• Sonuç bulunamadı

A Avni Konuk; Fusûsu'l-Hikem Tercüme ve Şerlıi (Dr S Eraydın ile birlikte I cildini neşrettiğimiz (İstanbul 1987) bu eserin III cildinde

Belgede Samiha Ayverdi... (sayfa 33-36)

«ATEŞ AĞACI»

4 A Avni Konuk; Fusûsu'l-Hikem Tercüme ve Şerlıi (Dr S Eraydın ile birlikte I cildini neşrettiğimiz (İstanbul 1987) bu eserin III cildinde

Mûsâ Fassı’nm son sahîfelerine bakınız).

ra gelmesi gerekmekteydi. İşte Cenâb-ı Hak ona bu vazifeyi tevdi edeceği için, onun yüz çevirmesine mahal vermeyecek ve büyük bir istekle kendisine yönelmesini te’mîn edecek şekilde, onun ihtiyâcı ve husûsî talebi olan ateş sûretinde ona tecellî etti. Zira eğer Cenab-ı Hak, o sırada Hz. Musa’nın şiddetle ih­ tiyâcı olan «ateş»den başka bir sûrette tecellî etseydi, ateş ara­ makta olan Mûsâ, ihtiyaç ve talebi olmayan bir şeyde vukû bulan tecellîye iltifat etmeyebilir ve şöyle düşünebilirdi: Bana şimdi ateş gereklidir. İhtiyâcım olan ateşi tedârik edeyim de, ondan sonra, vâki’ olan şu şaşırtıcı hâlin ne olduğunu araştı­ rayım!.. Böylece ilk defa karşılaştığı ve mâhiyetini bilmediği «tecellî» den yüz çevirip, kendi talebi olan ateş arama işine dö­ nebilirdi. Tecellîden yüz çevirmek ise Hak’tan yüz çevirmek demek olacağından, Hak Teâlâ da ondan yüz çevirirdi.

Peygamber Efendimiz: «Kim ki külliyetle Allâh’a yönelir­ se, Allah da ona külliyyetle yönelir; ve kim ki külliyyetle Al­ lah tan yüz çevirirse, Allah da külliyyetle ondan yüz çevirir» buyurmaktadır. Halbuki Mûsâ Peygamber Hakk’ın seçtiği ve kendisine yakın kıldığı bir kimsedir. Şu halde Mûsâ (a.s.)ın vukûfu olmadığı bir hal içinde, Allah Teâlâ’nın ona tecellî et­ mesi, onun Allâh’a yakmlığındandır.

Allah Teâlâ onu Şuayb (a.s.)ın sohbetine sevk etmek sü­ ratiyle kendisine cezb etmişti. Böylece Şuayb Peygamber ona İlâhi sevgi ve ma’rifeti öğretmişti. Neticede Hz. Mûsâ Hakk’ı müşâhede etmeyi arzû etmeye başlamıştı. Bu maddî âlemde, Hakk’ı müşâhede etmek ise, bir sûret olmaksızın mümkün de­ ğildir. İçinde bulunduğumuz bu şehâdet âlemindeki sûretlerin en şereflisi ateştir. Çünkü evvelâ, ateşte nur vardır ki, bu nur­ la çevresindeki varlıklar görülür. İkincisi, ateşte kahır vardır ki, kapladığı her varlığın sûretini yakıp yok eder. Üçüncüsü «muhabbet» vardır. Zîrâ onun nûru nur olmak îtibâriyle sevi­ lir. İşte ateşteki bu üç sıfat ile Cenâb-ı Hakk’ın «nur», «kahır» ve «sevgi» sıfatları arasında bir münâsebet mevcuttur.

Bu münâsebet ise şu şekilde açıklanabilir: Bu varlık âlemi­ nin sûretleri Hakk’ın nûruyla zâhir olmuştur. Nitekim bir ha- dis-i şerifte: «Allah mahlûkâtı karanlıkta yarattı; sonra da on­ ların üzerine nûrundan saçtı.» Cenâb-ı Hak bir şeye «Zât»ı ile tecellî ettiği vakit o şeyin sûretini mahv ve yok eder. İlâhî nur da Hakk’m muhabbetinin eseridir.

«ATEŞ AĞACI»

İşte Cenâb-ı Hak Mûsâ (a.s.)a tecelli edeceği vakit, ken­ di sıfatlarıyla münâsebeti olan ateşin ihtiyâcını Hz. Mûsâ’da vücûda getirmesi, yine Hakk’m ona olan lutuf ve inâyetinin kemâlini göstermektedir. Bu ihtiyaç Hz. Mûsâ’yı dâhi tecellî­ ye doğru çekip sürükledi. O da bütün gayret ve himmetiyle, o esnâda pek çok muhtaç olduğu ateşe yöneldi. Kendisinin ihtiyâcı örtüsüne bürünmüş Hakk’ın tecellî ve hitâbma maz- har olmaya ve bu hitâbı işitmeye ezelden istîdad ve ehliyeti vardı. Böylece «Ben Allah’ım» nidâsını işitmiş oldu.

Gerçi Cenâb-ı Hak, sâdece Hz. Mûsâ’ya ve diğer peygam­ berlere, ihtiyâcı olan şeyin örtüsü altında veyâ başka bir şe­ kilde tecellî etmez. Bu tecellî her fert için şu veyâ bu sûrette zuhûr eder; o ister bilsin, ister bilmesin. Allah, kendisine te­ cellîyi murad ettiği kulunda bir ihtiyaç vücûda getirerek, bu ihtiyâca doğru onu cezb eder. Hakk’m kendine yakın kıldığı kullarına, «mukarreb»lere, ihtiyaçları olan şeylerin sûretlerin- de tecellî etmesi, onların seyrü sülüklerinin başlangıcında, on­ ları mâsivâdan kendi tarafına cezb etmek için vâki olur. On­ dan sonra bu kimseler bu ilâhı cezb çemberi içinde seyr eder­ ler. Nitekim Hz. Mevlânâ: «Bizler Hak Teâlâ’nın cezbi ile yü­ rürüz» buyurmaktadır.

Bu gibi İlâhî cezb ehlinin seyirleri «Allah’da seyr» (seyr fillâh) olup, Hak Teâlâ’yı sâdece talepleri olan şeylerin sûretin- de değil, bütün varlıkların sûretlerinde müşâhede ederler. Ar­ tık onlar «Ben Allah’ım!» hitabını her tecelli ve zuhûr yerinde işitebilecek bir makama vâsıl olmuşlardır.

Fakat gaflet ehli olan kimseler, beşerî ve nefsânî kirlere bulanmış oldukları için «Ben Allâh’ım!» hitabına muhâtap ol­ maya ve bu hitâbı işitmeye ehil değildirler. Gerçi Hakk’ın gay­ ri hiç bir varlık olmadığı ve bütün varlıklar Hakk’m isim ve sıfatlarının birer zuhur ve tecellî yeri olduğu ve Hak bu sû- retlerde, hulûl ve ittihâd olmaksızın, zâhir olduğu için, bütün varlıklar hal dili ile «Ben Allah’ım!» deyip durmaktadır. Bu­ nu böyle bilmek «ilmi tevhîd», yâni ilim yoluyla elde edilen nazarî ve aklî bir tevhid ise de, gaflet ehli böyle bir tevhid- den bile habersizdirler. Fakat Hak yolunun yolcusu olan kim­ se, mürşidinin irşad ve ikazlarıyla, kalbini mâsivâ denilen Hak’tan gayri şeylerden ve nefsâni kirlerden temizleyip, mecâ-

zî olan kendi varlığından fâni olmak makamına ulaşır. Böyle- ce ilâhı cemâli örten ve kulun müşahedesine engel birer ve­ himden ibaret olan bütün varlıkların sûreti ve kendisinin ben­ liği ortadan kalkar. O zaman hem kendisini hem de her bir zerreyi5, Hakk’m lisânıyla «Ben Hakk’ım!» deyici olarak görür ve işitir.

Mahmud Şebüsterî Gülşen-i Râz isimli eserinde bu husus­ ta şöyle demektedir:

«Zan pamuğunu kulağından çıkar da tek ve her şeyi kah­ reden Tanrı’nm sesini duy!

Sana Tanrı’dan durmadan, dinlenmeden ses gelip durmada. Kıyameti ne beklersin ki?

Eymen vadisine gir de o ağaç, sana da «Ben Tanrı’ymı, Tanrı!» desin.

Bir ağacın «Ben Tanrı’yım!» demesi doğru ve yerinde ol­ sun da, neden bir kutlu kişinin demesi doğru ve yerinde olmasın? »6

A.Avni Konuk Bey, Cenâb-ı Hakk’m Hz. Mûsâ’ya ihtiyâ­ cı olan ateş sûretinde tecellî eylemesindeki hikmeti, yukarıda hulâsa olarak verdiğimiz açıklamalardan sonra, bu kıssadan eğitim ve öğretim konusunda da bir hisse çıkarılabileceğini şu şekilde ifâde etmektedir: Bir çocuğun ihtiyâcı oyundur. Onun için terbiye ve ilme davet edilecek bir çocuğa verilmesi arzû edilen ilim ve terbiyenin, çocuğun ihtiyaç ve talebi olan «oyun» içinde ve oyun yoluyla verilmesi gerekir. Böylece «oyun»a yö­ nelmiş olan çocuk, ihtiyaç ve talebi sûreti içinde ilim ve ter­ biye ile karşılaşmış olacağından kendisine güç gelecek olan

5 Fuzûlî’nin şu beytini de bu mânâda burada zikredebiliriz:

Belgede Samiha Ayverdi... (sayfa 33-36)