• Sonuç bulunamadı

3. Bir İrşâd Metni Olarak Mesnevî ve XVI Yüzyıla Kadar Mesnevî Üzerine Yapılan

3.1. SÜLÛKE DÂİR BAZI KONULAR

3.1.5. Mevlevî Sülûkü

Genel anlamda tarîkatlar, pîrinin kademi üzerine teşekkül etmiş, onun sülûk anlayışını sistematik hale getirmiş yapılardır. Mevlevîlik de Mevlânâ’nın sülûk hayatı ve tecrübesi üzerine inşa olunmuştur.889 Mevlânâ, kendisinin sülûk anlayışını Mesnevî’sinde anlatmış ve müridlere sülûklarında rehber olmak üzere kâleme almıştır.890 Nitekim Pakalın, Mevlevî tekkelerinde evrâd ü ezkârdan boşa kalan zamanlarda Mesnevî ve Minhâc’ın okunduğunu belirtmiştir.891 Bu açıdan Mesnevî şerhleri, Mesnevî’nin anlaşılmasındaki rollerinin yanı sıra Mevlevîlik’teki sülûk anlayışında önemli bir kaynak olma niteliği taşımaktadırlar. Bazı eserler ise Mesnevî’den hareketle Mevlevî sülûkünün mâhiyetini ele almayı amaçlamıştır. Bu türün en güzel örneğini Cezîre-i Mesnevî oluşturmaktadır. Ayrıca Ankaravî’nin Nisâbü’l-

886

Gölpınarlı, Melâmîlik, s. 194. 887

Bkz. Sîneçâk, Cezîre-i Mesnevî, Şehid Ali Paşa, 2771, 40b. 888

Şeyh Gâlip, es-Suhbetü’s-Sâfiye, İstanbul Ün. Ktp., Türkçe Yazmalar, no: 6335, 106a. 889

İlmî Dede bunu şöyle ifade etmiştir: “Her kîm beni görüp ve söyleşmek diler benüm kelâmımda bulsun.” İlmî Dede, 18b.

890

İlmî Dede Mesnevî’nin irşad kitabı olmasını Şerh-i Cezîre’sinin mukaddimesinde; “Hazret-i Hudâvendigâr kaddesenallâhu bisirrıhi’l-‘Azîzü’l-Ğaffâr buyurdukları Mesnevî-i Ma’nevî-i Şerîf ki mürşid-i kâmil ve sûret ü ma‘nâya şâmildir...” şeklinde ifade etmiştir. İlmî Dede, 2a. Ankaravî de aynı hususu Minhâcü’l-Fukarâ’sında; “Bu fende Hazret-i Mesnevî’den ziyâde savâb-ter bir kitâb-ı müstetâb dahî olmaz. Bir kimse ilm-i sülûkta buna mânend ve misil bulamaz. Mevlevînin sülûku Mesnevî üzere muktefidir ve ma‘ânî-i Mesnevî Hazret-i Kur’ân ve Ahâdîs-i Rasûl üzere mübtenîdir.” Ankaravî, Minhâcü’l-Fukarâ, s. 32. Ankaravî’nin bu ifadelerinden maksat, bizzat kitabın kendisinin mürşid olması değil, ilm-i sülukü etraflıca anlatmasıdır. Nitekim Ankaravî, kitabı bir makama koysan bin yıl geçse kimse ondan bir fayda elde edemez, onu bir mürşid-i zinde nakletmelidir diyerek kitabın alet hükmünde olduğunu belirtmiştir. Ankaravî, Minhâcü’l-Fukarâ, s. 71.

891

Mevlevî’si ile Sabûhî Ahmed Dede’nin “İhtiyârât-ı Hazret-i Mesnevî” adlı seçkileri bu türün örneklerindendir.892 Mevlevî sülûkünün kaynakları bunlardan ibaret olmayıp bahsedilen türlerden başka daha birçok türde meselâ tabakât, mektûbât vs. eserlerde de sülûk konularına değinilmiştir.

Burada belirtmek gerekir ki aslında, şerhlerden başka Mevlevîlik’teki sülûk anlayışının gerek mâhiyetini gerekse âdâb ve rusûmunu izah etmek üzere müstakil eserlerin de kâleme alındığı görülmektedir.893 Bu minvalde yazılmış ilk eser, Dîvâne Mehmed Çelebi’nin (v. 951/1544’ten sonra) Tarîkatü’l-‘Ârifîn isimli kısa risâlesidir.894 İsmail Ankaravî’nin (v. 1041/1631) Minhâcü’l-Fukarâ ve Risâle-i Usûl-i Tarîkat ve Bîat/Risâle-i Usûl-i Tarîkat-ı Nâzenîn adlı risâleleri bu kategoride yer alır. Nakşî- Mevlevîlerden Kösec Ahmed Dede’nin (v. 1194/1781) et-Tuhfetü’l-Behiyye fi’t- Tarîkati’l-Mevleviyye adlı risâlesi ve bu risâle üzerine Şeyh Gâlib tarafından yazılmış olan es-Suhbetü’s-Sâfiye adlı Arapça haşiye yine bu türün örnekleri arasındadır. Beşiktaş Mevlevîhânesi şeyhi Nazif Hasan Dede’nin (v. 1287/1861) Ta‘rîfü’s-Sülûk895 adlı eseri ile Kahire ve Gelibolu Mevlevîhânesi şeyhliğinde bulunmuş olan Hüseyin Azmî Dede’nin (v. 1311/1893) Beyânü’l-Mekâsıd, Nuhbetü’l-Âdâb Yâhud Kânûn-ı Mevlevî ve Miftâhu’l-Kulûb adlı risâleleri bu türün son örneklerini oluşturmaktadır.896 Burada aidiyeti noktasında şüpheler olan hatta ait olmadığı kesine yakın olan, Mevlânâ’ya atfedilen Traşnâme ile Şems-i Tebrizî’ye atfedilen Merğûbü’l-Kulûb adlı

892

Sabûhî, bu seçkisinin amacını, “tâlibân-ı mübtedîye fehmi âsân ola” diyerek Mesnevî’nin anlaşılmasına yardımcı olması amacıyla seçip şerhettiğini ifade etmiştir. Algül, a.g.t., s. 26.

893

Mevlevîliğin mutfak merkezli manevi eğitimini oluşturan çile hayatı üzerine Safi Arpaguş tarafından güzel bir çalışma yapılmış, çalışmanın giriş kısmında Mevlevî çilesinin kaynakları geniş olarak tanıtılmıştır. Bilgi için bkz. Arpaguş, Sâfi, Mevlevîlikte Ma’nevî Eğitim, İstanbul, 2009, s. 23-61. Ayrıca ekler kısmında mevlevî sülûküne dair bazı risaleler latinize edilerek okuyucunun istifadesine sunulmuştur. Arpaguş, Mevlevîlikte Ma’nevî Eğitim, s. 359-386.

894

Bu eser, Mustafa Çıpan tarafından yayınlanmıştır. Bkz. Çıpan, Mustafa, Dîvâne Mehmed Çelebi, Konya, 2002, s. 109-113.

895

Eser hakkında Fatih Bilgin tarafından bir yüksek lisans çalışması yapılmıştır. Bkz. Bilgin, Fatih, Nazif Hasan Dede ve Ta’rîfü’s-Sülûk Adlı Eseri, (SÜSBE, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya 2007). 896

Hüseyin Azmî Dede’nin Beyânü’l-Mekâsıd adlı risalesi, Safi Arpaguş tarafından latinize edilerek yayınlanmıştır. Arpaguş, Safi, “Hüseyin Azmî Dede ve Beyânü’l-Makâsıd Adlı Risâlesi”, M.Ü.İ.F.D., sa. 31, 2006/2, s. 67-100. Nuhbetü’l-Âdâb yine Safi Arpaguş tarafından, Mevlevîlikte Ma’nevî Eğitim adlı eserinin ekler kısmında yayınlanmıştır. Ancak Arpaguş karşılaştırabileceği ikinci bir nüsha olmadığı için eldeki nüshanın tam olup olmadığı konusunda tereddüdünü belirtmiştir. Biz elimizde olan Nuhbetü’l-Âdâb nüshası ile karşılaştırdığımız zaman iki nüshada farklılık olduğunu dolayısıyla Arpaguş’un bu tereddüdünde haklı olduğunu tesbit ettik. Arpaguş, Mevlevîlikte Ma’nevî Eğitim, s. 37- 40. Azmî Dede’nin bu konudaki diğer risalesi olan Miftâhu’l-Kulûb’un kataloglarda herhangi bir nüshası görünmemektedir. Ancak bir arşiv taramamız esnasında henüz kataloglara girmemiş bir nüshasını tesbit ettik ve tezimizde onu kullandık.

kısa risâleler de eklenebilir. Bunlar, matuf oldukları müelliflere ait olmasalar bile Mevlevî gelenek içerisinde yazılmış ve atıf yapılmış olan eserlerdir.897

Bunlardan başka bir de Mesnevî’den hareketle Mevlevî sülûkünün mâhiyetini ele alan veya Mesnevî’den Mevlevî sâliklerin istifâdelerini kolaylaştırmak için kâleme alınmış eserler bulunmaktadır. Bu türün en güzel örneğini Cezîre-i Mesnevî oluşturmaktadır. Ayrıca Ankaravî’nin Nisâbü’l-Mevlevî’si ile Sabûhî Ahmed Dede’nin İhtiyârât-ı Hazret-i Mesnevî adlı seçkileri bu türün örneklerindendir.898 Mevlevî sülûkünün kaynakları bunlardan ibaret olmayıp bahsedilen türlerden başka daha birçok türde meselâ tabakât, mektûbât vs. eserlerde de sülûkün bazı konularına değinilmiştir.

Mevlevî sülûkünün mâhiyetine dair üzerinde ittifak edilen husus, aşk yolu olduğudur.899 Babası Bahâ Veled ve Burhaneddîn Muhakkık Tirmizî’den riyâzet yolunu tevarüs eden Mevlânâ, Şems’ten de Baba Kemâl Hocendî’nin meşrebi olan terk ve tecrit meşrebini tevarüs ederek riyâzet ve aşk yolunu cem etmiştir.900 Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin tarîkatlar arası bir eser haline gelmesinde bu hususun önemli olduğunu düşünmekteyiz.901 Zira Şems öncesi ebrar yolu ile sülûk eden Mevlânâ, Şems’le birlikte aşk yoluna intisap etmiş, Mesnevî’si de bu iki yönü de ihtiva etmesi hasebiyle ister ebrâr

897

Gölpınarlı, Işknâme ve Traşnâme’nin üslup bakımından Şâhidî’ye ait olduğunu düşünmektedir. Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevilik, s. 187. Bunlar hakkında bir değerlendirme için bkz. Küçük, Hülya, Sultân Veled ve Maârif’i, s. 75.

Merğûbu’l-Kulûb’ün aidiyeti noktasında ise Pertev Paşa, 635 nolu nüshanın ser-levha’sındaki ifadeler kanaat vermektedir. “În Merğûbu’l-Kulûb Ez Guftâr-i Şeyhu’l-Meşâyih Kutbü’l-Muhakkıkîn ve İmâmü’s-Sâlikîn Sultân-ı Tarîkat Şâh-ı Meydân-ı Hakîkat Şemseddîn-i Tebrizî Kaddesallâhu Sirrahu’l-Azîz În Kitâb Be-dih Fasl Kerde Ez Behr-i Mürîdân Tâ Be-Hudâ-yı Teâlâ Biresend Bedîn Tafsîl Kerde .../Bu Merğûbu’l-Kulûb, Şemseddîn-i Tebrizî’nin sözlerinden [alınmıştır]. Bu kitap, müridleri Hakk’a ulaştıracak 10 fasla ayrılmış ve de tafsil edilmiştir.” Şems-i Tebrizî, Merğûbu’l- Kulûb, Süleymaniye Ktp., Pertev Paşa, 635, 14b. Başlıktan anlaşıldığı üzere eser, Şems-i Tebrizî tarafından telif edilmemiş ancak onun sözlerinden derlendiği iddia edilmiştir. Elbette bu ona aidiyetini göstermemekle birlikte onu faydadan hâlî de kılmaz.

898

Sabûhî, bu seçkisinin amacını, “tâlibân-ı mübtedîye fehmi âsân ola” diyerek Mesnevî’nin anlaşılmasına yardımcı olması amacıyla seçip şerhettiğini ifade etmiştir. Algül, Sabûhî Ahmed Dede, s. 26.

899

Nitekim Avni Konuk şerhinin pek çok yerinde Mevlânâ’nın yolunun aşk yolu olduğunu belirtmiştir: Bkz. Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. VII, s. 253; c. IX, s. 213; c. XI, s. 88.

900

Bu hususu Halvetî büyüklerinden Mehmed Nazmi Efendi: “Ve hıdmet-i Mevlânâ Celâleddîn’e mensûb olan dervîşân ve fukarânın sülûkları, terk ve tecrîd ve fenâ ve semâ‘ ve safâ olmağın, içlerinden çok kâmiller zuhûr etmiştir” şeklinde dile getirmiştir. Türer, Osmanlılarda Tasavvufî Hayat, s. 450. Nazmi Efendi, Şems-i Tebrizî’nin Baba Kemal’den terbiye gördüğünü, belirtir. Baba Kemal’in silsilesini ise, Necmeddîn-i Kübrâ, Ammar b. Yâsir el-Bitlisî yoluyla Ebu’n-Necîb Sühreverdî’ye (v. 563/1167), ondan da “aşkın üstadı” olarak bilinen Ahmed Gazzâlî’ye bağlar. Türer, Osmanlılarda Tasavvufî Hayat, s. 450. Ancak bazı çalışmalarda Baba Kemal’in ismi silsilede yer almamaktadır. Bkz. Baltacı, Halil, ““Saf Aşkın Üstadı”: Ahmed Gazzalî ve Tasavvuf Anlayışı”, Tasavvuf, sa.: 32, 2013/2, İstanbul, 2013, s. 6-7.

901

Meselâ Şeyh Gâlib’in bunu destekleyen bir ifadesi şöyledir: “Belki bi’l-cümle ebyât-ı Mesnevî remzen ve tasrîhen Nakşibendiyye ve Halvetiyye ve sâir turuk-ı sûfiyyenin usûlünü beyân olduğu, inde’l-kül müsellem bir ma‘nâdır.” Şeyh Gâlip, Şerh-i Cezîre-i Mesnevî, s. 20

yolu sâlikleri olsun isterse şuttâr yolu, Mesnevî’yi kendileri için bir rehnümâ olarak bulmuşlardır. Nitekim Avni Konuk bu hususu şöyle izah etmiştir:

“Ma’lûm olsun ki, tâliblerin Hak yoluna sülûkleri iki türlü olur. Birisi evvelen nefsi kötü sıfatlardan ve rezâilden temizleyip ma’rifet-i ilâhî’ye müstaid olmak ve o ma’rifetten sonra, aşk-i ilâhî hâsıl edip, bu “ebrâr” yolundan, “şüttâr” yoluna terakkî etmektir. Kâmillerin ba’zıları, tâlibleri terbiyede ve kemâle getirmekte, bu yolu münâsib görmüşlerdir. Onları hırstan ve diğer nefsânî olan ayıblardan ve kusurlardan temizleyip güzel ve rûhânî sıfatlar ile muttasıf yaparlar. Ve diğeri odur ki, sâlik evvelen aşk hâsıl eder ve aşkın husûlünden sonra bütün rezâil ve nekâis-ı nefsâniyyesi zâil olur. Ba’zı kâmiller bu aşk yolunu makbûl tutup, sâdık mürîdleri bu aşk menziline eriştirirler.”902 “Hz. Mevlânâ, bu iki yolu beyân buyurdular. Evvelen “Bend bi-gsil” den i’tibâren yukarıdaki üç beyti903, evvelki yola işâret buyurdular. Ve ikinci yol, Hz. Mevlânâ’nın i’tibâr buyurduğu “şüttâr” ve “aşk” yolu olduğundan, bu aşağıdaki beyitlerde de aşk hakkında mübâlağa buyurdular. Ya’ni “Hırs-ı dünyâdan ve bu hırs sebebiyle nefsânî olan ayıblardan ve kusûrlardan temizlenmenin çâresi, bu cisim libâsının mecâzî veyâ hakîkî bir aşk ile yıpranmasıdır. Zîrâ aşkın isti’lâ ettiği bir kalbe başka emeller sığamaz.”904

Burada Avni Konuk’un ifâdelerinde iki husus dikkat çeker. Birincisi, Hazret-i Mevlânâ hem ebrar hem şuttâr yolunu haber vermiş ancak şuttâr yolu hakkında mübalağa etmiştir. Bu konuda aynı görüşü paylaşan Nejâd, Mevlânâ’ya göre sâliki maksûd-i aslî ve maksad-ı aksâsına ulaştıracak seyr u sülûkun son merhalesi aşk olduğunu belirtmiştir.905 İkincisi ise, ebrâr yolunun şuttâr yolunun mukaddimesi niteliğinde olmasıdır. Zira aşk-ı ilahî hâsıl etmek için öncelikle nefsin kötü sıfatlardan arındırılması gerekmektedir. Ancak yine de bu kâfi gelmediği için mâsivânın tamamen yok edilmesi için aşk ateşi lazımdır. Sabûhî Dede, aşkın sülûkteki fonksiyonu ve riyâzeti tamamlayan bir unsur olması hakkında şunları söyler: Hazret-i Mevlânâ’nın mertebe-i aşktan haber vermesi, tarîk-ı Hakk tâliplerini aşk-ı ilâhî cânibine teşvik amaçlıdır. Zira aşk, tarîk ehlinin hâmlarını olgun ve kurularını yanık eyler. Riyâzet ateşinin pişiremediklerini, aşk ateşi pişirir. Aşk, riyâzetin ötesinde, çer çöp ve mâsivâ olarak kalpte bulunan herşeyi yakarak talipleri cezbeye hazır hale getirir.906 Yine Sabûhî Dede bir başka yerde, Hazret-i Mevlânâ’nın aşk yolunda pek çok riyâzetler ve sıkıntılar

902

Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. I, s. 92. 903

Mesnevî’nin I. cildinin 19, 20, 21. beyitlerini kastetmektedir. 904

Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, I/93. 905

Nejâd, Sekîne Deştiyân, “Ez Vâdî-i Taleb Tâ Ser-Menzil-i Maksûd: Heft Vâdî-i Seyr u Sülûk Der Mesnevî-i Mevlânâ”, Neşr: Esrâr, s. 3. (Esrar, içerisinde makalelere de yer veren bir günlük gazetedir. Elimizde taranmış hali bulunan bu makalenin tam künyesine erişemedik.)

906

çektiğini, tâlib-i Hak olan kimsenin râhatı mihnete tebdîl eyleyerek dünyâ murâdlarından el çekmesinin gerektiğini belirtir.907

Mevlevî yolunun ebrar ve şuttâr yolunu yani tasfiyeyi ve aşkı ihtiva etmesi hususu, Mesnevî şerhlerinde bu şekilde yer alırken, Mevlevî sülûkünün mâhiyetini açıklamayı konu edinen eserlerde de benzer şekillerde yer almıştır. Mevlevî sülûkune dair yazılmış ilk eser olan Tarîkatü’l-Ârifîn isimli risâlede, Dîvâne Mehmed Çelebi, tarif edeceği yolun şuttâr yolu olduğunu belirtmiştir. Sâliklerin ekserisinin uzun zaman alan varlık yolundan gittiklerini, kimi sâliklerinse fenâ/yokluk yolundan giderek kısa zamanda vasıl olduklarını belirtmiş böylece aşk yolunun diğer yollardan ayrıldığı temel vasfı ortaya koymuştur.908 Ebrâr yoluna da işaret eden Divâne Mehmed Çelebi, ebrâr yolu meşâyihinin zühdün suretine sahip olup insanlar arasında selâmet ehli olarak tanındıklarını belirtmiş ve nâkıslıklarına işaret etmiştir.909 Bundan nâşi ebrâr yolu meşâyihini “âlemin kennâsı” yani “süpürücüleri” olarak görür ve onların talibe telkîn-i zikr ederek bir isimden diğer bir isme geçirerek gönülde olan çer çöpü yok ettiklerini yoksa sâliki vatan-ı aslîye erdirmeğe iktidarlarının olmadığını belirtir. Dolayısıyla bunların fonksiyonu, talibin gönlünü temizleyerek onu uşşâkın sohbetine istidatlı hale getirirler. Mehmed Çelebi bunu, kandile yağın ve fitilin konulup yakılmaya müheyya hale getirilmesi örneğiyle anlatır. Ebrâr yolu meşâyihi kandili yakmak için hazır hale getirirler ancak onlarda kandilin ateşini tutuşturma iktidarı yoktur. Hazır hale gelmiş kandilin hemen yakılıp parlatılması ve nur haline getirilmesi uşşâk tâifesinin işidir.910 Dolayısıyla Dîvâne Mehmed Çelebi’nin de ebrâr yolunu, aşk yolunun mukaddimesi olarak gördüğü söylenebilir. Dolayısıyla mübtedî sâlikler, cezbe ile sülûk etmemişlerse ebrar yolu olan tasfiye ile sülûke başlamaları gerekmektedir. Son dönem mevlevî meşayihinden Hüseyin Azmî Dede’nin, mübtedîlerin sülûküne dair söylediği bir husus da bununla mutabıktır. Azmî Dede, nev-niyazların911 tasfiye-i kalp için günde iki defa murâkabe yaptıklarını, ayrıca zarûrî haller için tekke dışına çıktıklarında, kalp safiyetine

907

Algül, Sabûhî Ahmed Dede, s. 58. Eflâkî de, Mevlânâ’nın ibadet anlayışında riyazetin büyük bir yeri olduğunu, riyazetten dolayı Mevlânâ’nın vücudunun incecik olduğunu zira nefsi yok etmenin, en iyi yolunun oruç yani açlıkla riyazet olduğuna inandığını belirtmiştir. Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri I, terc.: Tahsin Yazıcı, Hürriyet yay., İstanbul 1973, s. 338, 379-380, 452.

908

Çıpan, Dîvâne Mehmed Çelebi, s. 109-110. 909

“Sûret-i zühd ü salâh ile beyne’l-halk ehl-i felâh…” Çıpan, Dîvâne Mehmed Çelebi, s. 111. 910

Çıpan, Dîvâne Mehmed Çelebi, s. 111. 911

Mevlevîliğe yeni giren kişiye denir. Top, H. Hüseyin, Mevlevû Usûl ve Âdâbı, Ötüken, yay., İstanbul, 2007, s. 294.

engel olmaması için insanlarla ülfet etmemelerinin gerektiğini söyler ki bu, Mevlevî sâliklerinin önce tasfiye ile sülûke başladıklarını göstermektedir.912

Dîvâne Mehmed Çelebi’nin öncülüğünü yaptığı Mevlevî sülûküne dair eser telif etme geleneğinde, İsmail Ankaravî’nin (v. 1041/1631) çok özel bir konumu vardır. Zira o bu konuda birçok önemli eser kâleme almıştır. Eser telifinden gayesi, sadece Mevlevî yolunun izah edilmesi değil, Semih Ceyhan’ın ifâdesiyle, şeyhi I. Bostan Çelebi’nin tarîkatı yaygınlaştırma projesine mâhiyet kazandırma veya tarîkata mâhiyet belirlemenin sonucunda ortaya konulmuş teliflerdir.913 Ankaravî, Minhâcü’l-Fukarâ’da, Mevlevî yolunun mâhiyetini, tarîkat içi ihtilafları ve bu ihtilafların hallini esas almış,914 Risâle-i Usûl-i Tarîkat-ı Nâzenîn’de ise Mevlevîlikteki sülûk âdâbını ve erkânını ortaya koymayı amaçlamıştır.915

İsmail Ankaravî, Mevlevî yolunun mâhiyetini ele alırken öncelikle Mevlânâ’nın yolunun, erkân ve âyininin tasavvuf olduğunu belirtir. Mevlevî yolunu doğru tanımlamanın “tarîk-i tasavvuf” şekilde tanımlamak olduğunu zira bu şekildeki tanımın sufi yolundaki aşk, muhabbet, zühd, fakr, marifet gibi hasletleri ihtiva ettiğini belirtir.916 Ankaravî, bunların tertibini ise, “nice inkâr olunur, bir tarîka ki onun evvel şartı mâsivallahdan kalbi tathîr etmek ola; ve evsâtı muhabbetullah ve ma’rifetullahla kalbin istiğrâkı ola; ve âhiri bi’l-külliyye fenâ-fillah ve bekā billah mertebesi ola”917 ifâdeleri ile tesbit eder ki bu ifâdelerle Dîvâne Mehmed Çelebi’nin ebrâr yolunun şuttâr yolu mukaddimesi olduğu şeklindeki ifâdeleri arasındaki paralellik göze çarpar. Başka bir ifâdeyle Ankaravî, Mevlevî sülûkünün ibtidâsının tasfiye, ortasının aşk ve muhabbet, nihayetinin ise fenâ ve bekâ olduğunu belirtmesi genel kanaate aykırı bir durum arz etmemektedir. Ankaravî, Mevlevî yolunun en büyük esasını [rukn-i a’zam], derûnun kin ve hileden hâlî, kalp aynasının mâsivâ kirinden sâfî kılınması olarak tesbit eder918 ki onun bu tesbiti, Mevlevî yolunu, tasavvuf yolu olarak tanımlamasıyla irtibatlı olduğu

912

Arpaguş, a.g.e., s. 366. 913

Ceyhan, İsmail Ankaravî ve Mesnevî Şerhi, s. 85. 914

Ceyhan, İsmail Ankaravî ve Mesnevî Şerhi, s. 85. 915

Ceyhan, İsmail Ankaravî ve Mesnevî Şerhi, s. 85. 916

Ankaravî, Minhâcü’l-Fukarâ, s. 34-35. Risâle-i Usûl-i Tarîkat ve Biat adlı risalesinde de aynı hususa işaretle, “Ey tâlib bilmiş ol ki, Hazret-i Mevlânâ’nın tarîk-i sülûkünde hem hâlet-i zühd, vera’, takvâ; hem hâlet-i aşk ve şûriş-i gavgâ vardır.” Arpaguş, a.g.e., s. 363.

917

Ankaravî, Minhâcü’l-Fukarâ, s. 33. 918

Ankaravî, Minhâcü’l-Fukarâ, s. 36. Nitekim Mesnevî’de de; Mademki demir gibi bulanık olsan da Cilala cilala cilala beyti buna işaret eder. Mesnevî, IV/2469

düşünülebilir. Zira malum olduğu üzere tasavvufun nihaî amacı Hakk’ın tanınması yani marifet kesbetmektir. Marifet mahallinin temizlenmesi ise en büyük esastır.

Ankaravî’nin, tarîkatın en büyük ruknü olarak tasfiyeyi ifâde etmesi ile tarîkatın aslının ‘aşk’919 olması çelişki oluşturmaz. Çünkü Ankaravî, Minhâc’ında âşıkların yolunu tavsif ederken, “şuttâr şol uşşâk-ı fenâ-girdârdır ki; terk-i hestî kıldılar ve (ﻦﻣ) ve (ﺎﻣ) [‘ben’ ve ‘biz’] den bi’l-külliyye berî oldular. Harman-ı nâm ve nâmusa ateş vurdular, ağyâr ve mâsivâyı dilden sürdüler, pes rûy-i yâri mir’ât-ı dilde muâyeneten gördüler.”920 Yani âşıkların, varlıktan, ben ve biz enâniyetinden geçtiklerini; şöhreti ve benliği yakıp yok ettiklerini, mâsivâyı gönülden sürdüklerini ve yâri gönül gözüyle muayene ettiklerini belirtmektedir. Buradan, mâsivânın gönülden çıkarılmasının âşıkların da özelliklerinden birisi olduğu anlaşılmaktadır. Bunun aşk ile çelişen bir durum olmadığı malum olmaktadır. Dolayısıyla aşkın, tasfiyenin devamı ve tamamlayıcısı olarak, sâlikin fenâya ermesine sebep olacak olan cezbeye götüren en kuvvetli rukün olduğu ortaya çıkmaktadır.921 Bu noktanın izahında bir husus önem arz etmektedir. O da, bir sâlikin doğrudan aşka düşmesi ile önce tasfiyeyle başlayıp sonra aşka mazhar olmasındaki farkta sâlikin istidadının etkin bir rol oynadığıdır. Hüseyin Azmî Dede, “sülûk-i Mevlevî’ye dâir” Miftâhü’l-Kulûb adlı eserinde bu hususa temas etmiştir. O, seyr u sülûkde hızlı terakkînin cezbeye bağlı olduğunu ve bunun kânûn ve rusûma münhasır olmadığını belirtmiştir. Şeyh cezbe vermeye muktedir, sâlik de buna tahammül edebilecek birisi ise kısa sürede sâlikin fenâ makāmına ve müşâhede derecesine ulaşmasının mümkün olduğunu, bunlarda evrâd ü ezkâra lüzûm olmadığını ilave eder. Ancak, bazı mübtedî sâlikin bir defada cezbeye tahammülü olamayacağı için tarîkat müctehidlerinden her birisinin kendilerine vârid olan tecelliyâta göre tasarruf ettiklerini ifade etmiştir.922

919

Şeyh Gâlib bunu, “çün aşk, asl-ı tarîk ittihâz olunup…” şeklinde ifade eder. Şeyh Gâlib, Şerh-i Cezîre, s. 10.

920

Ankaravî, Minhâcü’l-Fukarâ, s. 407. 921

“… Zira Mevlânâ tasavvufî düşünce târihinde zühd, ilâhî aşk ve melâmet ile marifet tavırlarını cem eden bir sûfidir. Zâhidlik, tarîk-i ilâhînin başlangıcıdır. Zühd tavrı, ilâhî ahlâklanmayla neticelenir. Tarîkte yol katetmeyi hızlandıran ve marifete ermeyi temin eden yegâne sâik aşktır. Bu itibarla sadece kuru zühd tavrı marifeti hâsıl etmez. Ancak zühd ile beraber aşk olmalıdır ki marifet tahsil edilsin. Hem âşık hem de zâhid olan ârif olabilir.” Ceyhan, Semih, “Vahdet Yolunun Sufileri Mevleviler”, http://akademik.semazen.net/author_article_detail.php?id=1006&uniq_id=1279234568; Erişim tarihi: 02.06.2010.

922

Hüseyin Azmî Dede, Miftâhu’l-Kulûb, 5b. Nitekim Avni Konuk da, bazı meşâyihin, sâlikleri, ebrâr yolu ile başlatıp sonra şuttâr yoluna terakkî ettirdiklerini; bazılarınınsa “sâdık mürîdleri” aşk yolu ile başlatarak sülûk ettirdiklerinden bahseder ki Azmî Dede’nin kastı da bu olsa gerektir. Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. I, s. 92.

Mevlevî sülûküne dair değinilmesi gereken diğer bir konu da Mevlevîlikteki melâmet meşrebidir.923 Görebildiğimiz kadarıyla, melâmeti tanımlayarak Mevlevîlikte melâmet tarikini tutanları ve bunun meşruiyetine dair sebepleri ilk açıklayan Ankaravî’dir. Melâmîliği genel tanıma uygun olarak, hayrı ızhâr etmeyen, şerri de