• Sonuç bulunamadı

CEZÎRE-İ MESNEVÎ VE ŞERHLERİNDE MEVLEVÎ SÜLÛKÜ

3. Bir İrşâd Metni Olarak Mesnevî ve XVI Yüzyıla Kadar Mesnevî Üzerine Yapılan

3.2. CEZÎRE-İ MESNEVÎ VE ŞERHLERİNDE MEVLEVÎ SÜLÛKÜ

Cezîre-i Mesnevî’de ortaya konulan sülûk tarzı, aşk yolu ile sülûkü esas alan Mevlevî sülûkünün Mesnevî’den hareketle tesbitidir. Sîneçâk Dede’nin eserinde bunu şöyle tertip ettiği görülmektedir: Öncelikle eserine, insanın içinde yaşadığı âlemden uyanarak hakikatinin farkına varması manasına gelen ve ıstılâhta “yakaza” denilen konuyla başlamış, burada sülûkün niçin gerekli olduğunu anlatmak istemiştir.946 Sonra aşkın husûlüne zemin hazırlayan tezkiye, tasfiye ve bunların âdâb ve erkânına dair konularla devam etmiş, nihayet en geniş olarak da “aşk” konusu ile eserini tamamlamıştır. Dolayısıyla Sîneçâk Dede, insanın kendi hakikatini tanımasından başlamış, aşkın mukaddimesi olan tasfiyeyi geniş olarak işlemiş ve aşka nâil olma ile eserini tamamlamıştır. Daha önce değinildiği üzere sâlikin zulmânî ve nûrânî perdelerini yakıp fenâya eriştirecek olan aşktır. Cezîre-i Mesnevî’nin de bu konu ile bitmesinden hareketle, eserin konusunun “sâlikin seyr-i ilallah” yolculuğu olduğu söylenebilir. Şârihlerin ifadelerinde de Cezîre-i Mesnevî’nin bir sülûk metni olarak algılandığı görülmektedir. Meselâ İlmî Dede, şerhinin bitiminde “ve hiye mir‘âtün lissâlikîn ve mirkātün linnâsikîn, nefe‘allâhu bihâ litullâbi ihvânine’l-mevleviyye/o şerh sâlikler için ayna nâsikler için merdivendir. Allah onunla Mevlevî ihvânımızı faydalandırsın.”947

ifadesini kullanır ki sâliklere ve özelliklere Mevlevîlere yönelik olarak yazıldığı ifade edilir. Şeyh Gâlib ise Sîneçâk Dede’nin Cezîre-i Mesnevî’yi telif etmekle, ehl-i sülûkün

944

Şeyh Gâlip, Şerh-i Cezîre-i Mesnevî, s. 209. 945

Arpaguş, Mevlevîlikte Ma’nevî Eğitim, s. 360. 946

Bu husus aynı zamanda Mevlânâ’nın sülûk anlayışının ilk mertebesini oluşturmaktadır. Bu yönüyle de Sîneçâk Dede’nin sülûk anlayışının Mesnevî ile uyumunu gösteren delillerdendir. Mevlânâ’nın sülûk anlayışında “yakaza” ve mâhiyeti hakkında bkz. Küçük, Osman Nuri, Mevlâna’ya Göre Manevi Gelişim Benliğin Dönüşümü ve Mi’râcı, İnsan yay., İstanbul, 2009, s. 511-514.

947

idrâklerine, maksada giden yolu kolaylaştırdığını ifade ile aynı hususa yani bir sülûk metni olmasına işaret etmiştir.948

Burada şerhler açısından şöyle bir soru akla gelmektedir: Sîneçâk Dede bir Mevlevî teslîk tarzı ortaya koymuş ise Mevlevî olmayan şârihlerin, bu eseri şerh etmelerinin sebebi nedir? Zira şârihlerden İlmî, Cevrî ve Şeyh Gâlib Mevlevî iken Bosnevî Melâmî, Sivâsî ise Halvetîdir.

Bu soruya öncelikle müellifimiz açısından bakacak olursak, Sîneçâk Dede’nin mevlevî sülûkünün âdâb ve erkânını tesbit ettiğini şu üç noktadan hareketle söyleyebiliriz:

i. Kendisinin Mevlevî olmasından. Zira X/XVI. yüzyıl önde gelen mevlevî şeyhlerindendir.

ii. Eserini, Mesnevî’den intihap etmesinden.

iii. Eserinde, yolun pîri olan Hazret-i Mevlânâ hakkında “Der Kemâl-i Zât-ı Hudâvendigâr” şeklinde bir başlık tahsis etmesinden hareketle söyleyebiliriz. Bu başlıkta, Hazret-i Mevlânâ’nın kendisinin kemaline dair tahdis-i nimet kabilinden zikrettiği beyitleri intihâb ederek eserine derc etmiştir. Bu husus, Sîneçâk Dede’nin eserini, Mevlevî sülûkünü gözeterek intihâb ettiğini gösteren açık bir delildir. Nitekim Şeyh Gâlib Mevlevîlikte birçok meslek olması sebebiyle, “şeyhde fânî” olmak değil “pîrde fânî” olmak usûlünün tarîkatta benimsenmiş olduğunu belirtmiştir.949 Dolayısıyla Sîneçâk Dede’nin, daha dördüncü babda Hazret-i Mevlânâ’nın kemâline dair bir bab açması, Şeyh Gâlib’in tesbiti ile muvafıktır. Şeyhe hizmete dair konuya ise mücâhedenin ardından yer vererek mücâhedede şeyhin lüzûmuna işaret etmiştir.

Bu soru Mevlevî olmayan şârihler açısından cevaplandırılacak olursa, doğrudan bir cevap “hayır” şeklinde olacaktır. Ne var ki, Cezîre-i Mesnevî özelinde bakılacak olursak, Sîneçâk Dede, insanın aslî vatanından başlayan tenezzülünü hatırlatarak başlamış, tekrar o âleme olan vuslatın yolunu/sülûkü Mesnevî’den hareketle çizmiştir. Dolayısıyla eserde yer verilmiş olan konuların geneli, sülûkün tarîkattan tarîkata değişmeyen ortak olan yönlerine dâirdir. Sülûkte rusûm diye ifâde edilen âdâb ve erkân, tarîkattan tarîkata değişse de gâye her sâlik için aynıdır. Meselâ, İstanbul’a Halvetîliği getiren isimlerden Karabaş Velî’nin (v. 1097/1686) kendisine intisâb etmek isteyen bir

948

Şeyh Gâlip, Şerh-i Cezîre-i Mesnevî, s. 39. 949

Mevlevî şeyhine “Sen Mevlevî’sin, sana Mevlevî tarîkini bıraktırmak olmaz. Her bir tarîkden murâd, sûret-i tarîk değildir. Belki murâd, Allah’ı bilmekdir”950 ifâdelerinde de görüldüğü üzere maksûd birdir. O bir olan amaca giden yollardaki farklılık, tâli farklardır. Bir diğer husus ise seçkiyi yapanın liyâkati, seçki yapılan eserin muteber oluşu ve de seçki eserin muhtasar bir eser olması diğer iki şârihin şerhinde amil olmuştur denilebilir. Netice olarak Cezîre-i Mesnevî’yi mücmel bir sülûk metni olarak görüp, bundan dolayı şerh ettikleri söylenebilir. Bu, eser bağlamında bir değerlendirmedir.

Şârihler bağlamında baktğımız zaman Bosnevî bir Melâmî şeyhidir ve Melâmîlik, Mevlevîlik gibi aşk yolu ile sülûk eden tarîkatlardandır. Dolayısıyla Bosnevî için meşrep birliğini, şerhin sebeplerinden sayabiliriz. Nitekim diğer şârihimiz Cevrî de Melâmî Mevlevîlerdendir. Öte yandan Sivâsî şerhine baktığımız zaman aslında genel olarak, İlmî Dede şerhinin şerhi/haşiyesi gibidir. Neredeyse her bir beyitte İlmî Dede şerhinin etkisi görülmektedir. Sivâsî, İlmî Dede şerhi üzerine temelde iki türlü ekleme yapmıştır. Birincisi, İlmî Dede tarafından yapılmayan, kelimelerin sarf ve nahiv yönünden incelenmesi; ikinci olarak da beyitlerin şerhinde; ayetler, hadisler, şiirler ve ehl-i sünnet âlimlerinin görüşlerinden yapılan istidlallerle şerhin zenginleştirilmesidir. Bunda Kadızadeliler problemi gibi konjonktürden kaynaklanan sâiklerin bulunduğu düşünülmektedir.

Cezîre-i Mesnevî’de Melâmîliğe ya da Melâmî neşve ile sülûke dair açık bir atıfta bulunulmaz. Ancak bazı başlıkların olması veya bazı başlıklara yer verilmemesi eserdeki Melâmî neşvenin etkileri olarak görülebilir. Meselâ Cezîre’nin III. konusu “kitmân-ı sır/sır saklamaya” dairdir.951 Şeyh Gâlib bu bâbdaki ilk beyit olan; ârifler

Hakk’ın kadehinden içmişlerdir, sırları bilmişler ve örtmüşlerdir952 beytinin şerhinde,

hakikat şarabını içen âriflerin pek çok sırra muttali olsalar da bunu bîgâneye duyurmayıp, melâmet perdesi ile gizlediklerini belirtmiştir.953 Aynı bâbdaki bir diğer

beyit olan, dudağı üzere kilit vardır ve gönlünde sırlar; dudak suskun ve gönül onun sesleri ile dolu954 beytinin şerhinde de maksûdun melâmîler olduğunu belirtmiştir.

Onları sûfilerin efendileri olarak tarif eden eden Şeyh Gâlib, mesleklerini şöhretten

950

Tatçı, Mustafa, “Şabânî Kaynaklarında Hz. Mevlânâ ve Mevlevîler”, Uluslararası Mevlânâ Sempozyumu Bildiriler, Motto Project, İstanbul, 2010, c. II, s. 887

951

Bkz. Sîneçâk, Cezîre-i Mesnevî, Çorum 848, 23a. 952

Mesnevî, V/bno: 2239. 953

Şeyh Gâlib, Şerh-i Cezîre-i Mesnevî, s. 50. 954

kaçınma olarak tesbit etmiştir.955 Dolayısıyla bu başlık melâmî neşvenin etkileri bâbında

değerlendirilebilir. Şeyh Gâlib, es-Suhbetü’s-Sâfiye nâm risâlesinde konuyla doğrudan alakalı olmasa da bir yerinde “melâmîlik sadece tarîkımıza has bir şey değildir” diyerek yine Mevlevîliğin, melâmî bir yol olduğuna işaret etmiştir.956 Genel olarak ise, sır

saklamaya dâir açtığı bâb melâmîlikteki gizlilik ilkesine, mal, makam ve fânî olanın terkedilmesine dâir bâblar, melâmîlikteki dünyaya olumsuz bakışa, şöhreti kötüleyen bâb ise melâmîlikteki riyâ endişesiyle halka arasında bilinmeme ilkesine işaret etmektedir. Öte yandan Sîneçâk Dede’nin “zikir” konusunda müstakil bir başlığa yer vermemesi de kanâatimizce bu neşveden kaynaklanan bir husustur.

3.2.1. Vatan-ı Aslî ve Vatan-ı Aslîden Beşeriyyete Yolculuk

Mevlânâ, kendisinden Senâî’nin (v. 525/131) İlâhînâme’si ve Attâr’ın (v. 618/1221) Mantıku’t-Tayr’ı gibi âşıklara ve dertlilere can yoldaşı olacak bir eser kâleme almasını isteyen Hüsameddin Çelebi’nin (v. 683/1284) bu isteğine, daha önceden yazdığı ilk on sekiz beyti, sarığının arasından çıkararak vermiş ve bu fikir sizin mübarek kalbinize gelmeden, böyle manzum bir kitabın yazılması kalbime ilham olunmuştu diyerek eserin yazım sürecini başlatmıştır.957 Bu ilk on sekiz beyit, Mesnevî şârihleri tarafından önemli görülmüş ve bu on sekiz beytin Mesnevî’nin hulâsası olduğu fikri benimsenmiştir. Nitekim Eflâkî de Mesnevî’nin bu yazım sürecini anlattığı kısımda ilk on sekiz beyti “küllî ve cüzî bütün sırları açıklayan” şeklinde nitelemiştir.958 Şeyh Gâlib, ilk on sekiz beytin Mesnevî’nin geri kalanına göre, âleme nisbetle âdem mesabesinde olduğunu bildirmiştir.959 Bu beyitlerde seyr-i nüzûlî, seyr-i urûcî, sülûkün keyfiyyeti ve insân-ı kâmil/merd-i kâmil gibi Mesnevî’nin ana konularının mücmelen ele alındığı, Mesnevî’nin geri kalanında da bu konuların tafsil edildiği düşünülmüştür. Buna örnek olabilecek bir hususu biz de Cezîre’de görmekteyiz. Meselâ Mesnevî’nin ikinci ve dördüncü beyitlerinde “kamışlıktan kesilme” ve “aslından uzak kalıp vuslat zamanını arama”dan bahsedilir. Sîneçâk Dede ilk on sekiz beyti eserine almış olmakla beraber bu konular için tekrar başlık açmıştır. Meselâ 10. Konu “Der beyân-ı menâzil-i hilkat-i Âdemiyyet” ve 11. Konu “Der terğîb-i taleb-i marifet-i hod” olup, insanın aslını, ulvî yönünü ele almış ve ilâhî âlemden bu âleme gelişteki mertebelerini sayarak, tekrar

955

Şeyh Gâlib, Şerh-i Cezîre-i Mesnevî, s. 53. 956

Şeyh Gâlib, es-Suhbetü’s-Sâfiye, 109b. 957

Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, c. II, s. 167-168. 958

Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, c. II, s. 167. 959