• Sonuç bulunamadı

I. Meşrutiyet

Belgede l 2013 l i i l ili l i (sayfa 49-53)

2- Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyetinde ordunun Konumu

2.1. Osmanlı’nın Yönetim Yapısı ve Bu Yapıda Ordunun Yeri

2.1.1. Osmanlı Devleti’nin Yönetim Yapısı

2.1.1.2. Modern Dönem

2.1.1.2.5. I. Meşrutiyet

2.1.1.2.5. I. Meşrutiyet

Osmanlı devletinde III. Selim döneminde başlayan modernleşme çabaları çeşitli şekillerde devam ediyordu. Bu modernleşme çabalarının en önemli adımlarından biri de Meşrutiyetin ilan edilmesiydi. 1800’lü yıllar Avrupa’da Fransız ihtilalinden dolayı mutlakıyet yönetimleri olan krallıklar eski yetki ve özelliklerini kaybettiler. Buna paralel olarak Avrupa dışındaki coğrafyalar da Fransız ihtilalinin sonuçlarından etkilendi. Gerçi Osmanlı yönetim sistemi şekilsel olarak mutlakıyet gibi görülse de Avrupa mutlakıyet yönetimlerinden farklı özelliklere sahiptir. Çünkü padişah çeşitli sınırlandırıcı etkenler ile sınırlı idi. Bunların başında şer-i şerif geliyordu. Yani padişah tasarruflarında şeriat hukukuna uymak zorunda idi. Bu durumda padişah yönetimde keyfi hareket edemezdi. Fakat bu sistem Osmanlının son dönemlerinde bozuldu ve zamanın bazı tesirlerine karşı kendini yenileyemediği için ihtiyaca cevap veremez duruma geldi. Bunun için yönetimde bir yenileşme arayışı başladı. Padişahın yönetimde tek başına çok yetkilere sahip olması ve yönetimle ilgili işlerin gittikçe karmaşıklaşması yönetimin sorumluluğunun bazı yetkililerle paylaşılmasını gerekli kılıyordu. Bu tür konular zaten Osmanlı topraklarında çoktandır konuşulmaya tartışılmaya başlanmıştı. Osmanlıdan modernleşme çabalarının gereği olarak Avrupa’ya gönderilen bürokrat ve aydınlar Avrupa yönetim sistemlerini inceleyerek Osmanlının da bu şekle gelmesini istiyorlardı. Bu amaçla

siyasi olarak mutlakıyetin sınırlandırılması anlamında meşrutiyetin ilan edilmesini istiyorlardı. Meşrutiyet kavram olarak ‘şartlılık’ anlamına gelmektedir. Siyasi olarak ise padişahın yetkilerinin halk tarafından seçilen bir meclis ile sınırlandırılmasını ifade etmektedir.

Osmanlıda 1800’lü yıllarda ve öncesinde yaşanan sıkıntılar ve mağlubiyetler bir kısım bürokrat ve aydınların çözüm için bir arayışa girmesine neden oldu.

Bunlara en kaba tasnifi ile Jön Türk hareketi denilmektedir. Jön Türklerin içinde çok farklı siyasi renklerden kimseler bulunmaktadır. Bazı Jön Türkler tamamen batılılaşma yoluyla bir yönetim reformunu savunurken bazıları Milliyetçiliği ön plana çıkarmakta diğer bir kesim ise meşrutiyetin/hürriyetin toplumun değer yargılarını referans alarak tesis edilebileceğini savunmaktadır. Verilen mücadele aynı zamanda halkın mutlakıyete karşı hürriyetine kavuşması anlamında kullanıldığı için Meşrutiyete hürriyet denildiği de olmuştur. Namık Kemal Jön Türk hareketinin fikir babalarından en önde gelenlerinden biridir. Namık Kemal Hürriyet mücadelelerinde bulunurken meşrutiyetin İslami referanslarına sıkça vurgu yapmaktaydı. Buna göre meşrutiyet İslam dininde çokça vurgulanan ‘meşveret’in çağdaş ifadesiydi. Namık Kemal 1869 yılında hürriyet gazetesine yazdığı ‘Usul-ü Meşveret Hakkında Mektuplar 1,2,3, …’ başlıklı makalelerle bu konuyu izah etmiştir (Tekin, 2000:156).

Bu mektuplarda izah edildiğine göre Kuran’da geçen ‘Ve emruhum şura beynehüm’

(KUR'AN-I KERİM:42/38) ayetindeki hum- onlar- tabiri ile kastedilen anlam meşrutiyeti ifade etmektedir. Ayet ‘onların kendi aralarındaki işleri şura iledir’

demektedir. Bu ayet bir idareci için idare ettikleri ile meşveret etmesini emretmektedir. O halde meşveret aslında İslamiyet’in özüne ters olmadığı gibi İslamiyet’in emri ve gereğidir. Namık Kemal’in bu izahları Osmanlıda din adına meşrutiyete ve hürriyete karşı gelenlerin karşı gelemeyecekleri bir açıklamaydı.

Fakat yine de başka açılardan karşı gelenler vardı. Namık Kemal’in yazdığı bu makaleler Jön Türkler arasında hürriyet mücadelesini dini bir temele dayandıran kesimi temsil etmekteydi. Fakat diğer taraftan bu hareketin içerisinde Avrupa modernleşmesini aynen alarak Osmanlıda uygulamaya çalışan bir kesim de bulunmaktaydı. Bunlar daha çok Osmanlının modernleşme düşüncesi ile açtığı Avrupai mekteplerde yetişen kimselerdi. Çünkü bu mekteplerde şekilsel olarak Avrupa etkisi görüldüğü gibi eğitim müfredatı da Avrupai bir içeriğe sahipti.

Yukarıda bahsedildiği gibi Avrupa’da kilisenin konumu ve gördüğü fonksiyonu ve hürriyet mücadelelerinde kilisenin engel olarak görülmesi, modernleşme çabalarını sürdürenlerin dini, karşıt bir öğe olarak algılamasına neden olmuştur. Bu durum Avrupa’daki gelişmeleri Osmanlıya taşımak üzere Avrupa’ya giden bürokrat ve aydınlarca aynen Osmanlıya da taşınmıştır. Yani Jön Türk hareketinin içinde pozitivist düşünceye sahip kimseler de vardı (Ceyhan, 2008:126). Bu yaklaşım Müslümanlarda dinin tarihsel konumu ile Hıristiyanlarda kilisenin rolünü kıyaslayarak yapılan bir yanlış değerlendirmeydi.

Sultan II. Abdülhamit bu tartışmaların içinde 1876’da meşruti rejimi kabul ve kanun-u esasiyi ilan etmek şartıyla padişahlık tahtına oturdu. Sultan II. Abdülhamit tahta oturduktan sonra meşrutiyet ile ilgili tartışmalar, meşrutiyet rejimi ve kanun-u esasi denilen bir anayasanın ilan edilmesinin İslami olup olmadığı konusunda, önde gelen din âlimlerinden görüşlerini sordu. Buna karşılık bir kısım âlimler Kanun-u esasiye karşı çıkarlarken bir kısım âlimler de bunu Şer-i şerif’e aykırı görmedi.

Merkez uleması dışında meclisin açılmasını uygun bulan âlimler padişaha görüş bildirmişlerdir (Akgündüz, 1999:270). Padişah Meşrutiyetin lehinde olan görüşleri esas alarak İslamiyet’te şura meclisine karşılık gelen meşrutiyeti ilan etti. Bunun için II. Abdülhamit Şuray-ı Devlet’te hazırlanan layihada bazı değişiklikler yapılarak 23 Aralık 1876’da kanun-u esasinin ilan edilmesine izin verdi. Böylece Osmanlı meşruti rejime geçmiş oldu. Böylece meşrutiyet rejimine göre açılacak olan meclis Şer-i Şerif’e aykırı olmayan kanunlar yapabilecekti. Bu tarihte ilan edilen kanun-u esasiye göre ‘heyet-i ayan’ ve ‘heyet-i mebusan’ isimli iki meclisten oluşan ‘meclis-i umumi’ Osmanlının yeni yasama meclisi oldu. Bu meclis yeni kanunlar yapabileceği gibi var olan kanunları da düzeltme yetkisine sahipti. Kanun hazırlamada süreç şu şekilde işleyecekti: Şuray-ı Devlet tarafından kanun layihaları/taslakları hazırlanır.

Hazırlanan bu taslak halk tarafından seçilen temsilcilerin bulunduğu meclis-i mebusan’a gelir. Buradan geçen yani kabul edilen yasal taslak oradan heyet-i ayan’a gider. Heyet-i ayan padişah tarafından seçilen bir meclistir. Bu meclisteki kimseler ömür boyu bu mecliste görev yaparlar. Bu meclisin üyeleri uzun süre hizmet etmiş önde gelen tecrübeli devlet adamlarıdırlar. Sayıları meclis-i mebusanın üye sayısının üçte birini geçmez. Meclis-i mebusandan gelen kanun layihaları heyet-i ayanda dini hükümlere, anayasaya ve diğer bazı teamüllere uygunluk açısından gözden geçirilir.

Eğer bir kanun heyet-i ayandan da geçerse padişahın onayına sunulur. Padişahın onayından sonra kanun yürürlüğe girmiş olur. Bu şekilde kanun çıkarma süreci tamamlanmış olur. Osmanlı devleti 1876’da yönetim olarak bu sisteme geçti.

Yeni sistemde mecliste Müslümanlar gibi gayr-ı Müslimler de temsilci olabilecekti. I. Meşrutiyette yapılan seçimlerde meclis-i mebusana seçilen 119 vekilin 47’si gayr-ı Müslimlerden oluşmaktaydı. Ayan meclisine atanan 36 ayanın 13’ü gayr-ı Müslim’di (Derindere, 1999). I. Meşrutiyetin uygulamaya konulduğu yıl Osmanlı Rusya ile meşhur 93 harbine girmişti. Bu savaşta Osmanlı ağır bir mağlubiyet yaşamıştı. Bu mağlubiyetin faturası ise yeni geçilen Meşrutiyet rejimine kesilecekti. Bu nedenle birinci meşrutiyetin ömrü bir yıl bile dolmadan tamamlanacaktı. Zaten meşrutiyet ilan edilirken padişahın meclisi fesh etme yetkisi saklı idi. Padişah II. Abdülhamit meclisteki gayr-ı Müslim mebus sayısının çok olmasının bu şartlar altında Osmanlı devleti için bir risk teşkil ettiğini düşünerek meclisi fesh etti. Buna dair yapılan değişiklikler kaldırıldı ve eski şahıs yönetimine tekrar dönüldü. Böylece meşrutiyet dönemi otuz yıl sonrasına kadar geciktirilmiş oldu. Bu durumun sorumluluğu elbette ki tek başına Abdülhamit’e yüklenemez.

Çünkü o dönemde sadrazam olan ve meşrutiyetin ilan edilmesinde oldukça etkili roller üstlenen Ahmet Mithat Paşa ve ekibinin meclis üzerindeki etkisi ve yanlış stratejiler izlemesi Osmanlının Rusya karşısında mağlup olmasına neden olmuştu.

Alınan ağır yenilgi ve Osmanlı mebusan meclisinde gayr-ı Müslim mebuslardan bazılarının Osmanlıya bağlı birkaç yerin bağımsızlığını teklif etmesi ve savunması dikkatleri meclise çevirmiş ve sonunda meclisin mebus dağılımının bulunulan şartlar içerisinde Osmanlı için bir risk unsuru olduğu düşünülerek meclis kapatılmıştır. Aynı dönemde Osmanlının içinde bulunduğu zaaftan yararlanan gayr-ı Müslim mebuslar güçlü Avrupa devletleri ile ittifak yaparak mecliste Osmanlının bütünlüğünden ziyade kendi temsil ettiği bölgenin bağımsızlığını savunmak adına mecliste fikir beyan ediyordu. Bu da meclisin kapatılmasında etkili bir nedendi. Buna göre şahıs idaresi 1908’in Temmuzuna kadar devam edecekti. Bu arada geçen sürede Osmanlı idare sisteminde her hangi bir değişiklik olmamıştı. Fakat Abdülhamit güçlü bir istihbarat ağı kurmuş ve izlediği siyasi bazı yöntemlerle ülkeyi en az zararla 1909’a kadar idare etmiştir.

Belgede l 2013 l i i l ili l i (sayfa 49-53)