• Sonuç bulunamadı

Günümüzde tüketim kültürüyle şekillenmiş tüketim toplumunda yaşayan bireylerin hayatlarının her alanını tüketimden ayrı düşünmemiz mümkün değildir. Meta, bizim dışımızda olan ve taşıdığı özellikleri ile şu ya da bu türden insan ihtiyaçlarını gideren bir şeydir. Bir nesnenin meta değeri taşıması için onun bir kullanım ve değişim değerinin olması gerekir. Kentsel mekânın kullanım değeri yanında bir de değişim değerine sahip olması yani pazarlanması onun metalaşmasının nedenidir (Öngel, 2014b: 167). Bu bağlamda mekânın da tüketimin çemberi içerisine girdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Gerek mekânların üretimi gerekse tüketimi tamamıyla toplumsal duruma göre değişmektedir. Çünkü her toplum kendi kültürüne ve yaşam tarzına göre mekân üretmekte ve mekânları kullanmaktadır. Konuyla alakalı olarak “Mekânları Tüketmek” adlı önemli bir eser vücuda getiren John Urry, eserinde mekân, yer, özne, kimlik, turist gibi kavramların yeni zamanlardaki anlamlarına, toplumsal konumlarına ilişkin bir analiz ortaya koymaktadır. Urry, mekân ile toplumsal hayat arasında doğrudan ilişki kurmakta, mekânın çok boyutlu incelenmesi gerektiğini, bu kavramın kültürel, siyasi ve sosyolojik kodlarının da okunması gerektiğini ve mekânsal olanın toplumsal olandan ayırt edilemeyeceğini ifade etmektedir. Günümüzde yerler artan bir biçimde, malların ve hizmetlerin karşılaştırıldığı, değerlendirildiği, satın alındığı ve kullanıldığı tüketim merkezleri olarak yeniden yapılandırılmaktadır. Ona göre yerlerin kendileri bir anlamda özellikle görsel açıdan tüketilmekte, o yerlere ilişkin anlamlı şeyler –endüstri, tarih, binalar, çevre- zaman içinde kullanılarak azaltılmakta, bitirilmekte veya tüketilmektedir. Burada önemli olan hem ziyaretçiler hem de yerel insanlara yönelik çeşitli tüketici hizmetlerinin sağlanmasıdır. Sonuçta bu yerler kimlikler de dâhil olmak üzere gerçekten de neredeyse her şeyin tüketildiği yerlere dönüşmektedirler (Urry, 1999: 11).

David Harvey’e (1982) göre kapitalist sistemin sürekliliğini sağlayan tüketim ilişkileri ile mekânın ilişkilendirilmesi, kapitalist ilişkilerin bütünselliği açısından önem taşımakta, yapılı çevrenin kendisi sabit sermaye haline gelmektedir. Bu durumda da mekânın kendisi metalaşmakta ve daha önce tüketim alanı olarak tasarlanan mekânın kendisi bizzat tüketilen bir “mal”a dönüşmektedir (Tümtaş, 2012: 43). Ona göre

kentleşme, bir yandan üretim değeri ve artık değer için kaynak sistemi olarak işlev görürken, diğer yandan da tüketim alanını oluşturmaktadır (Kurtuluş, 2013: 197). Mekân aracılığıyla sermaye biriktiren, eşitsizlik üreten ve kriz ertelemeye çalışan ekonomi politikaları, kır/kent ayırt etmeksizin mekânı metalaştıran ve piyasalaştıran bir sonuç üretmiştir. Ev, sokak, okul, hastane, mahalle, kent birer yaşam alanı olmaktan çıkarak emlak/inşaat piyasası içinde yeni bir gayrimenkule dönüşürken, mekânla kurulan ilişkiler de artık piyasa terimleriyle açıklanmaktadır (Akgün, Çalışkan, Kaya ve Koca, 2014: 14).

Harvey’e göre çoğu mekânsal sınırların çöküşü, mekânın öneminin azaldığı anlamına gelmemekte, mekânsal engeller küçülürken bizler de dünyadaki farklı yerlerin içerdiği şeylere karşı daha duyarlı hale gelmekteyiz. Ayrıca potansiyel yatırımcılar, işverenler, turistler vb. açısından kendilerini çekici kılmak, kendi değerlerini arttırmak, kendilerini hizmet ya da vasıf bakımından zengin yerler olarak satmak üzere yerler arasında artan bir rekabet gerçekleşmektedir (Harvey, 2010: 255).

Zukin (1992), özellikle kentsel peyzajın ve yerli olanın birbirine karışmasını araştırmıştır. Ona göre, mekân ve zamanın görsel tüketimi, endüstriyel üretim mantığından hareketle hem hız kazanmış hem de ondan soyutlanmıştır. Bu durum kentin postmodern tüketim merkezi olarak yeniden yapılanmasına yol açmış, kent bir gösteriye, "görsel tüketiminin düşünsel bir peyzajı"na dönüşmüştür (Urry, 1999: 37). Zukin, müteahhitlerin, aynı zamanda içlerinde tüketimin gerçekleştiği sahneler, dekorlar olan iktidarın yeni peyzajlarını, görsel tüketimin düş peyzajlarını nasıl kurabildiklerinden söz eder. Bu tür yapılmış peyzajlar, insanların doğdukları ya da taşındıkları yer üzerinde tarihsel olarak kurulmuş toplumsal kimlikleri açısından önemli sorunlar taşımaktadır. Buralar tüketilen yerlerdir. İnsanların doğdukları, yaşadıkları ya da bir toplumsal kimlik duygusu sağlayan yerler değillerdir, aksine simüle edilmiş yerlerdir (Urry, 1999: 297).

Lefebvre’ye göre, kentler, kapitalist sistemin yüksek karlılık beklentisi çerçevesinde farklı işlevsellikler yükleyerek metâ haline getirdiği mekânların yaygınlaştığı alanlar haline gelmiştir (Lefevre, 2014: 41). Kapitalist örgütlenme, kârlılığı maksimize edecek bir araç olarak gördüğü mekânı, kapitalist ekonominin ihtiyaçlarına, gerekliliklerine ve değişen koşullarına bağlı olarak her defasında yeniden tarif etmekte ve örgütlemektedir (Kahvecioğlu Kaya, 2010: 51). Sennett (1991) de benzer biçimde çağdaş kentte farklı yapıların ve yeni mekânların tüketim ve turizm

çevresinde kurulduğunu ve artık ahlaki bir işlev taşımadığını belirtmektedir. Bu tür yerler özgül olarak farklı toplumsal gruplar arasında duvar oluşturmak ve insanların içsel yaşamını kamusal etkinliklerinden ayırmak üzere tasarlanmaktadır (Urry, 1999: 37).

Ritzer, tüketim kültürünün mekânsal düzlemde büyük ve farklı şekillerde tasarlanmış alışveriş merkezleri şeklinde örgütlendiğini söylemiştir. Ona göre kentler, bireysel zevklerin ve bedensel hazların tatmininin kültürel ve teknolojik odak noktalarıdır. Kentler, büyük alışveriş merkezleri ile dolarken, evler de kent merkezinden uzak alanlara taşınmış; farklı formlarda yeni yerleşim alanları inşa edilmiştir. Alışveriş merkezleri, eğlence mekânları, spor merkezleri, eğitim ortamları ve lüks yaşam alanları, günümüz kentlerinin ve kent yaşamının simgeleri ve tüketim katedralleridir (Ritzer, 2011: 29-49 ).

Batı’daki sanayi kentlerinin birçoğu “sanayisizleşme” olarak adlandırılan bir sürecin sonucunda “üretim mekânları” olmaktan “tüketim mekânları” olmaya doğru evrilmektedir (Türkün ve Kurtuluş, 2005: 13). Özellikle kentsel turizmi canlandırmak amacıyla üretilen kentsel politikalar, kent merkezlerini özellikle de tarihi şehir merkezini, yeni bir metâ, yeni bir yatırım ve tüketim alanına ticari amaçlarla dönüştürmektedir (Şen, 2005: 129; Perouse, 2012: 93; Kurtuluş, 2013: 191). Yenileme projeleri çerçevesinde merkezdeki çöküntü alanlarındaki konutlar, orta ve üst gelir gruplarını çekecek biçimde ‘soylulaştırılırken’, tarihi mekânlar da restore edilerek yeni işlevlerle yeniden kullanıma açılmakta, özellikle sanayi kentlerinde artık atıl hale gelen sanayi alanları dinlenme ve eğlenme alanları olarak tasarlanarak yabancı turist için de cazip kılınmış turistik bölgelere dönüştürülmektedir (Türkün ve Kurtuluş, 2005: 14). Bu süreçte kent, bizatihi bir tüketim nesnesi olarak kendini markalaştırmakta ve küresel piyasalarda talep edilirliğini artırmaya çalışmaktadır (Kahvecioğlu Kaya, 2010: 49).

Kent mekânı, gerek uluslararası sermaye açısından, gerek turistik açıdan cazip bir yer olarak pazarlanmaktadır. Bu amaçla kentler, uluslararası sermayeyi kendilerine çekebilmek amacıyla, kendilerini diğer kentlerden ayıran farklı yönleriyle uluslararası pazarlara çıkmaktadırlar. Bunun sonucunda ise, kente gelen sermayenin daha fazla olması için kentin kimliğinin, tarihinin, doğal değerlerinin ve özgünlüğünün nesneleştirilmesi ve tüketime sunulması ortaya çıkmaktadır (Karakurt Tosun, 2010b: 167-168).

Bireylerin dışa açık yaşam stratejilerinin bir yansıması olarak kentsel mekânlar, günümüzde kendine özgü iktidar ilişkilerinin var olduğu alanlar haline gelmiştir. Sassen'e göre bu değişim, toplumsal ve uzamsal olarak kutuplaşmanın artmasıdır. Ona göre, kentlerdeki finansörler, mekânı bir tüketim alanı olarak düzenleneyerek her yere restoran, kafe ve tiyatro gibi tüketime yönelik mekânlar inşa etmiş, adeta kent mekânını tüketilmiş bir alan haline getirmişlerdir (Meder ve Çiçek, 2012: 310).

Tüketim toplumunu oluşturan süreçte görülen tüketim araçlarının ve tüketici davranışlarının değişiminin bir sonucu olarak kent, orta ve üst sınıflarca bir distopya olarak konumlandırılmıştır. Bu distopyadan kaçma çabasıyla farklı yaşam alanlarını tercih edenlerin seçenekleri, banliyölerde soyutlanan güvenlikli siteler, insan kalabalığından yükselerek uzaklaşan kuleler ve büyük aile yaşantısının sağladığı sosyal desteği verme iddiasındaki rezidanslar olarak nitelendirilebilir. Tüketicinin sembolik ihtiyaçlarını karşılamak için kurgulanmış bir prestij nesnesi olan konut, kişilerin hayat tarzını oluşturmaktadır (Binay Kurultay ve Peksevgen, 2012: 191-196; Sipahi, 2012: 116). Bu bağlamda markalı güvenlikli sitelerden birinde oturabilmenin anlamı sadece barınma ihtiyacını karşılamanın ötesine geçmektedir. Reklamlarla tüketiciye fiziksel konutun yanı sıra simgesel anlam da pazarlanmakta ve tüketiciye konut yerine yaşam stili satılmasıyla birlikte konut, tüketicinin toplumsal hiyerarşideki statüsünü belirleyen temel göstergelerden biri haline gelmektedir.

Seçkin ve ayrıcalıklı yeni yaşam tarzları, yeni dönem zenginlerinin statü sahibi olmaları veya statülerini artırmaları için birer araç haline dönüşmektedir. Üst ve orta sınıfların sembolik tüketim arayışlarına uyumlu olarak markalarını konumlandırmak isteyen firmaların seçkinlik, elit olma, ayrıcalık, prestij, farklılık kavramlarını konut projelerinin anahtar kelimeleri olarak kullanmaları doğal bir süreç olarak gelişmektedir. Kentler bireysel zevklerin, hazların, isteklerin karşılandığı tüketilen alanlar haline gelmektedir (Perouse ve Danış, 2005: 104-105).

Farklı özelliklerle tasarlanan yerleşim alanları, konutlar, eğlence merkezleri, spor alanları salt gereksinimleri karşılama amacına hizmet etmemekte; ekonomik ve kültürel etkinliklerden oluşan değere yönelik kodlar taşımaktadır. Belli bir değer sistemi zemininde inşa edilen mekânlar, belli bir süre sonra aynı değer sisteminde yer alan ya da yer almak isteyen bireylerin bir araya geldikleri izole alanlara dönüşmektedir. Kendisini, içinde bulunduğu ya da tükettiği mekânlarla özdeşleştiren birey, esasen o mekâna yüklenen ya da yüklediği anlam veya değer sisteminin bir parçası olarak

algılayarak yine kendisiyle bu değer sistemini paylaştığı diğerleriyle ortak bir sosyal alanda bir araya gelirken kendisiyle aynı değer sistemi içinde olmayanlardan uzaklaşmaktadır (Meder ve Çiçek, 2012: 310-311).