• Sonuç bulunamadı

2.1. Türkiye’de Dönemsel Seçmen Davranışları

2.1.4. Merkezin İdeolojik Çöküş Dönemi: 2000’li Yıllar

Türk parti sistemi 2000’li yıllarda –2002 seçimlerinden sonra- tarihinde daha önce kaydedilmemiş bir değişim sürecine girmiştir. Parti sisteminin bu denli kökten değişiminin altında Türk siyasal sisteminin maruz kaldığı ve cumhuriyet kurulduktan itibaren o güne kadar sözkonusu olmamış bir paradigma değişiminin yattığı pek çok siyaset bilimci tarafından ileri sürülmektedir. Bilindiği gibi, Türkiye’de modernleşme süreci hiçbir zaman kendi doğal düzleminde seyreden bir süreç olmamıştır. Modernleşme süreci daha çok ideolojik olarak tanımlanan “Kemalizm”in savunulmasına ve toplumu bu ideoloji çerçevesinde dönüştürme faaliyetlerine dayanmıştır. Modernleşme ve demokratikleşme politikaları her zaman devlet elitleri –askeri ve bürokratik- tarafından sınırları belirlenmiş bir proje olarak hem siyasal sisteme hem de toplumsal yapıya sunulan projeler olmuşlardır. Bu nedenle demokratikleşme (democratization) sık sık laik rejimi tehdit eden bir unsur olarak görülmüştür. Siyasallaşma (politicization) ise her zaman esas anlamıyla değil negatif yönüyle algılanarak, toplumsal farklılıkların ve çıkarların temsiliyeti ve onları yönetim mekanizmalarına taşıyacak olan kanallar anlamında değil, daha çok devlete

92

ve onun bürokratik sistemine hizmet etmek şeklinde anlaşılmıştır (Çınar, 2008: 109). Bununla birlikte, özellikle son yirmi yılda dünyayla hem siyasal ve hem de ekonomik entegrasyonunda önemli başarılar elde eden Türkiye’de bu dönemde Kemalist bürokratik yapı ve bu düşünceden kaynaklanan dayatmacı düzenlemeler –özellikle askeri müdahaleler- gelişmenin ve ilerlemenin önündeki engellerden bir olarak görülmüştür. Çünkü Kemalist ideoloji, Türkiye Cumhuriyetinin siyasal tarihinde toplum ve siyaset üzerinde doğal olmayan pek çok gel gitlerin yaşanmasına yol açmıştır (Çınar, 2004: 163). Bu yüzden Türk siyaseti temel konularda kendini yeniden tanımlamada, değerlendirmede ve evrimleşmede başarısız olmuştur.

Kemalist yapılanma ve askerlerin, siyasal alanı yeniden düzenleme girişimi 28 Şubat 1997’de de sözkonusu olmuştur. Bu tarihte özellikle askerlerin değerlendirmelerine göre, RP rejim için ciddi bir tehlike olarak görülmüş ve siyasal faaliyetlerinin politik alandan uzaklaştırılması gerektiği ileri sürülmüştür. Sonuçta, RP’nin büyük ortak olarak içinde yer aldığı koalisyon hükümeti yönetimden zorla uzaklaştırılmış ve yerine daha seküler ve askerlerle işbirliği yapabilecek bir hükümet kurdurulmuştur. Askerler bu dönemde tüm siyasal sınıfları, hatta sıradan sivil toplum örgütlenmelerini bile İslamcı reaksiyonizmin büyümesinde sorumlu tutmuşlardır. Yine askerlerin yönlendirmesiyle, siyasal sınıflar, bürokrasinin üst katmanında yer alanlar, üst yargı organları, medya ve sıradan sivil örgütlenmeler bile rejimin korunması ve İslamcı reaksiyoner hareketlerin durdurulmasını bir görev saymışlar ve engellemek için harekete geçmişlerdir. Bu arada, bu dönemdeki insan hakları ve demokrasi talepleri bölücülük ve cumhuriyet rejimine düşmanlık eden karşı bir hareket –ayaklanma- olarak değerlendirilmiş ve hiçbir şekilde tolerans gösterilmemiştir (Akyol, 2000).

28 Şubat süreci daha önceki askeri müdahalelerden iki yönüyle ayrılabilir. Birincisi, öncekilerle karşılaştırılacak olunursa bu müdahale kurumsal seviyede gerçekleştirilmemiştir. Bu seferki müdahale daha çok halk merkezli –halkı ikna edici- olarak yapılmaya çalışılmıştır (Çınar, 1997: 76). Halk klasik bir siyasal parti olarak görülmüş ve mevcut iktidara karşı tavır sergilemesi için teşvik edilmiştir. İkincisi, 1980 askeri müdahalesinden ve askeri idaresinden keskin olarak ayrıldığı

93

yönü; din’in toplum için faydalı bir alan olduğuna –en azından faydalanılması gereken bir alan- (Cizre ve Sakallıoğlu, 1996: 243), dair inancın bu dönemde olmamasıdır. Bu süreçte İslam ve laiklik arasındaki ilişki demokratik açıdan artı değer yaratacak bir durum olarak değerlendirilmemiş ve cumhuriyetin ilk yıllarındaki radikal/seküler anlayış ve temsiliyete geri dönülmüştür.

28 Şubat sürecinin bu yoğun tartışmaları arasında Kasım 2002 seçimlerinde AKP (Adalet ve Kalkınma Partisi) büyük bir seçim zaferiyle Türk siyasal yaşamına damgasını vurmuş oldu. Seçimden önceki sürecin aksine, bu siyasal oluşum İslam ve devlet karşılıklı etkileşimini savunan öngörüleri ve uygulamaları kapsamında yeni bir evrenin açılmasını sağladı. Kemalist merkezin restorasyon projeleri o güne kadar halkın ümitleri ve taleplerini bu derece yansıtacak partilerin kurulmasını ve faaliyette bulunmasını o zamana kadar çeşitli yöntemlerle engellemeye çalışmıştı. –AKP’nin kuruluş sürecinde de buna benzer engellemeler sözkonusu olmuştur-. Sonuçta siyasal partiler 2002 seçimlerine kadar halkla olan yakın ilişki ve gerçek anlamda temsiliyeti sağlayamamışlar ve seçmenlerdeki ilgisizlik oranı yükselmişti. AKP, mirasçısı olduğu kendisinden önceki partilerin yapmış oldukları yanlışları yapmamış, seçim stratejisini veya zaferini büyük bir müjde olarak yansıtmamıştır. Bunun yerine daha uzlaştırıcı, ılımlı ve reformist mesajlar vermiştir. Varlığını askeri müdahale tehditlerini savunma pozisyonu yerine, temel problemlerin çözümüne dayandırmış ve % 34’lük oy oranıyla parlamentodaki 550 sandalyenin 367’sini Kemalist çemberin hazzetmemesine rağmen kazanmıştır.

AKP Ağustos 2001’de İslamcı hareketin genç jenerasyonu tarafından reform odaklı ve İslamcı siyasete yeniden yön vermek amacıyla kurulmuştur. Bu yeni yön vermede en önemli etken doğal olarak bu hareketin 1997’de maruz kaldığı siyasal engellemelerden çıkardığı dersler olmuştur. Bu açıdan hareketin yeni liderlikleri ilk başlardan itibaren politik arenada laik-İslamcı kutuplaşmasından mümkün olduğunca kaçınmaya çalışmışlardır. Çünkü bu kutuplaşma önceki dönemlerde hep partilerinin kapatılmasına neden olmuştu. Bu bağlamda parti kurucuları kendilerini ve kurumlarını İslam’ın temsilcisi olarak göstermekten kaçınmışlar ve partiyi mümkün olduğunca sağ-liberal-muhafazakâr bir çizgiye konumlandırmışlardır.

94

Bu yüzden AKP kurucuları 28 Şubat sürecinin yaratmış olduğu kargaşa ve belirsizlikten stratejik olarak büyük ölçüde faydalanmışlar, bu sürecin ortaya çıkarmış olduğu açıklardan her fırsatta yararlanmasını bilmişlerdir (Çınar, 2008: 111). Türk siyasal yapılanmasındaki gücü kendilerine kanalize etmek için, kendilerinin dinle eşitlemek yerine, daha ılımlı ve demokratik bir dil geliştirmişler, buna ek olarak batılı ve küresel değerleri benimsediklerini her platformda dile getirmişlerdir.

Türk siyasal spekturumundaki kutuplaşma (polarization), kuruluş yapılanmasındaki genişlik ve buna bağlı olarak geniş toplumsal talepleri bünyesinde barındırma yetisi AKP’nin toplum tarafından güçlü bir şekilde desteklenmesini sağlamıştır (Özel, 2003: 91). Buna bağlı olarak yukarıda da ifade edildiği gibi, Kasım 2002 seçimlerinde parlamentonun büyük çoğunluğunu elde ederek parlamentoya giren iki partiden biri olmuştur. Bu seçimler uzun süreden beri ilk kez iki partili parlamento yapısının oluştuğu bir seçim olmuştur. Buna ek olarak yine uzun süredir kurulamayan tek partili hükümet bu seçimden sonra yeniden Türk siyasal yaşamında söz konusu olmaya başlamıştır. Bu seçimin diğer bir özelliği, 1960’lı yıllardan beri ilk kez bu kadar güçlü ve sandalye çoğunluğu elde eden bir partinin siyasal spektrumda kendine önemli bir alan açmış olmasıdır. Kasım 2002 seçimi bu yönleriyle on yıllardır devam eden siyasal parçalanmayı ve yönetemeyen iktidarlar dönemini durdurmakla kalmamış, aynı zamanda güç paylaşımını halka doğru yayılmasının yolunu da yeniden açmıştır (Çınar, 2008: 112). Yeni siyasal konfigürasyon bu yüzden AKP’nin iktidardan uzaklaştırılması ve engellenmeye çalışılmasını zorlaştıracak bir zemin oluşturmuştur. Buna rağmen Kemalist kurumlar kimi zamanlar hükümeti zora sokucu ve hareket alanını kısıtlayıcı hareketler yapmaktan geri durmamıştır. Bu kumların stratejik amacı daha öncede olduğu gibi sekülerizmin korunmasına ve 28 Şubat süreciyle elde edilen kazanımların kaybedilmemesi üzerine olmuştur.

AKP’nin Temmuz 2007 seçimlerinde de büyük bir çoğunlukla parlamentoya girmesi aslında Türk siyasal siteminde milenyumun başlarında açılan yeni evrenin devam ettiğinin göstergesi olmuştur. Bu yeni evre Kemalist kurumlarla karşılıklı

95

işbirliğine dayalı, siyasal parçalanmanın (fragmentation) sonunu getiren ve siyasal sistemin liberal transformasyonunu sağlayan bir evre olmuştur. Bu yeni evrenin kurumsal gücü İslami kimliğini saklamayan ve yeri geldiğinde kullanan bir siyasal partiye dayanmaktadır. Bu partinin kimliği, üyelerinin şeceresi ve muhafazakâr yaşam stilleri ilk başlarda kimi zamanlar devlet krizlerine yol açmıştır. Seküler rejimin koruma içgüdüsüyle hareket ettiği bakış açısı, bu partiyi hem kurumsal olarak hem de üyelerini bireysel anlamda sürekli ikaz etmiştir. Ancak bu karşı duruş sadece ikaz seviyesinde kalmış, yeni oluşan siyasal konfigürasyonla bu partiyi siyasetten uzaklaştırma çabaları sonuçsuz kalmıştır. Bu çabaları sonuçsuz bırakan etkenlerden biride AKP’nin ihtiyatlılığıdır. Bu ihtiyatlılık doğrudan parti politikaları üzerinde değil, İslami geçmiş ve İslami hassasiyetler üzerinde yoğunlaşmıştır (Çınar, 2008: 125).

AKP’nin başlangıçtaki genişleme ve siyasal güç elde etme politikaları, siyasal alanı liberalleştirme ve dönüştürme çabasında olduğu kadar, aynı zamanda siyasal kutuplaşmayı da ortadan kaldırıcı eğilimlerde de kendini göstermiştir. Avrupa Birliği üyeliğine yapmış olduğu vurgu, demokratikleşme ve liberalleşme çabaları doğal olarak geniş toplum kesimlerinden karşılık bulmuştur. Toplum merkezli çıkışları ve toplumsal kimlikleri –etnik ya da dinsel- temsil etme kabiliyeti bu partinin siyasal spektrumdaki hareket alanını genişletmiş ve hitap ettiği kesimlerin çeşitliliğini sağlamıştır.