• Sonuç bulunamadı

Gün yeni aydınlanmış, sabaha kadar kırpılmamış göz kapaklarının içinden kızarmış gözler, gece boyunca yapılan işlemlerin son kontrollerine bakınıyor, bitkin düşmüş bacaklar son bir gayretle nöbetçi vücutları taşımaya çalışıyordu. Yatan hastalar

kahvaltılarını yapmış, durumlarının nasıllığı meraklanmasında vizite saatini beklemeye koyulmuş, bu bekleme arasında tatlı bir sohbet ortama hâkim olmuştu.

Nihayet nöbetçi personeli evlerine kavuşturacak gündüz personelleri gelmiş, nöbetten çıkan personeller enkaz-ı beşer vaziyette evlerinin yolunu tutmuşlardı.

Öte yandan gündüz personeli hummalı bir çalışma içine girmiş, serviste yatan hastaları vizit için hazır hale getirmeye uğraşıyordu. Servise en erken gelen doktor Genel Cerrahi Uzmanı Doktor Cemil Bey idi. Gerçi Cemil Bey, geceden beri oradaydı, gece başlarken bir hastasında sorun çıkmış, onu kontrol edip evine gittiğinde gece yarısı olmuştu ki, bu kez de acile gelen ve bağırsaklarında sorun olan bir hastayı acil olarak ameliyata almıştı, sabaha karşı işi bitmiş, çocuklarını okula bırakmak için evine uğramış ve çocuklarını bıraktıktan sonra hemen hastaneye dönmüştü.

Hem gece, hem de sabahın erken saatinde Doktor Cemil Bey’i serviste gören hastalar, aralarında onu konuşuyor. Bu gün daha çalışamayacağını, izin alıp evine gideceğini ve kendi işlemlerinin bir sonraki güne kalacağına dair önsezilerde bulunuyorlardı. Ama Cemil Bey onları her zamanki gibi şaşırtmış ve büyük bir gayretle işini yapmaya koyulmuştu bile.

Bu durum hem Cemil Bey hem de diğer doktorlar için sık-sık tekrarlayan bir durumdu aslında ve hastaların birçoğu da bu duruma alışıktı. Hatta bu işi birçok kere yaşamış bazı hastalar, ilk defa bu durumla karşılaşan hastalara, doktorların birçok gününün böyle olduğunu, aile hayatlarının bu sebepten düzensiz olduğunu, kendileri ve aileleri için herhangi bir plan yapamadıklarını anlatıyorlardı.

Dinleyenler kendilerinin hiç tanımadıkları insanlar için böyle bir fedakârlıkta bulunup bulunamayacaklarını sorgulayan duygular içerisinde, şaşkınlıklarını belli eder halde dinliyorlardı.

128

Servislerde bu konuşmalar eşliğinde, vizite başlamış poliklinik hastalarına yetişme telaşı içinde, taburcu edilecek hastalar belirlenip, tedaviye devam edecek hastalar için, çizelgeler doldurulmaya başlanmıştı bile.

Hastanenin diğer bölümlerinde de yeni günün hazırlıkları başlamış, laboratuvar ve röntgende cihazlar açılmış, gerekli malzemeler gözden geçiriliyordu. Polikliniklerde ise hasta kabulünden önce son birer bardak çaylar yudumlanıp, tatlı şakalaşmalar yaşanırken, hasta kayıt defterlerine yeni günün tarihi düşülmüştü bile.

Hastalar belirli bir sıraya konulmuş halde, viziteyi bitirip muayeneye başlayacak doktorları sohbetler eşliğinde beklemeye başlamışlardı.

Viziteyi bitiren doktor vakit kaybetmeden polikliniğine geliyor, dikkatli bir şekilde muayeneye başlıyordu. Muayene edilen hastaların birçoğu kendilerine verilen tetkik belgeleriyle, öğleden sonra tetkik sonuçlarıyla birlikte değerlendirilmek üzere ilgili birimlere yönlendiriliyor, ara vermeden diğer hastanın muayenesine başlanıyordu. Bu yaşanan yoğunluk arasında, servis ve acildeki hastalarda ihmal edilmiyor, duruma göre ya telefonla ya da şahsen kısa gidiş gelişlerle gerekli tavsiyeler yapılıp, muayeneler kaldığı yerden devam ediyordu.

Öğle vakti olduğunda, kısa bir yemek arasından sonra tekrar servis ve acilde yatan hastalar kontrol ediliyor, vakit bulunduğu ölçüde hemşire hanımların demledikleri çaydan bir bardak yudumlanırken yine hasta sohbetleri ortama hâkim oluyordu.

Bütün bu koşuşturmalar arasında vakit su gibi akmış, çıkan tetkik sonuçlarının vakti gelmişti bile. Tetkik sonuçları dikkatle inceleniyor, tedaviler belirleniyor, reçeteler yazılıyor, tedavisi hastanede yapılması uygun görülen hastalar servislere yönlendiriliyordu. Çark bütün dişlileri ile birlikte hiç aksamadan işliyor, her diş kendi sorumluluğunu bilip yerine getirdikten sonra görevi diğer dişe devrediyor, makinenin aksamadan çalışmasını sağlıyordu.

Üroloji Uzmanı Doktor Orhan Bey, sabah erkenden özlük haklarıyla ilgili bir sorunun çözümü için personel biriminden çağırılmış, acil olduğu bildirilmesine rağmen hastaları bekletmeyi etik bulmamış ve tüm hastaları gönderdikten sonra ancak, mesainin bitmesine az bir süre kala personel birimine gidebilmişti.

Acil servise iki oğlu eşliğinde yaşlı bir bayan getirilmiş, yapılan ön muayenesinde sorununun üroloji ile ilgili olduğu ve üroloji polikliniğine gitmesi gerektiği belirtilmiş, çocukları da yaşlı bayanı üroloji polikliniğine getirmişlerdi. Poliklinikteki görevli birkaç dakika beklemelerini, Doktor Bey’in bir işlem için personel servisine gittiğini ve hemen geleceğini söylemesi, hasta yakınlarını tatmin etmemiş ve henüz birkaç dakika önce gelmelerine rağmen sabırsızlık göstermeye ve söylenmeye başlamışlardı. Daha beş dakika bile olmamışken gidip doktoru kendileri getirmeye karar verdiler.

Doktor Orhan Bey, işlemi için geç kaldığını, bu saatten sonra yetişmeyecek işlemi için bir miktar maddi kayıp yaşayacağını öğrendiğinde bunu umursamadı ve sağlık olsun söylemleri arasında tekrar polikliniğine gitmek üzere kapıya yöneldi.

129

Bu sırada, sanki kendileri getirmezse doktorun gelmeyeceği gibi bir akıl tutulması yaşayan hasta yakınları da personel biriminin önünde belirmişlerdi. Tam da personel biriminin kapısında karşılaştılar Doktor Orhan Bey’le. Henüz gelmelerine beş dakika olduğunu bildikleri halde ‘Bir saattir bekliyoruz neredesin sen, annemiz ölüyor orada’ söylemleri arasında Doktor Orhan Bey’e söz hakkı bile tanımadan, fütursuzca saldırmaya çalıştılar.

Bu arada personel biriminde ve kapı önünde bulunan diğer personeller, durumun farkına erken varmış ve hemen araya girerek, hasta yakınlarının Doktor Orhan Bey’e adeta etten duvar olmuşlardı. Hasta yakınları bu duruma iyice sinirlenmiş önüne gelene saldırmaya çalışıyordu, arbede sırasında hasta yakınlarından birinin burnuna bir darbe gelmiş hafifçe burnu kanamaya başlamıştı. Zor da olsa ilk arbede yatıştırılmış, Doktor Orhan Bey polikliniğe doğru yönelmişti.

Daha sonradan polis memuru olduğu öğrenilen hasta yakınlarından biri, ağabeyinin burnunun kanadığını görünce tekrar sinirlenmiş ve Doktor Orhan Bey’e tekrar saldırmak için harekete geçmişti. Sesleri de duyarak olay yerinde toplanan tüm personel, gerçek işi toplum huzurunu sağlamak olan polis memurunun bozduğu huzuru durdurmaya çalışıyor, bir personel sinirinin geçmesi için Doktora değil kendisine vurmasını bile söylüyordu. Yine bu arada hasta yakınları, diğer yakınlarına haber vermiş, toplanıp hastaneye gelmelerini söylemişti. Olaylar henüz yatışmışken, hasta yakınlarının diğer akrabaları da hastaneye gelip olaya dahil olmaya çalışıyorlardı.

Gelen akrabalar arasında akil olan kişilerde bulunuyordu, onlara kısaca olay anlatıldığında olayın uzatılmamasını sağlamaya çalıştılar ve nihayet olaylar yatıştı. Bütün yaşananlara rağmen yaşlı bayanın muayenesi yapıldı ve tedavisi verildi, burnundan yaralanan saldırgan hasta yakınının pansumanı yapıldı ve gönderildiler.

Ama henüz olaya bitti gözüyle bakılamazdı, bunun bilincinde olan personel Doktor Orhan Bey’in özel muayenehanesinde birkaç gün daha beklediler. Bu dayanışma personelin birbirine saygısını ve sevgisini daha da arttırmıştı. Daha sonrasında ise herhangi bir olay olmadı.

Aylar sonra, üroloji polikliniğinin yarısına kadar açık kapısından içeride, bir sandalyede oturan yaşlı bir bayan ile yanı başında ayakta duran orta yaşta bir erkek duruyordu.

Yaşlı bayan mahcup, yanındaki ise kafası eğik, gözlerini yere dikmiş vaziyette duruyordu. Bu kişiler o tatsız olayın kahramanları anne ve oğluydu. Yaşlı bayan ağır bir kalp krizi geçirmiş, bir süre başka bir şehirde yoğun bakımda tedavi görmüş, daha sonra taburcu edilip gerekli tavsiyeler ve ilaçları yazılarak tedaviye evinde devam edebileceği, ilaçları bittiğinde yeniden alıp kullanması gerektiği belirtilmişti. Kullandığı ilaçlar bitmiş, yeni ilaçlara ihtiyaç hâsıl olmuştu. Ancak bu ilaçları bir uzman hekimin yazması gerekiyordu ve o gün için bu ilaçları yazmaya tek müsait olan tek doktor üroloji uzmanı Doktor Orhan Bey idi.

130

Çaresiz ve utangaç tavırlarla üroloji polikliniğine gelmişlerdi, belli ki bir tepkiyle karşılaşacakları, hatta işlerinin yapılmayacağı zannına kapılmışlardı. Konuşurken seslerinin kısıklığı buna işaret ediyor, kelimeler adeta boğazlarında düğümleniyordu.

Ancak hiç beklemedikleri bir tepkiyle karşılaştılar, Doktor Orhan Bey durumu anlamış, kendilerinin daha fazla mahcup düşmelerine gönlü el vermemiş ve onları hoş edalarla karşılamıştı.

Yaşlı bayana hemen bir sandalye verip oturmasını sağlamış, oğluna da her ne kadar oturmasını ısrar etmişse de, o utancından oturamamıştı bile.

Ama Doktor Orhan Bey bu durumdan yararlanacak zihniyette birisi değildi, o mesleğine aşık, özverili, liyakat sahibi ve mesleğini yapmada oldukça heyecanlı birisi idi. O anda da bütün bu duygular içerisinde, yaşlı bayanın ilaçlarını yazmış, halini hatırını sormuş ve kendilerini rahat hissetmeleri için elinden geleni yapmıştı, bu hareketleri karşısındakilerin kendilerini daha da mahcup hissetmelerine neden oluyordu.

Doktor Orhan Bey adeta bir insanlık dersi veriyordu. Maziye set çekmiş, fıtratı olan doğruluğundan ödün vermeden, kişisel duygularını bir tarafa bırakmış ve doğru bildiği yönde hareket etmişti.

Çünkü ona göre seccadenin yönüne değil, doğru tarafa yönelmek önemliydi.

131

Hırsın Bedeli

Doğu Anadolu Bölgesi’nin sarp dağlarının arasında, bir köyde yaşıyordu Tahir.

Otuz haneli seksen kişinin yaşadığı köy, örf ve adetlerinden ödün vermeden

yüzyıllardır varlığını sürdürmeyi başarmıştı. Taş duvarlarının yüzeyi çamurla sıvalı, toprak damlı ve beyaz badanalı evleri ayrı bir şirinlik katıyordu köye.

Etrafında ağaçsız ve kayalık dağlar ne kadar ürkütücüde olsa kendine has bir güzellik barındırıyordu yüceliğinde.

Çok az bir alana yayılmış ekilebilir arazi, dağlardan gelen küçük derenin yaz aylarında suyu oldukça azaldığından, köylülerin hep birlikte yaptıkları büyük havuzun biriktirdiğiyle gideriyordu suya olan özlemini.

Köylülerin bir kısmı çiftçilikle, bir kısmı hayvancılıkla, bir kısmı da başka memleketlerde buldukları çeşitli işlerde gurbet sıkıntılarıyla geçimlerini sağlıyorlardı.

Köyün içme suyu ihtiyacı dereden borularla getirilen üç çeşmeden sağlanıyordu, kirlenen çamaşırlarda yine derede yıkanıyordu.

Köylüler oldukça çetin geçen kış şartlarında, büyükbaş hayvanlardan elde ettikleri tezekleri yakarak ısınıyor, evlerde ki büyük salonun köşesinde bulunan ocaklar hem ısınma hem de yemek pişirme görevini yapıyordu.

Evlerin inşasında taş ve toprak kullanıldığından yazın serin kışın ise sıcak oluyordu, bu ısı dengesi pencerelerin küçük yapılmasıyla daha iyi sağlanabiliyordu.

Yaz aylarında çayırlar yeşeriyor ve her taraf yeşil bir çarşafla kaplanıyordu, yaz günleri güzel ve neşeli olduğu kadar, yoğun bir çalışma temposuyla geçiyordu.

Köylüler haftanın bir günü, ilçeden gelen minibüsle ilçeye gidiyor, ihtiyaçları doğrultusunda alışverişlerini yapıp geri dönüyorlardı.

132

Köydeki bütün işler öncelik sırasına göre İMECE usulüyle yapılıyor, böylece işlerin daha hızlı ve daha az yorularak yapılması sağlanıyordu.

Köy halkı sık-sık bir araya gelir, istişareler yapılır, çeşitli konularda sohbetler edilirdi ve bu sohbetleri yaşlıların anıları süslerdi.

Köydeki önemli etkinliklerden birisi de avcılıktı, av çoğunlukla kış aylarında, işlerin nispeten daha az olduğu günlerde yapılırdı. Avcılar, avlarını getirir, olabildiğince çok eve av etinden ulaştırılmaya çalışılırdı.

Tahir, askerden henüz yedi ay önce dönmüştü.

Uzun boylu, siyah saçlı, kahverengi gözlü, buğday tenli ve iri yapısıyla oldukça yakışıklı biriydi.

Askerliğini de bu özelliklerinden dolayı komando olarak yapmış, birçok görevde gösterdiği üstün başarılarından dolayı komutanlarından takdir ve çeşitli ödüllerle

dönmüştü. Yardımseverliğiyle, doğruluğu ve dürüstlüğüyle köyünde olduğu gibi, her gittiği yerde de kendisini sevdirmesini başarabilen biriydi.

Tahir askerden geldikten üç ay sonra köyün en güzel kızı olan Nazlı ile evlenmişti.

Zaten uzun zamandan beri yavukluydular ve sonunda muratlarına ermişlerdi.

Âşık maşukuna kavuşmuştu.

Nazlı’da Tahir gibi uzun boyluydu, siyah saçları kıvır kıvırdı ve omuzlarına dökülen saçlarını sadece eşi olan Tahir görebiliyordu. Beyaz yüzündeki, kömür gözleri adeta ışık saçıyordu baktığı yere. Sanki Yüce ALLAH (cc), ikisini birbiri için özel olarak yaratmıştı.

Evdeki birçok işi yardımlaşarak yapıyor, birbirlerine olabildiğince saygı ve sevgi duyuyorlardı.

Tahir’in babasından kalan evde yaşıyorlardı.

Birkaç tane koyunları ve birkaç tane de inekleri vardı, geçimlerini bu hayvanlardan elde ettikleri ürünlerle sağlıyor, oldukça mütevazı bir hayat sürüyorlardı.

Nazlı iki aylık hamileydi, bu sebepten işlerin çoğunu Tahir yapıyor, Nazlı’yı yormamaya çalışıyordu. İkisi de çok mutluydu ve daha şimdiden doğacak çocuklarının hayalini kuruyor, çeşitli planlar yapıyorlardı.

Kış mevsimi iyice yaklaşmıştı, hazırlıkların bir an önce bitirilmesi gerekiyordu. Tahir’ de diğer köylülerle beraber ilçeye gitmiş, kendilerine yetecek kadar erzak ve kar düştüğünde çıkacağı avları düşünerek av malzemeleri almıştı.

133

Tahir, akşamları boş fişeklerini barut ve saçmayla dolduruyor, özenle doldurduğu fişekleri kütüklüğüne yerleştiriyordu. Babasından kalan çifteli tüfeğini de temizleyip

yağladıktan sonra duvara astı, av hazırlıkları tamamdı şimdi karın yağmasını beklemeliydi.

Köyün diğer erkekleri de benzer uğraşlar peşindeydiler, artık sohbetlerin ağırlık konusunu av oluşturuyordu, geçen seneki yapılan avlar göz önüne alınarak, bu sene izlenecek yollar ve taktikler istişare ediliyordu.

Geçen seneki yapılan avlar, az biraz masum abartılar katılarak anlatılıyor, sanki o gün yeniden yaşanıyor casına heyecan duyuluyordu. Köyün en iyi avcısı olan Tahir’i ise ayrı bir heyecan kaplamıştı, geçen seneki av döneminde askerdi ve bu seneki ava iyice bilenmişti.

Köylülerde onun yapacağı avları merak ediyordu, çünkü Tahir iyi bir avcıydı, çok uzaklardaki avları kolayca seçebiliyor, ağına düşen av kurtulamıyordu.

Tahir oldukça hırslı avlanıyor, avdayken adeta gözü dönüyor ve birçok hayvanı katlediyordu.

Köyün yaşlıları kendisini defalarca uyarmış, yaptığının çok yanlış olduğunu, kendisine yetecek kadar avlanmasını salık veriyorlardı, o da her seferinde söz veriyordu ama ava çıktığında her şeyi unutuyordu bir anda. Ama, bu seneki avlarda kendisine hâkim olacağına ve hırsa kapılmayacağına dair kendi kendine söz vermişti.

Biricik eşinin isteğiydi bu, aldığı bu kararı köylülerine de söylüyordu ama kimseyi inandıramıyordu. Tahir askerden dönerken avda giyerim düşüncesiyle, komutanlarının iznini de alarak parkasını, postalını ve palaskasını da beraberinde getirmişti.

Kış kendisini iyice göstermeye başlamıştı artık, o gece kar havası vardı gökyüzünde, göğü kaplayan bulutlar yıldızları saklamış, loş bir aydınlık sarmıştı etrafı. Derken beklenen gelmiş, inceden bir kar yağışı başlamıştı.

Gecenin ilerleyen saatlerinde hızlanan yağış lapa-lapa bir hal almış, yeryüzünü beyaz bir çarşaf gibi kaplamıştı. Köydeki bazı gençler ve çocuklar kendilerini dışarı atmış, neşe içinde bu güzelliğin tadını çıkarıyor, kartopu oynuyorlardı.

Sabah olduğunda kar yağışı artık durmuş, ortalığı inci gibi bir beyazlık kaplamıştı.

Köylülerde, kimi dışarı çıkmış kar kalınlığını ölçüyor, kimi evinin damındaki karları

temizliyor, kimi de evinin önüne yol açıyor ve bu güzel günün tadını çıkarıyorlardı. Bir süre sonra hafif bir rüzgârla birlikte, bulutlar tekrar toplanmaya başlamış ve güneşi saklamaya çalışıyordu. Bu yeniden kar yağışının başlayacağına dair bir işaretti.

Tahir, kapının önüne çıktı, gökyüzüne baktı, o da kar yağacağını tahmin ediyordu ama içini kemiren av tutkusunu yenemiyordu bir türlü.

134

Daha fazla dayanamadı, bir çırpıda evine girdi ve av elbiselerini giydi, kütüklüğü beline sardı ve duvarda asılı tüfeği aldı, postalını giyip sıkıca bağladı ve evinin önünde yeniden belirdi. Evin önündeki karları temizlemeye çalışan, Nazlı’ ya döndü ve:

- Ben ava gidiyorum, dedi.

Nazlı, titrek bir ses tonuyla:

- Bugün gitmesen olmaz mı? İçimde bir sıkıntı var, hem bak yeniden kar yağacağa benziyor. Başka zaman gidersin, dedi.

Tahir, Nazlı’nın yanına geldi, sağ elini onun omzuna koydu, gözlerini onun gözlerine dikti ve:

- Biliyorsun, geçen sene de askerde olduğum için gidemedim, uzun zamandır bu günün hayalini kuruyorum, anla beni, bana hak ver. Hem söz veriyorum fazla geç kalmam, dedi.

Nazlı, endişeli bakışlarını Tahir’den kaçırarak:

- Tamam git. Ama ne olursun çabuk dön, kendine de çok dikkat et emi! Dedi.

Tahir, kendisinden emin bir ses tonuyla:

- Merak etme sen, hem bu dağların benden sorulduğunu bilmez misin ki? Telaş edersin, dedi.

Arkasını döndü ve hızlı adımlarla köyün içine doğru yol aldı, Nazlı’nın buğulu bakışları eşliğinde. Köyün içinde bir duvar kenarında oturan yaşlıları gördü, Yanlarına yaklaştı ve selam verdi saygısını bozmadan:

- Ava gidiyorum ağalar, özlemimi gidereceğim, dedi.

Yaşlılar hep beraber bakışlarını gökyüzüne çevirdiler, yüzlerini kırıştırdılar ve:

- Evladım! Havanın hali nicedir? Görmez misin ki? Yüce ALLAH (cc), insana kullansın diye akıl vermiş, aklına eseni yapsın diye değil. Günler torbaya mı girdi? Kış uzun, daha çok gidersin, dedi, köyün en akil olan Hilmi amca.

Tahir, yine kendisinden emin bir tavır ve ses tonuyla:

- Tasalanma sen Hilmi amca, hem bu dağlar benden sorulur bilirsiniz. Zaten Nazlı’ ya da söz verdim, çok uzaklaşmadan ve geç kalmadan döneceğim, dedi.

135

Kararından dönmek niyetinde olmadığını gören muhtar, birden ayağa kalktı ve:

- Bre daha ne diye inat edersin? Biz senin iyiliğini, Nazlı kızımızın iyiliğini düşünüyoruz da böyle söylüyoruz, dedi.

Aslında Tahir, çok saygılı ve büyüklerinin sözünü dinleyen birisiydi ama, geçen senede ava gidemediği için av tutkusu mantığına galebe geliyor, inatla direnmeye çalışıyordu. Ortamı yumuşatmak için hafifçe gülümsedi:

kütüklüğünden iki tane fişek çıkardı ve tüfeğin namlularına özenle yerleştirdi. Tüfeğini omzuna astı ve yukarılara doğru tırmanmaya başladı.

İlk tepenin üzerindeki düzlüğe geldiğinde, tüfeği omzundan çıkarıp eline aldı. Kendisini olabildiğince özgür hissediyordu dağlarda. Arkasını döndü ve köyüne doğru baktı, evini görebiliyordu bu mesafeden. Bacasından ince bir edayla süzülen dumanı gördü evinin, tekrar yönünü dağlara çevirdi ve etrafını dikkatli gözlerle süzerek ilerlemeye başladı.

Tüfeğinin menziline düşecek avını arıyordu gözleri. Çok güzel avlak yerleri vardı ilerideki tepelerin ardında ama kendini frenlemeliydi, hem Nazlı’ ya, hem de köyün yaşlılarına söz vermişti. Bu düşünceler arasında ikinci tepeye gelmek üzereydi ki, bir tavşan ilişti keskin gözlerine.

Tavşan tüfeğinin menzili içindeydi, hemen doğrulttu tavşana doğru ve ateşledi.

Tüfekten çıkan saçmalar daha yerinden kıpırdayamadan, buluştu tavşanın vücuduyla, tüfeğin patlama sesi dağılmadan yere serilmişti tavşan, her şey çok ani gelişmişti. Hemen yerde boylu boyunca cansız yatan avının yanına koştu, arka ayaklarından tuttu ve göz hizasına kadar kaldırdı, gururlu bir ses tonuyla:

- Zavallı talihsiz tavşan, ömrün bu kadarmış ne yapalım? Dünyanın düzeni böyle, zaten senin en büyük talihsizliğin benim karşıma çıkmaktı, dedi.

Tahir, oldukça mutlu olmuştu uzun süredir çıktığı ilk avındaki, ilk atışında vurduğu avından

136

.

Tavşanı köye dönerken almak üzere bir kayanın dibine sakladı güzelce, başka hayvanların almaması için.

Tekrar yola koyuldu, henüz ikinci tepenin ortalarına gelmişti ki, bir tavşan daha gördü, tavşanda onu görmüş ve kaçmaya başlamıştı. Aceleyle tüfeğini doğrulttu ve:

Tekrar yola koyuldu, henüz ikinci tepenin ortalarına gelmişti ki, bir tavşan daha gördü, tavşanda onu görmüş ve kaçmaya başlamıştı. Aceleyle tüfeğini doğrulttu ve: