram hazırlıkları, bayram sevinci ve mânâsı bütün ayrıntıları ile tesbit edilecektir. Türk geleneğinde lider etrafın da toplanma anlayışının şehir hayâtı ile mimarisine aksedişi, câmi çevresinde teşekkül eden mahalle ve buradaki âhenkli ya şayışı temin eden bağlayıcı unsurlar, vâzife ve fonksiyonları ile berâber imam, muhtar ve bekçiler; en ince ayrıntısına kadar buradaki eski Türk ev ve konak hayâtı, Osmanlı devrinde aynı zamanda bir devlet dâiresi olarak kullanılabilen konakların iş leyiş düzeni, imparatorluğun bir çekirdeği olan konak hizmet lileri, bu konularda Garb’la yapılmış mukayeseleri, Batılılaş ma hareketlerinden sonraki siyâsi hayâtımız, yapılan inkılâb hareketleri ve bunların bünyemizde açtığı gedikler şaşırtıcı bir târih şuuru ile gözler önüne serilecektir. Hâsılı bu Şehzâdeba- şı konağı, dalga dalga yayılacak bütün sırları ile, bir impara torluğun yükseliş rûhu ve çöküş psikolojisi hayattan alınmış canlı tablolarla işlenecektir. Biz burada daha fazla oyalanma dan ağzımızdaki kekremsi susuzluğun verdiği buruklukla Bâ- yezid'e doğru yol alalım. Bakalım İstanbul Geceleri’nin Bâye- zid semtinde bizi neler bekliyor?
Hakkâklar çarşısındaki bir usta gibi beynimize bir mazi dâussılâsı işleyen yazar, Bâyezid çınarının altında bize kendi ni san’atma, mesleğine ve içinde yaşadığı cemiyete adamış lon ca esnafının yetişmesindeki mânevi havayı teneffüs ettirir. Ku rulan sergilerde kültür ve medeniyetimizin binbir çeşit çiçekle rini koklarız. Acaba eksik kaldı mı? diye İbrâhim Efendi Kona ğındaki Sergi’ye yönelmek istersek de, ihtiyar çınarın yaprak larının hışırtısındaki «esselâmü aleykiim yâ ehl-i şerîa» sesi bizi bırakmaz. Bir kuş misâli çınarın en yüksek tepesine ko nup etrafın büyüleyici manzarasında kaybolmak isteriz. Fakat uzaklardan göklere yükselen ve gözümüzün de gönlümüzün de ferini, alın terimizi alıp götüren alevlerin dehşetiyle silkini riz. Daha da dehşetlisi, bu ocak yakan yangınların çok defa Ermeni, Rum, Yahudi kundağı olduğunun başka bir vesileyle
yazarımız tarafından bize fısıldanmasıdır. Tulumbacıların er kek sesi bizi daldığımız âlemden uyandırır.
Muhterem muharririmiz elimizden ve gönlümüzden tuta rak bizi Süleymâniye’ye sürükler. «Lâfzı ile mânâmıza, mûsikî si ile maddemize seslenen» ezan sesi bize minâreleri hatırlatır. İbrahim Efendi Konağı’nda sergilenen Mimar Sinan’ın san’at dehâsına hayran kalırız. Câmi kubbesi ile gök yüzü kubbesini bir ve ayrı zanneden anlayışın hayattaki tezâhürlerini ibretle seyrederken, hovardaca harcanan mâzî hâtıralarının feryâdını duyarız. Çünkü artık, yıllardır bu hâtıralardan, mâzîden kaç mak isteyen-, kendini günün, içimizi koflaştıran basit ve bayağı mâcerâlarına kaptıran bunun için de Garb’den esen rüzgârla ra karşı hazırlıksız ve ağırlıksız yakalanan insanımıza, ah keş ki mâzî ile hâli birleştirebilse diye üzülürüz. Sıkıntımızı hafif letmek isteyen yazar, hacılar için yapılan merâsimleri gözleri mizin önüne sererek bizi avutmak ister. Kandil gecelerinde rû- humuz ecdâdla berâber yıkanır. Divitçiler, dökmeciler ve da ha niceleri önümüzden resm-i geçit yapar. Fakat Süleymâniye bir mânâda «Bâb-ı meşîhat»tır. Medeniyet ağacımızın köklerin de yer alan medresenin, zamanla meyve verememenin tıkızlığı ve sığlığının, bu ağacın filizlerini nasıl kırdığını ibretle müşâ- hede ederiz. Ama daha göreceğimiz, görmemiz gereken çok şey vardır.
Sandıkburau’nda, meyhâneleri ve sarhoşları ile İstanbul’un gece hayâtında birazcık dolaşsak ve birbuçuk asırlık uyuşuklu ğumuzun ve sarhoşluğumuzun muhâsebesini yapsak.. Ama Ak saray’daki kahvehâneler, semâ kahveleri ile şifâhî halk kültü rümüzün en renkli sayfaları bizi kendine çeker. Bu semtteki ve diğer semtlerdeki satıcılar bize İstanbul’un bir tarafını verir lerse de; biz, asıl cumbalı evlerin kapılarındaki pirinç halkala rını çevirerek insanımızın iç dünyâsına, mahremiyetine girme ye can atarız. Bu sığınma ihtiyâcımız, bu kaçış, tezatlarla dolu dünyâda mümkün mü? Tavuk Pazarı’ndaki esrarkeşlerin «bizi hâlâ mı çürük meyve» diye çiğneyeceksiniz şeklindeki haykırış ları huzûrumuzu kaçırır. Bereket versin Çırpıcı imdâdımıza ye tişir. Eski İstanbul eğlenceleri ile vücûdumuz da gönlümüz de ferahlar. İstanbul’un her semti mâzîde kalmış bir hayâtın ayrı safhasını temsil eder. İşte kazaskerler, mollalar, dersiâmlar sem ti olan Çarşamba.. Şeyhülislâmların huzûruna «Allah zâlimleri
S. AYVERDİ’NİN DELÂLETİNDE ESKİ İSTANBUL’DA BİR GEZİNTİ
sevmez» âyetini okuyarak girdikleri Yavuz Sultan Selim’de kı sa bir vakfeden sonra-, sokak satıcıları, ninnileri, «kırk hamam» eğlenceleri ve düğün merasimlerini seyrettiğimiz Çarşamba so kaklarında; eski cemiyetimizi birbirine lehimleyen değerlerin, bunların kaybedilmesinin sosyal yapımızda açtığı yaraların mu hasebesini yaparız. Geçmişi, günü ve geleceği içiçe düşündüğü müz bu satırlarda din ile taassubun ayrı ayrı şeyler olduğunun farkına varırız. Müellif bizi köşkler, mesire yerleri, saraylar ile donatılmış Haliç’e, Eyüb’ün rûhâniyetli havasına, buradaki ke nar mahallelere götürür. Bir zamanlar refahın, mutluluğun, şen ve şakrak kahkahaların sindiği Haliç kıyılarında, sevginin ve bağlılığın en canlı tezahürü olan «selâm»ı verecek kimse bula mayız.
Varlıktan yokluğa düşmüş bu semtin rûhumuzda bıraktığı yorgunlukla Haliç sırtlarından Beyoğlu’na yol alırız. «Zorba bir uşak», «nankör bir kâhya», «açıkgöz bir yanaşma», yıkıcı ve iki yüzlü olan bu semt; bize neyi nasıl kaybettiğimizi hatırlatır. Hiç bir zaman Türk olamamış Beyoğlu’nun yıktıklarının ezikliğin den bizi Boğaziçi kurtarır. Tabiat güzellikleri ile beraber, sahi line serpiştirilmiş konakların, yalıların, köşklerin, koruların içi mizi ve dışımızı yıkamasını bekleriz. Gece mehtabını seyretti ğimiz kayık safâları, kendine mahsus bir yaşayış şekli olan Bo ğaziçi semtlerinin içimizi aydınlatan dünyâsı bizi oyalayamaz. Hattâ, akıl bizi Boğaziçi’nde Târih’e sürükler. Anadolu ve Ru meli hisarları arasında kartal gibi kanadımızı gererek geçmişin bütün güzelliklerini kanatlarımızın altına toplamak isteriz. Bizi ne Yıldırım ve Fâtih’in büyüsü, ne saltanat kayıkları, ne mu zaffer komutan Özdemiroğlu Osman Paşa’nın karşılanışı, ne şeh- zâde düğünleri, ne Şeyhiilvüzerâ’nın konağı, ne Şehit Ali Pa- şa’mn düğünü avutur. Çünkü hesabı yapılmamış bir Batılılaş manın bizden götürdüğü o kadar çok şey var ki.. Adalar-Ka- dılcöy’de bulunmayan Türk rûhunu aramaya ne gerek var? Fe- tih’den evvel Türk olmaya başlayan Üsküdar bizi avutmak is ter. Sefere çıkan orduların atlarının sabırsız kişneyişleri ku laklarımızda uğuldar. Sebillerden kana kana mâzı ummânmı içeriz. Bu içiş mâzîyi aynen yaşatmak için değildir. O, geçmiş le harp ilân etmiş bir nesli kuruyup tükenmekten kurtarmak ister. «Kâtibim» şarkısının Üsküdar’a yakışıp yakışmadığını dü şünürüz. Fakat bizi asıl kendisine çeken ve bir zamanlar ce-
miyeti maddeten ve manen yoğuran dergâhların ihya gecele rinde aslımızı idrak ederiz. Kendimizi bulmuş olmanın zevki ve emniyeti ile yeniden kesret dünyâsına döner ve Çamlıca sırtlarında eski düğünleri ve eğlenceleri başka bir gözle sey rederiz.
Sâmiha Ayverdi
«Sâmiha Ayverdi Hânım'da başlıca şu üç vasfı görü yorum :
a) Türk toprağının kadîm ve muâsır en güzide şâir
ve nâdirlerimizin havasını taşıyan bir üslûp ki ekseriyâ nâ-
dîde teşbihler, istiâreler ve mecazlarla süslüdür.
b) Mâziyi hasretle düşünmekle berâber Garb irfan
ve medeniyetini bilen mütekâmil bir «Türk terbiyesi».
(Sâmiha Hânım «Mesnevî»yi aslından okuyup anladı ğı gibi, Fransız klâsiklerini de aslından okuyup sever.)
c) Sâmiha Hanım’ın hülyalı gözlerinde mistik aşk ve
ferâgatın aksini, kâinâta yüksekten bakışını, derûnî ateş ocağından gelen nûru görürsünüz. O konuşurken ve yazar ken, mevzû ne olursa olsun, dâimâ « miirşîd»inin tesiri al tındadır. Sükûtunda, istigrâkında dahî rûhâniyet sezilir.
Sâmiha Hanım, muhâveremiz arasında, İmam-ı Âzam ’dan :
«İnsanların kendilerinden büyük işlere kalkışmaları onla rı ekseriyâ alt üst eder.» Ve Celâleddin-i Rûmî’den: «Hiir- remdir, şâddır o kimse ki, kuvvet ve gıdâsı acz ve hayrettir ; her iki dünyâda dostun gölgesi altındadır» tarzında hike-
miyât naklettiken bir dakika sonra, san’at bir terkip (synt hèse) olduğu için Paris’in yeni fikir ve sanat hareketlerini tâkip ettiğini söyler ve hemen yine tasavvufa kayar.»
İ z z e t M e l i h D e v r i m
Yeni Sabah, 18 Mayıs 1952
Aysel YÜKSEL
Türk milleti, Türk-İslâm sentezi çerçevesinde yeni bir oluş ve kuruluşun eşiğindedir. Bu kuruluş içinde temel taşı olan ve kuruluşa kaide vazifesiyle dünyâya gelmiş büyük insan, edîb ve mütefekkir Sâmiha Ayverdi Hanımefendi’nin nasıl çalıştı ğını anlatmak, bu mevzûda birkaç söz söylemek çok zor. Zira bizler, Kendileri’nin etrafında birer pervane olmakla beraber, o mâhîler ki derya içre deryayı bilmez pervaneleriz. Ama za hiren ne görebildiysek bunu etrafımıza anlatmak da boynu muza borç...
Yeni devir Türk gençlerinin kuracakları âbidelere kaide olmuş ve bu kaideyi hazırlayan elemanları yetiştirmiş müstes- nâ şahsiyetiyle Türk milletinin kaderinde söz sâhibi olan Sâ miha Ayverdi Hanımefendi, Türk edebiyâtında yeri doldurul mayacak bir mevkiin sâhibidir. Sâdece bir muharrir değil, ken disine has üslûbu, anlatış şekli, geçmişi geleceğe bağlayan bir köprü ve başlı başına bir medeniyet oluşu, tefekkür hayâtı ve Türk-İslâm sentezini yakalamış ve yasamış bir mürebbî olarak çok çeşitli bir çalışmanın içindedirler.
Bir edebiyatçı olarak 1949 senelerinde kendisi ile yapılan bir mülâkatta: «Sizi Bâbıâlî’de heveskârlar arasında hiç gör medik. Günün birinde birdenbire Aşk Bu İmiş’le ortaya çıktı nız. Böyle, bir hamlede roman yazmaya sizi sevk eden sebep nedir?» sorusuna: «Mesnevi» diye cevap veriyor ve devam edi yorlar: «Sübkonsiyans uyanışları beni forme eden bir mistik havadır. İnsanların da büyülenmesi için maddesiyle mânâsının bir sulh ve anlaşmaya varması icap ettiğine kâniim. Bu ka naat bir san’at ihtiyâcıyle karışınca bir eser meydana gelebi