• Sonuç bulunamadı

1.5. Sonuç: İktidarlar Karşısında Gazetecilik Alanın Oluşumu

1.5.4. Mesleki İdeoloji

İdeoloji ile toplumsal değerler arasındaki yakın ilişki, toplumsal belleğin ve dolayısıyla grup kimliklerinin oluşumunu sağlar. Meslek ideolojileri de bu bağlamda değerlendirilmelidir. İdeoloji kimilerine göre, “gerçek ilişkilerle kurulan imgesel ilişki” (Althusser, 2006(b), s. 91); kimilerine göre, “anlamlandırma”29 (Hall, 1994(a), s. 75); kimilerine göre, “bir grubun, sınıfın ya da öbür toplumsal oluşumların üyeleri tarafından paylaşılan bir toplumsal biliş biçimi(dir)” (van Dijk, 1994, s. 279). İdeolojiler, “toplumda birleştirici ve bütünleştirici bir güç olarak hizmet eden bir mekanizma” (Shoemaker, Reese, 1997, s. 99) olarak çalışırlar. İdeolojiler, gruplara özgü olmalarına karşın, değerlerin daha genel ve daha basit kültürel işlevlere sahiptirler. Tüm ideolojiler, özgürlüğün, eşitliğin ve toplumsal rızanın, ortak alan sınırlarının aşılmasını engeller. Böylece değerlerin aynı kültür içinde genelde “karşı çıkılamayan inançlar” tanımına ulaşılabilir (van Dijk, 2003, s. 24-26). Tüm bu kavramsallaştırmalar sonunda kapsayıcı bir ideoloji tanımına ulaşılabilir: Önceden belirlenmiş bir dünya görüşüne, siyasi görüşe ya da felsefeye ya da dini temele dayanarak her şeyin açıklanmasıdır.

28 Yaşamın her alanında karşılaşılabilecek olan otorite çeşitlerinden olan episdemik otorite, sınırlı bir alanda uzmanlık aracılığıyla türemiş otoriteyi; doğal otorite, daha çok liderliğe benzer biçimde doğal otoriteli bir kişinin, eylemde bulunabilmesi için belirli (özel) doğal haklara sahip olmasa da doğal karizmasıyla gönüllü alçakgönüllülüğü cesaretlendirmesine işaret eder. Edimli (de facto) otorite türü ise, orduyu işgal eden gibi, güç tarafından, birçok insanı ve birçok alanı denetlemesi yoluyla işler (Herbst, 2003).

29 “İdeolojiler, imgelerin ve kavramların bir örgütlenişi ve işlev görmelerini belirleyen kurallar dizisidir… İdeoloji, belirlenmiş bir kodlar halindeki mesaj değil, gerçekliği kodlama sistemidir…” (Hall, 1994(a), s. 77)

İktidar, ideolojik anlamlar üzerine inşa edilir. Bilgi ile çift yönlü etkileşim içinde olan iktidar, geniş bilgi ağlarına gereksinim duyar. Foucault’ya göre (2007, s. 82) bu gereksinim, bir sistem, bir düzenek ya da bir mekanizma olarak işlemek için değil, kendini gizleyebilmek amacından doğar. Hall da (1997, s. 118), iktidar ilişkilerinin oyun alanı içinde kalan anlam üreticisi medyanın ideolojik olduğunu belirtir. Bu tanım içinde ideoloji, haber üretim sürecini etkileyen bir başka etken olarak devreye girer. Ancak bu olguya, haber biçimlenmesinde muhabirlerin ve editörlerin sahip oldukları ideolojilerin etkileri (Entman, 2007, s. 167) de düşünülürse, “haberin mutfağı”ndaki işler daha da karmaşık hale gelebilmektedir.

Kamu söyleminin ideolojik boyutu pek çok sözlü olmayan pratikler, örgütsel yapılar, kurum ya da kuruluşun çeşitli özellikleriyle biçimlendirilir. Van Dijk’e (2003) göre, basında haber ya da gazetecilik ideolojisi, salt biçem ve içerik olarak haberde ortaya çıkmaz. Basın ideolojisi, haber toplama, kaynaklarla ilişki kurma, diğer gazetecilerle ve haberde rolü olan kimselerle etkileşim içinde olma ve gazetecilik rutin etkinliklerinin hepsini kapsar:

Gazetecilerin hem profesyonel hem de diğer toplumsal (cinsiyet, etnik, sınıf, yaş, vb.) ideolojileri, temel olarak kimin araştırılacağını, gözleneceğini, dinleneceğini, kiminle görüşme yapılacağını ya da kimlerden söz edileceğini düzenler. Bu nedenle günlük haberleri ve gazete ya da televizyon program yapmayı tanımlayan bir yığın etkinliğin kendisi ideolojik dayanaklı olabilir ve çeşitli toplumsal grupların üyeleri olarak yer alan toplumsal aktörlerden temelden etkilenebilir. (van Dijk, 2003, s. 47)

Gazetecilik, yüzyıllar boyunca örüntülü bir birikimle oluşmuş meslek ideolojisiyle haber yapar. “Gazetecinin bilincine derin biçimde kök salmış olan, habere ilişkinin yargının kültürel bilgisi” olarak tanımlanan (Schudson, 2001’den aktaran Adaklı, 2010, s. 83) gazeteciliğin meslek ideolojisi, haberi biçimlendirdiği kadar, gazeteciyi de biçimlendirir. Gazeteciler, kendilerini bağımsız, yüksek bir seçkin konumda görürler: Önemli yerlerde önemli kişilere hoşlarına gitmeyecek sorular sorabilirler ve halkı aydınlatırlar. Yalnızca yasalar, hükümetler, büyük güçler gibi benzeri unsurların kendilerini sınırlandırdığını düşünürler; haberlerini meslek ideolojisinin kendilerini sınırlandırdığının bilincinde olmadan yaparlar. Haberi yapanın, haber kaynağı değil de, kendileri olduğunu düşünürler (Adaklı, 2010, s. 83). Örneğin, ABD’deki gazeteciler, önemli kaynakların haberi belirlemesine izin verdiklerinde nesnel olmakla, sonuçlar çıkarmak için kendi becerilerini kullandıklarında ise taraflı olmakla suçlanırlar. Haber kaynaklarının sınırlamaları, değerleri ve ideolojik kuralları gibi hegemonyacı taleplere rıza göstermelerine yönelik eleştirilirler. Söz konusu hegemonyacı taleplerin kabullenilmesi, boyun eğilmesi, yayın öncesi haber düzeltme (eşik bekçiliği) durumu için de geçerli olmaktadır (Shoemaker ve Reese, 1997, s. 158-159).

Shoemaker ve Reese’ın (1997) benimsediği anlamda ideoloji, toplumsal düzeydeki olgulara gönderme yapar. Althusser’in (2006(b), s. 139) değişiyle, “işleyen pratiklerin ürünü

olarak, birincil ideolojilerin alt-ürünlerin ürünleridirler.” Benzer anlayış içinde, Etkiler Hiyerarşisi Modeli ile haber sürecini etkileyen unsurlar katmanlaştırılır. Bu hiyerarşik katmanlaştırma, “alt katmanların tüm süreçlerin ideolojik açıdan bağlantılı “iletiler modeli” doğrultusunda ve toplumdaki en yüksek iktidar odakları yararına çalışmaları” durumlarına göre oluşturulur.

Şekil 1.2 Medya İçeriğindeki İdeolojik Etkileri Gösteren Etkiler Hiyerarşisi Modeli Kaynak: Shoemaker ve Reese, 1997, s. 130

Çeşitli düzeylerdeki etkileri kapsayan meslek ideolojisinin etkisiyle gazeteciler her zaman baskı altındadırlar. Bu açıdan bakıldığında, Elizabeth Noelle-Neumann’ın (1997) “suskunluk sarmalı”30 olarak tanımladığı durumun medya içinde de geçerli olduğu ileri sürülebilir. Örneğin, egemen ideolojiye yakın bir dünya görüşüne sahip gazetecinin haber üretim süreçlerine olan etkisi buna göre açık olacaktır. Diğer taraftan, egemen ideolojiye muhalif ya da iktidardaki hükümeti eleştiren bir gazeteci, yaptığı haberler ve yorumlar nedeniyle işsiz kalabileceği gibi sapkın ilan edilip mesleğinden bile olabilecektir.

Çeşitli etmenlerin oluşturduğu gazetecilik alanı, aynı zamanda hegemonyanın etki alanıdır. Poulantzas (1965), ideolojinin, ayırma ve birleştirme işlevini yerine getirdiğini; böylece, üretim araçlarına sahip sınıfların çıkarlarını harekete geçirdiğini belirtir. Öte taraftan, egemen ideolojilerce sistemin muhalif yönü maskelenir ve gizlenir (aktaran Hall, 1994(b), s. 196-197). Bir diğer deyişle, kültürdeki sınırlar ideolojiler tarafından korunur: Toplumsal çıkarları bütünleştirebilmek için sınırlar içindeki birtakım düşünce ve değerler, “kabul edilebilir” olarak tanımlanır; diğerleriyse, “meşru olmayanlar” olarak damgalanırlar. Böylece, uzlaşma alanı ve meşru tartışma alanı dışına itilen sapkınlıkların alanı da oluşturulmuş olur

30 Kuram, insanların medyaya bakarak kendi düşüncelerinin kamuoyu içinde oydaşma içinde olduğuna inanması durumunda özel ve kamusal alanda bunları açıkça söyleyebileceği ya da gösterebileceği; aksi durumda, insanların azınlıkta olduklarını hissetmeleri durumunda suskun kalacakları tezine dayanır. Bu kuram, toplumun sapkın bireyleri dışlamakla tehdit etmesi nedeniyle, bireylerin sürekli dışlanma korkusu yaşadıkları, bu nedenle de düşüncelerini günün şartlarına göre değerlendirdikleri üzerine kuruludur. Bu etkilerin yaratılmasında medyanın üstün gücü tartışılmaz görülmektedir (Noelle-Neumann, 1997).

(Shoemaker ve Reese, 1997, s. 133). Bu açıdan medya toplumdaki temel denetim mekanizması olarak işlev görür: protestolar, grevler, cinayetler gibi olay ve olgular sapkınlık alanı kapsamına sokulur. Çeşitli tekniklerle sapkınlıkları aşağılayan, değersizleştiren medya, ideolojik statükonun yeniden onaylanmasını sağlar31 Medya yalnızca sapkınlık alanının belirlenmesini değil, siyasal uzlaşmayı bozan ya da buna karşı çıkanların teşhir edilmesi, suçlanması ve kamusal gündemden dışlanmasını gerçekleştirirken, gazeteciler başaktör konumunda yerlerini (Hallin, 1986’dan aktaran Shoemaker ve Reese, 1997, s. 106).

Egemen kültürün ideolojilerinin diğer bir işlevi, parçalama ve ayırmadır. Devletin güçler ayrılığı kuramı içinde, hepsi işçi ama memur, beyaz yakalı, mavi yakalı, öğretmen, doktor, siyah, beyaz vb. biçimde dağıtılarak gerçekleştirilir (Poullantazas, 1965’ten aktaran Hall, 1994(b), s. 196-197). Bireylerin kimlikleri, toplumdaki rolleri ve toplumsal deneyimlerinin anlamlandırılması yine toplum tarafından üretilir. “İdeolojiyi bir sınıfın diğerine kabul ettirdiği bir düşünceler dizgesinden çok, tüm sınıfların katıldığı süregiden ve her yana yayılmış pratikler dizgesi” olarak tanımlayan Althusser’e (2003) göre, tüm sınıfların bu pratiklere katılması egemen sınıfın çıkarlarına hizmet ederken, çağırma/seslenmeye yanıt verenler hem toplumsalın hem de ideolojinin inşasına bilinçsizce katılmış olurlar. Dolayısıyla, egemen sınıf açısından, iletişimdeki bu seslenme ideolojik pratik olarak büyük önem taşır (Althusser, 2003’ten aktaran Fiske, 2003, s. 223-224).

Üçüncü ideolojik etki hayali bir birlik ya da çekim gücüne dayandırılmasıdır. Medya tarafından sınırlandırılan, tanımlanan ve yayılan gerçeklik, yapay biçimde üretilmiştir: “Bu durum sonucunda, bir olgu olarak, çağdaş toplumlarda bireylerin maddi varoluşlarının simgesel ilişkileri (ideolojik), büyük ölçüde medyanın oluşturduğu bir yapı içinde üretilmekte ve ideolojik duruşlar belirlenmektedir” (Kaya, 2009, s. 26-27). Böylece hayali olarak yaşanır ilişkilerle özne, cemaat, ulus, genel çıkar, halk iradesi, vb. ideolojik bütünler içinde yeniden kurulur. Tüm bunlar Gramsci’nin sözüne ettiği, oydaşma ve tutunumun hegemonyasını yerine getirirler (Poullantazas, 1965’ten aktaran Hall, 1994(b), s. 196-197).

Siyasetçiler ile gazeteciler genelde kamu yararı gözeterek halk adına onların düşüncelerini dile getirdiklerini belirtirler; kendilerini yetkili görürler. Bahsedilen bu iki kesimin nihai amaçlarının aslında aynı olduğu söylenebilir. “Siyasetçi milleti” toplumsalın inşasında kendilerini düzenleyiciler olarak, “gazeteci milleti” ise entellektüel nitelikleri ile düzenleyiciler ve moral önderi olarak görür. İki grubun üyeleri kimi zaman toplumsal rızanın üretiminde işbirliği ve uyum içinde bulunurlar (Fontana, 1993, s. 28). Her iki toplumsal aktörün halk adına onların düşüncelerini dile getirme ve temsil etme iddiaları, dünyayı

31 Shoemaker ve Reese (1997, s. 105), birçok siyasal grubun medyanın kendilerine ilgi göstermemesi sonucu daha radikalleşip keskinleştiğini ve böylece ironik olarak sapkın tanımlamasına sokulduğunu belirtirler.

algılayıp, gerçekliği üreterek dünyayı değiştirmekten başka bir şey değildir. Freire (2010), söylenecek gerçek sözün dünyayı dönüştüreceğini belirtir. Böylesine büyük bir güce sahip söz söyleme yetkisinin kimsenin ayrıcalığında olmadığını da ekler:

“Hiç kimse gerçek bir sözü tek başına söyleyemeyeceği gibi, hiç kimse bunu diğerlerinin sözünü gasp eden bir belirleme eylemiyle de söyleyemez. Söylerse, adına konuştuğu kişilerden sözlerini çalan buyurgan bir edimde bulunmuş olur” (Freire, 2010, s. 65).

Bu görüş, doğrudan temsiliyet yoluyla epistemik şiddet ile hegemonyanın inşa edilmesine işaret etmektedir. Medya içinde söylemde bulunabilme yeteneğini ortaya koyabilen, Batı’yı gözleyen entellektüellerin gazetecilik alanında kapladığı alan önemlidir. Bu alanın ortak anlayışı, bir konsensüsün paradigmasında32 oluşturdukları epistemik cemaat ile güçlenir. Bu kavram, bilim alanında “bir bilme, bilgi, kavrama, anlama cemaatidir ve bilgiyi inşa eden, işleyen, geliştiren ve daha sonraki kuşaklara intikal ettiren, bilgiyi taşıyan insanlar topluluğunu” (Arslan, 2007’den aktaran Dever, 2012, s. 206) anlatmak için kullanılır. Bu alandaki epistemik cemaatler ile gazetecilik alanında bir paralellik kurulabilir:

Hem bilim hem de gazetecilik görgül bilgi toplama etkinlikleridirler ve her ikisi de kendi uygulayıcıları için öğrenilebilen rutinler geliştirmişlerdir. Hem bilim adamları hem de gazeteciler asli olarak kendi gözlemlerinden hareket eden tarafsız gözlemciler olarak düşünülmektedirler. Tıpkı diğerleri gibi, gazetecilik paradigmasında da oydaşmayla onaylanır. (Shoemaker ve Reese, 1997, s. 156-157)

Entellektüeller sahip oldukları nitelikler sayesinde, dünyanın kavranışı ve yaşam biçimini temsil (representation) ederler ve bunların gerçeklik olarak yayılması işlevi görürler. Böylece kendi eylemleriyle toplumsal grupları ve sınıfları düzenlemiş olurlar. Evrenselleştirme başarıları sayesinde de hem siyasal hem de hegemonik taşıyıcılara dönüşürler (Fontana, 1993, s. 28).

Kültürel hegemonya tezi açısından Gramsci (1986, s. 179-180), organik olarak tanımladığı aydın tiplerinin kitlelerle iletişimde en rahat ettikleri ortamın gazeteler olduğunu belirtir.33 Bourdieu (1997, s. 52) da, gazeteciler ve gazetecilik alanını, heteronom (türdışı) olarak

32 Shoemaker ve Reese (1997), paradigma nosyonunun gazetecilerin mesleki ideolojilerini değerlendirmede yol gösterici olduğunu belirtirler. Bu kavram genelde bilimsel alanda kullanılsa bile gazeteciliğe uyarlanabileceği görüşü taşırlar.

33 Kendi gazeteleri (dergi) olan Yeni Düzen anlamına gelen Ordine Nuovo’nun işçi hareketine olan katkısına değinmektedir. 13 Eylül 1919 tarihli sayısında işçi eylemleri için gerekli siyasal harç benzeri rol atfeder. Burjuvazinin aydınları gibi işçi sınıfının da kendi organik aydınlarının olması gerektiği düşüncesini ortaya çıkarır (Gramsci, 1989, s. 60). Gramsci için Ordine Nuovo, dünyanın yüzünü değiştirmek, binlerce insanın yüreklerini ve kafalarını yenileştirme” aracı olmuştur. Birkaç ayda 6 bin aboneye ulaşmıştır. Böylece, Fabrika Konseyleri gazetesi halini almıştır. Yayının beğenilmesini, içinde yayınlanan yazılarda herkesin kendisinden bir parçasını, kendilerinin en iyi parçasını bulduğunu, kendi iç arayışlarını beslediği görüşünü aktarır. Çünkü Ordine Nuovo, çıkarken yazılar soğuk entelektüel kuruluşlar olmadığını savunur. Yani işçinin sesi, işçinin kendisidir (Gramsci, 1989, s. 121).

adlandırır: “Gazeteciliğe özgü güçler ve manipülasyonlar, incelikli tarzda Truva atı gibi, özerk dünyalarda heteronom yapılar sokarlar.” Kendi düşünce ve bilgilerini üretecek ve yayacak araçlarının kullanabilme güçleriyle, toplumun tüm kesimlerine kolayca erişerek, “yazar olmayanlar için yazar, filozof olmayanlar için filozof” olarak bir gazetecilik ağırlığına ulaşırlar (Bourdieu, 1997, s.65). “Heteronom entelektüeller”34, kişilerin tutum ve alışkanlıklarını belirleyebildikleri, toplumsal kimlikleri tanımlayabildikleri “habitusları”35 ile alan dışı bilgi birikimlerini medyanın kullanımına sunarlar. Bilimsel evrenlerin yetki alanlarına izinsiz giriş yaparak, özellikle de siyasal görüş açısından önemli rol üstlenirler (Köse, 2004, s. 83).

Özetle, günümüzde geniş açıdan bakıldığında, bağımsızlık, tarafsızlık, nesnellik gibi mitsel karakterler taşıyan, ancak sosyo-politik koşullara göre kabuk değiştiren söylemler üreten bir medya manzarası ile karşılaşılır. Ancak basın-iktidar ilişkisinin kapsamı bu kadarla sınırlı değildir. 1980’li yıllarda yatay, dikey, çapraz ve hatta ultra-çapraz tekelleşen medya, enformasyon üretim ve dağıtımıyla ilişkili çok çeşitli konularda etkinlik gösteren dev şirketlere dönüşmüşlerdir (Kaya, 2009, s. 140). Şirketlerin ulusal sınırları aşmasıyla, bulundukları ülkelerin siyasal iktidarlarıyla kurulan olumlu ilişkilerin aynı düzeyde tutulma zorunluluğu, gazetecilerin bağımlılık düzeylerini değiştirmeye itmiştir:

Artık haber ile işletme ve reklam birimlerinin birbiri içine daha fazla girdiği, sahiplerin hem medya hem de medya-dışı sektörlerdeki çıkarlarının, haber üretim sürecinin neredeyse her aşamasına nüfuz ettiği, yerel tatları hesaba katan ama yerel hükümetlerin baskıcı uygulamalarına kayıtsız kalan sahip ve yöneticilerin hükmettiği, haberle reklam arasındaki sınırların bulanıklaştığı, hükümetle ya da reklamverenler medya sahipleri arasındaki çıkar ilişkilerini gözetmeyen gazetecilerin işini kaybettiği bir döneme girilmiştir. (Adaklı, 2010, s. 89-90)

Hall (2008, s. 109) ise, entellektüellerin, medya içindeki gerilimleriyle yaşadıkları ve bunu yalnızca konum olarak rakip oldukları insanların sırtına basarak yapabildikleri bir tür rekabetçi tarz olduğuna işaret eder. Bu görüş, Türkiye’de bugün özellikle medya sektöründe de gazetecilerin durumunu ve medyanın nasıl bir kaygan zemine dönüştürüldüğünü açıklar niteliktedir. Bu kaygan zeminde ayakta kalabilen ya da kalmasına izin verilen gazeteciler çeşitli nedenlerden dolayı, “koruyuculuk”, “gözetleyicilik”, “dördüncü güç” (iktidar) sahipliğinden feragat edip, siyasal iktidarların ya patronajın amaçları doğrultusunda haber,

34 Özerk bir konumdan yoksun ve dış etkilere açık entelektüellerdir. Özellikle medya entelektüelleri olarak boy gösteren heteronom entelektüeller, konumları itibariyle bağlı bulundukları ekonomik ve politik çevrelerin çıkar ve beklentilerinden bağımsız hareket edemezler (Köse, s. 267).

35 Tüketim pratikleri, alışkanlıklar, eğilimler dizgesidir. Verili bir durumda yapılacak olan şeyin bir tür pratik anlamıdır. Toplumsal bir gruba özgü özel yaşam biçimi oluşturan düzenlemeler ya da eğilimler bütünüdür. Yaşam pratiklerini belirleyerek yapıları yeniden üretir (Köse, s. 267).

bilgi ve yorum üretebilmektedirler. Hatta egemen ideolojinin genel düşünce yapıları olarak kabul edilmesi için taraflı yayın yapmakta sakınca görmemektedirler. Kamu yararı açısından gazetecilerin çeşitli biçimlerde devreden çıkarılması, demokratik sistemi aksatabilmektedir.

Basın-iktidar ilişkisi açısından yapılan bu tartışma, araştırmada ele alınacak konulara ilişkin ipuçları sağlamaktadır. 2000’li yıllarda Türkiye’deki süregiden basın ile iktidarın birbirileriyle olan karşılıklı konumların çözümlenmesi için yöntem olarak seçilmiş temellendirilmiş kuramda kullanılabilecek bir kodlama listesi (Bkz. Ek-6) hazırlanmıştır. Böylece alana girişle birlikte elde edilen malzeme bu kodlama listesi ile toplanmış ve çözümlemeye sokulmuştur.

İKİNCİ BÖLÜM

MATBUATTAN MEDYA ENDÜSTRİSİNE TÜRKİYE’DE BASIN-İKTİDAR İLİŞKİSİ

Matbuat ile başlayan medyanın Türkiye’deki serüveni, Batı’dakinden çok daha farklı bir süreç izlemiştir. Basından medyaya uzanan sürece göz atıldığında, en azından başlangıçta, çok farklı bir gelişim izlemiştir. Bu farklılık dikkate alınarak, Türkiye’deki medyanın tarihsel gelişim sürecine ilişkin çeşitli dönemselleştirmeler yapılır. Bazı sembolik olayların dikkate alınmasıyla, matbuat (1831-1960), basın (1960-1980), medya (1980-2010’lar) biçiminde sınıflandırılmasından söz edilebilir. Siyasal, ekonomik, ideolojik sistemler temelinde böylesi bir sınıflandırma söz konusu olmuştur. Bu, toplumsaldan etkilenen medyanın üç döneminin, üç farklı iletişim tarzını doğurduğunun ileri sürülmesidir (Duran, 2000, s. 38-46). Bir diğer dönemselleştirme ise, medyanın sermaye birikimine bağlı olarak gazete (1828-1950’ler), medya endüstrisi (1960-1980’ler), medya endüstrili kompleksler (1990-2010’lar) dönemleri biçiminde üç aşamayla evrimleştiği ileri sürülür. Medyanın sermaye yapısının bu değişimler, üretim ilişkilerini de beraberinde getirir. Her bir dönem, farklı işçi-işveren ilişkileri, farklı haber ve yorum üretme tarzı (biçem), siyasi iktidar ve reklam verenlerle farklı ilişkiler kurarlar (Sönmez, 2010, s. 147-148). Bir diğer deyişle, medyanın sermaye yapısının, ülkedeki ekonomik değişim süreçlerini izlediği kabul edilirse; bunun, ekonominin baş aktörü olan devlet ve siyasal iktidarlarla basının kurduğu ilişkileri tamamen biçimlendirdiği söylenebilir. Dolayısıyla, çeşitli zaman dilimlerinde, çeşitli ekonomik alanlarda, çeşitli ideolojik ve kültürel ortam ve koşullarda basının siyasal iktidarlarla olan ilişkisini ele almak için yapılan bu bölümdeki dönemselleştirme, Sönmez’in (2010) benimsediği biçiminde olmuştur.

2.1. Gazete Dönemi (1828-1960)

Gerek Osmanlı iktidarı gerekse Cumhuriyet iktidarı dönemleri medya kuramları açısından bakıldığında birbirilerinden oldukça farklı niteliklere sahip olduğu görülür. Osmanlı’da yoğun denetim ve baskı altında tutulan basın, hükümdarın, hükümetin ya da her ikisinin de mutlak gücü altında, kamu ya da özel basın kuruluşlarının eleştirme ya da sorgulamalarına asla izin vermeyen, devlet politikalarının bunlar üzerinden yürütüldüğünü saptayan, Siebert ve arkadaşlarının (1963, s.7) ortaya koyduğu Otoriter Medya Kuramı çerçevesinde değerlendirilebilir. Özellikle ilk Türk ve Türkçe gazeteler, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa tarafından çıkarılan Vekayi-i Mısıriye ve Hanya’daki Vekayi-i Giridiye (Koloğlu, 1988, s. 9; 2006, s. 26) gibi, İstanbul’daki Takvim-i Vakayi de iktidardakiler tarafından kurulmuştur:

Çalışanları devlet memuru; yayıncılık anlayışları resmi gazete benzeri bir özellikte olmuştur. Sahibi bir İngiliz olan ilk özel gazete Ceride-i Havadis’in de kuruluşunda ve sonrasında Saray’dan 2.500 kuruşluk yardım alması ve yazarlarının tamamının devlet memurlarından oluşması özel sermaye ile kurulan Türk basınının devletle ilişkisinin başlangıcını oluşturmuştur (Koloğlu, 1999). 21 Ekim 1860 tarihinde Agâh Efendi tarafından, ilk özel sermaye ile kurulan ve ilk gazeteci patronlu Tercüman-ı Ahvâl gazetesinin yayın hayatında hükümetle ilişkileri iyi olmamış, hatta iki haftalık kapatma cezası bile almıştır (Topuz, 2011, 19-20). 28 Haziran 1862’te ise, Tasvir-i Efkar adlı gazetenin de muhalif yayınına başlaması, devlet yönetimini daha müdahaleci olmaya zorlamıştır. İbrahim Şinasi tarafından çıkarılan gazetede ilk kez ulus kavramını kullanılarak, kamuoyunun önemi açıkça belirtilmiş, devleti ulusun temsilcisi olarak işleri yöneten ve ulusun refahı için çalışan bir kurum olarak nitelendirilmiştir. Şinasi’nin, özgürlük düşüncesini işlemesi, gazetede genel olarak hükümet politikalarının haber ve yorumlarla eleştirilmesi 1864 tarihli Matbuat Nizamnamesi ile sonuçlanmıştır (Mazıcı, 1996, s. 133).

Gazetecilik alanını biçimlendirmenin ilk adımı 1857’de atılmıştır, aşama aşama sürdürülmüştür. Devletin varlığına karşı bölücü, ayrılıkçı yayınların önüne geçme, basından çok, önceleri kitap yayımcılığını hedef alan Matbaalar Nizamnamesi36 ile sağlanmaya çalışılmıştır. Bu çaba, ertesi yıl, Ceza Kanunu’na konan, Osmanlı Devleti’ndeki milletler aleyhindeki genel ahlâka aykırı konuları işlemek, kötüleme ve alay içeren yazılarla edepsizce resim basmak ve yayın yoluyla asılsız suçlamalarda bulunmak gibi maddelerle güçlendirilmiştir. Basın üzerinde devletin yasal yaptırımları, 1864’teki Matbuat Nizamnamesi ile pekiştirilmiştir: “Din ve mezhepler aleyhinde yapılan yayınların cezası, yayın toplatılması, matbaanın kapatılması, para cezası hatta üç aya kadar hapistir.” Gazetecilik mesleğinin devlet tarafından iyice yoğrulması ve biçimlenmesi ise, 12 Mart 1867’deki Kararname-i Âlî ile tamamlanmıştır (Koloğlu, 1999).

31 Ağustos 1879’da II. Abdülhamit’in tahta çıkması, basın-iktidar ilişkilerinin daha da