• Sonuç bulunamadı

Yazan Tayyar DAL ARALIK-2018 Kapak Tasarım & Grafik Mehmet DAL

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Yazan Tayyar DAL ARALIK-2018 Kapak Tasarım & Grafik Mehmet DAL"

Copied!
154
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

DO ĞRU

YA ŞAMAK

(2)

Yazan

Tayyar DAL

ARALIK-2018

Kapak Tasarım & Grafik

Mehmet DAL

(3)

Bu kitabımı başta varlığımın vesilesi sevgili anneme ve babama.

Yaşam savaşımda karşılaştığım her zorluğu aşma çabamı kamçılayan sevgili eşim ve çocuklarıma.

Şehitlik mertebesine ulaşma bahtiyarlığını yaşayan, bir dostun nasıl

olması gerektiğinin tüm özelliklerini bünyesinde barındıran sevgili dostum, bu dünyadaki en büyük kazancım ve aynı zamanda da en büyük kaybım,

merhum Jandarma Pilot Yarbay HİLMİ ÖZER’ e.

Tüm aile efradıma, akrabalarıma ve dostlarıma atfetmekten şeref duyarım.

(4)

Tayyar DAL;

1971 yılında Kahramanmaraş’ın, Elbistan ilçesinde doğdu.

İlk orta ve lise eğitimini Elbistan’da tamamladı. Anadolu Üniversitesi Halkla ilişkiler mezunudur.

Halen Sağlık Bakanlığı’na bağlı bir hastanede görev yapmaktadır.

Sağlık Bakanlığı onaylı ‘Direk Grafilerde Radyoloji Teknisyeninin El

Kitapçığı’ isimli sağlık meslek liselerinde yardımcı ders kitabı olarak

yayımlanmış bir eseri mevcuttur.

Evli ve iki çocuk babasıdır.

(5)

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ ………...1

Doğru Yaşamak ……….4

Kur’an-ı Kerim’i Anlamak ……….9

Ayakkabı Boyacısı ……… .13

Kardeşlik, Ayrı Bedenlerde Aynı Kalbin Atmasıdır ………18

Kimseyi Hor Görme ki, Muhtaç Olduğunda Hor Görülmeyesin …………. .23

Kıskanç, Aynada Asla Kendi Yüzünü Görmez ………. 26

Yüce ALLAH (cc) Tek Olmasaydı, Evreni Doğa Yönetseydi Yazın Ağaç Su İsterdi, Ekinler Güneş. Ağaç Suya Muhtaç, Ekinler Güneşe ………....29

Anız veya Orman Yakmak ……….32

Elektriği de Göremiyorsun ama Çarpıyor ………35

Ölüm Döşeğinde ………..37

Kılıcının İki Tarafı da Kesen Zat, Sen Bir de Kılıcın Köreldiği Zaman Gör, O Etrafındakileri ………..…..41

Dünya Ödülü mü? , Ahiret Ödülü mü? ………..43

Gök Nasıl Yarılır? , Denizler Nasıl Kaynar? ……….46

Anne ve Babanın Değeri ……….49

İslâmiyet’te Esas Olan Dayatmacılık Değil, Davettir ………..52

(6)

İnsan Hüsnüzan’dan Değil, Suizan’dan Sorumlu Tutulur ………...55

İnsan; Tabiatı Gereği, Kendisi Bizzat Yapsa Bile Kötülük ve Çirkinliklerden Nefret Eder ………57

Eşler Bir Birini Tamamlamalıdır ………59

Müslüman Maddi Durumuna Göre Davranmalıdır ………61

Gözümüzün Önündeki Mucize ‘Kur’an-ı Kerim’ ……….64

Bayağı Kişileri Üstün ve Faziletli Göstermek, Onların Şımarmasına ve Azgınlık Yapmasına Sebep Olur ………67

Nakit Paranın Piyasaya Olumlu; Kredili Satışın ve Aracılığın ise Olumsuz Etkileri ………...70

Dilsiz Şeytanlar Ülkesi ……….73

Çağın Vebası: AIDS (Acquired Immune Deficiency Syndrome – Edinilmiş Bağışıklık Eksikliği Sendromu) ……….75

Herkes Şeytan Değildir, ama Hiç Kimse de Melek Değildir ……….77

Savaştan Kaçan, Düşmana Hizmet Etmiş Demektir ………..79

Hata Yapmaktan Korkan, İşin Kolayına Kaçar ……….83

Seccadenin Değil, Senin Yöneldiğin Yön Önemlidir ………..86

Sorunlar Birbirine Küserek Değil, Tam Aksine Konuşarak Çözülür ……….88

Giysi Meselesi ………...90

O Eskidenmiş, Eskiden Bu Teknoloji mi Varmış? Veya Bu Devirde Böyle Olmalı Gibi Sözler Rezaleti Örtme Bahaneleridir …………..93

Bir Kimseden Dua İstemeden Önce Sen O’ na Dua Et ki, O’ da Senin Duana Dua ile Karşılık Versin………95

(7)

Bir Eğitim Kurumuna Giden Öğrenci; Gittiği Gibi Dönüp,

Bir Değişiklik Göstermemişse, Hiç Bir Eğitim Almamış Demektir ………...97

Bir Kimsenin Toplum İçindeki Yeri, Dışa Akseden Söz ve Davranışlarına Göre Belirlilik Kazanır ………..99

Müslüman Önce Kendi İçindeki Kötülüklerle Boğuşmalıdır ………...101

Bu Dünya’da Kalacakta, Âhirete Gidecekte İyiliktir ……….103

İçindeki Birkaç Uç Örnekle, Toplumun Hepsi Yargılanamaz ……….105

Suçu Önleme Müessesesi: ‘ZEKÂT’ ……….107

İyi Bir Müslüman İyiliğe, İyilikle Karşılık Verdiği Gibi, Kötülüğe de İyilikle Karşılık Verir ………..110

Bir İnsanın Dilediği Şeyi Yapmasının Ölçüsü, Onun Utanma Derecesidir ……….112

İnsan Yardımlaşması Doğum Anından İtibaren Başlar ……….116

Bedava İşçi, Bedava Hammadde ve Gelişmişlik ………...118

Başkasının Yıkımına Sevinme Sanatı ……….120

Hayır İşlerinin Gizli Yapılmasının Faziletindeki Sır ………122

Paran Kadar Değil, Kaynağın Kadar Harca ………124

Ağız Sağlığı ……….126

Maziye Set Çeken Doktor ……….128

Hırsın Bedeli ………132

Okuyalım Düşünelim ………..142

Kaynakça ……….147

(8)

Önsöz

Yüce ALLAH (cc)’ ın, Peygamber Efendimiz (sav)’ e gönderdiği ilk vahiydeki “Oku”

emrinin yerine getirilmediği her günü heba olmuş sayarım.

Ne yazık ki uzun yıllar boyunca bende bu emri yerine getirmeyerek, altın değerindeki günlerini heba edenler kervanının bir yolcusu olarak, düz olacak bir yolu engebelerle dolu, gündüzünde bile karanlık bir halde geçtim. Bu emrin zevkine vardığımda ise oldukça geç kaldığımın farkına varmam içimdeki yangını söndürmeye yetmedi.

Bir yuva kurup sorumluluğunu aldığım ailemin yükünü taşırken, zihnimin onlardan arta kalan az bir belleğine okuduklarımı sığdırmam mümkün olmaktan çok uzaklaşmıştı.

Zihnimin bulanıklığının yanında yaşımın ilerlemesine bağlı olan gözlerimin yavaş-yavaş bozulması, heba ettiğim günleri telafi etmeme büyük bir hızla engel oldu. Ama yine de binlerce sayfa okuma zevkini yaşadığım için Yüce ALLAH (cc)’ a ne kadar şükretsem azdır.

Yüce vahyin ilk emirlerinden olan yazmak ise, cesaretin ve gayretin zirvesini

oluşturmaktaydı. Başkalarının büyük zahmetlerle kağıda döktüğü düşünceleri okumak, o düşünceleri oluşturup bir araya getirmekten elbette kat-kat kolay bir işti.

Yazmayı istiyordum ama bir türlü cesaretimi toplayıp, gayretimi gösteremiyordum. Bir gün büyük oğlum Mehmet, “Baba sen bu kadar okuyorsun ama okuduklarını ve

okuduklarından yaptığın çıkarımları başkalarına aktarmadıktan sonra ne işe yarar ki”

dedi. Ben, “Ne yapayım insanlar beni dinleme sabrını göstermezler, hem ben de hitabet kabiliyeti yoktur, o kabiliyet Yüce ALLAH (cc)’ ın bazı kullarına bahşettiği bir özelliktir ama bana değil” dedim. Oğlumun, “Sen de yaz, o zaman” dediği anda bu cesaret ve gayret bende anlamını buldu ve hemen bilgisayarımın tuşlarıyla haşir neşir olmaya başladım.

Hepimiz bu dünyanın düzenini sağlayan rolleri üstlenmiş kullarız, hepimizin bir birimize ve tüm yaratılanlara karşı bir sorumluluğumuz vardır. Bazen bize çok normalmiş gibi gelen bir davranışımız, diğer insanların aşırı derecede rahatsız olmasına sebep olabilir. Özgürlük başkasının hayatını kısıtladığı veya onu rahatsız ettiği anda anlamını kaybeder.

Kendi yaşantımızın daha güzel olması uğruna, başka canlıların yaşantısını kâbusa çevirmeye hakkımız yoktur. Bu kitap, kendimiz ile beraber tüm canlıların hayat hakkına saygı gösterilmesi açısından, zerre kadar bir katkı sağlarsa, ne mutlu bize.

1

(9)

İşte ancak o zaman heba olan yılların diyeti bir nebze olsun ödenmiş olacaktır.

Benim hayat düsturum çevremizdeki her kişiden, hatta çocuklardan bile mutlaka alabileceğimiz bilgiler ve sözler olduğu üzeredir.

Bu kitabın içerisinde de ayet, hadis ve atasözlerinin yanı sıra. Benim görüşlerimle birlikte bazen bir doktordan, bazen bir yaşlı amcamız veya teyzemizden, bazen bir

gençten, bazen hiç okul yüzü görmemiş bir kişiden, bazen bir çocuktan, yani her sınıftaki insandan duyulan sözler, fikirler, anılar ve kitaplardan edinilen bilgilerden derlemeler yer almaktadır. Saygılarımla

2

(10)

‘ “Rabbimiz Allah'tır” deyip sonra da dosdoğru yaşayanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.’

(Ahkâf, 13)

3

(11)

Doğru Yaşamak

Üzerimize farz olan her ibadetin belirlenmiş bir vakti vardır.

Namaz günün belirli beş vaktinde, oruç ramazan ayında, hacca gitmek hicri takvime göre Şevval ve Zilkade ayları ile kurban bayramını da içinde barındıran Zilhicce ayının ilk on günüdür. Yine zekâtta da dinimize göre zenginlik göstergesi sayılan nisap miktarına ulaşan malın üzerinden bir yıl geçmesi şartı vardır.

Hac ve zekât ibadetinin üzerimize farz olabilmesi için belirli bir zenginliğe ulaşmamız gerekirken, orucun farz olabilmesi için kişinin sağlığının oruç tutmaya elverişli olması şartı bulunmaktadır.

Yine namaz da ancak vakti girdiğinde kişi üzerine farz olmaya başlar.

Bütün bunların yanı sıra doğruluk hayatın her anında, her türlü maddi durumda ve her türlü çevrede her kişi üzerine farzdır. (Farz-ı Ayn)

Yüce ALLAH (cc), bizden iş, aile ve toplum içindeki yaşantımızda, ister zengin olalım, ister fakir. İster sağlıklı olalım, ister hasta. Herhangi bir vakit sınırlaması olmaksızın dosdoğru olmamızı istemektedir.

Aşağıda ki ayet Peygamber Efendimiz (sav), nezdinde hepimize bu konudaki sorumluluğumuzu net bir şekilde belirtmektedir:

‘Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tövbe edenler de dosdoğru olsunlar. Hak ve adalet ölçülerini aşmayın. Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla görür.’ (Hûd, 112)

Öncelikle daha önce yaptığımız hatalara tövbe etmeli, bundan sonraki hayatımızda da ölünceye kadar doğruluktan asla taviz vermemeli, çocuklarımıza ve çevremizdekilere de bu yöndeki davranışlarımızla örnek olmalı, onları da doğruluğa teşvik etmeliyiz.

4

(12)

Sahabe-i Kiram’ın rivayetine göre Peygamber Efendimiz (sav), bazı surelerle birlikte Hûd suresini de zikrederek yukarıdaki ayetin de ağırlığından dolayı kendisinin kocamasına sebep olduğunu söylemiştir. Çünkü hayatın her alanında, her şeye karşı dosdoğru olmak ve çevresindekilere de bu konuda tam bir örnek olmak, onların yanlışlarını düzeltmek hiç de kolay değildir.

İmâm-ı A’zam Ebu Hanîfe Numân bin Sabit Hazretleri ticaretle meşgul olurlardı ve alışverişinde en üst düzeyde ihtimamlıydı. İki kısa hikâye bu ihtimamının ne derece üstün olduğunu göstermeye ve bizim de örnek olarak almamıza fazlasıyla yeterlidir.

‘İmâm-ı A’zam Hazretlerine bir kadın satın alması için bir elbise getirir. İmâm-ı A’zam, kadına elbisenin fiyatını sorar.

Kadın:

“ Yüz dirhemdir, yâ imâm!” der.

İmâm-ı A’zam hazretleri itiraz eder ve:

“Hayır, bu daha fazla eder” buyurur.

Kadın elbisenin fiyatını yüz dirhem arttırır, İmâm-ı A’zam yine kabul etmez. Kadın yüz dirhem daha arttırır, yine kabul edilmez ve yüz dirhem daha arttırarak fiyatı üç yüz dirheme çıkarır.

İmâm-ı A’zam yine itiraz eder ve:

“Hayır, bu elbise dört yüz dirhemden fazla eder” der.

Kadın:

“Yâ İmâm! Siz benimle alay mı ediyorsunuz?” demekten kendini alamaz.

Bunun üzerine imâm-ı A’zam Hazretleri, kadının sattığı elbisenin gerçek fiyatının belirlenmesi için işten anlayan birini getirtir ve gelen kişi elbisenin fiyatını beş yüz dirhem olarak belirler. İmâm-ı A’zam Hazretleri’ de elbiseyi bu fiyattan satın alır.’

‘ Yine, İmâm-ı A’zam Hazretleri bir defasında ortağı olan Hafs bin Abdurrahman’ı bir kumaşı satmaya gönderir ve o’na:

5

(13)

“Ey Hafs! Malda şu şu kusurlar var, onun için bu kusurları müşteriye söyle ve şu kadar daha ucuza sat” der.

Hafs bin Abdurrahman’da, kumaşı İmâm-ı A’zam Hazretlerinin söylediği fiyata satar, ancak kumaşın kusurlarını müşteriye söylemeyi unutur.

Bu durumu öğrenen İmâm-ı A’zam Hazretleri, Hafs bin Abdurrahman’a:

“Kumaşı alan müşteriyi tanıyor musun?” diye sorar.

Hafs bin Abdurrahman’ın tanımadığını belirtmesi üzerine, bu alışverişte şüphe gören İmâm-ı A’zam Hazretleri, bu kumaştan gelen tüm kazancı sadaka olarak dağıtır.’

(http://www.osmannuritopbas.com/ilim-ibadet-ve-ihlasta-en-buyuk-imam-imam-i-azam-

ebu-hanife-rahmetullahi-aleyh.html;İbn-i Hacer Heytemî, Hayrâtu’l-Hisân, s. 44) Bu hikâyelerden sonra malının fiyatını olduğundan fazla gösteren tüccar ile malın değerinden ne kadar az verebilirsem o kadar kâr ettiğini zanneden müşterileri. Bir

alışverişteki kıran kırana geçen pazarlıkları ve dönen oyunları düşününce, doğruluk adına ne derecede olduğumuz Sizce de! Açık seçik ortaya çıkmıyor mu?

Ecdadımız da bizlere ahlâklı, doğru ve dürüst yaşantısı ile göğsümüzü kabartacak bir miras bırakmıştır. Bize düşen de bu mirası en güzel biçimde yaşatarak, onların kazandığı itibarı devam ettirip, aynı onlar gibi tüm dünyaya örnek olmak ve adımızdan en iyi şekilde söz ettirmektir.

Ecdadımızla ilgili söylenenler ve yaşanan olaylar onlarla her zaman övüneceğimiz türden şeylerdendir.

Birkaç örneğe göz atalım:

‘Bir zamanda Hollanda Ticaret Odası’nda bir karar alınırken oylar eşit çıkar. Oda başkanı ‘İçinizde Türk’ler ile alış veriş yapan var mı?’ diye sorar ve üyelerden

birinden ‘Evet’ cevabı gelir. Türk’ler ile alış veriş yapmasından ötürü, bu alışverişin kendisine ayrı bir itibar kazandırdığı bu üyenin oyu iki sayılır ve o doğrultuda karar verilir.

Çünkü Türk’ler için ahlâk ve dürüstlük en önemli değerdir ve onlarla bir alışveriş yapmış olması bile o kişiye bu değerden pay almasına sebep olmuştur.’

‘Yabancı bir kumaş taciri Osmanlı ülkesine gelerek bir kumaş imalathanesinin kumaşlarını çok beğenir ve hepsini almak ister. Ancak kumaşların sahibi kumaş toplarından birini kenara ayırır ve satmak istemez.

6

(14)

Yabancı sebebini sorduğunda, o kumaşın özürlü olduğunu bu yüzden satamayacağını söyler.

Yabancı, olsun ben kabul ediyorum dediyse de satıcı, sen bunu satarken kusurunu söylemezsin bu kumaşın kusurunu ben biliyorum, kusurlu malımın satılmasını da istemem diyerek o kumaş topunu yabancıya

vermez.’(http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Menkibeler/Osmanli- Hikayeleri/Detay/OSMANLININ-TICARET-AHLAKI-VE-HOLLANDA/963)

Bu noktada aklıma ‘Bu mal sana yaramaz.’ Diyen satıcılar geldi, seni tanıdığı için kötü malı vermiyor ama aynı kötü malı hem de iyi fiyatına başka birisine gözünü bile

kırpmadan verebiliyor. Bu esnafa ne kadar güvenile bilir ki? Belki de sana verdiği başka bir mal için de, başka birisine sana söylediği sözleri söylemiştir. Doğruluk her zaman

yapıldığında anlamını bulur.

Elazığ’da yaşadığım dönemde evimin yakınındaki bakkaldan ıspanak almak

istemiştim, ıspanaklar dükkânın dış tarafındaydı ve üzerine yağmur düşüyordu. O bakkal ıspanak ıslandığı ve kiloda ağır geleceği için, üstelik beni de tanımadığı halde daha düşük bir fiyata satmıştı. Doğruluğundan ötürü o bakkala selam olsun.

‘Türk’ler arasında 18. Yüzyılın sonlarında çeyrek asır yaşayan, İsveç kralından “Kralın mahrem-i esrarı ve sır kâtibi” ünvanını alan d’Ohsson:

“Osmanlılar, Kur’an-ı Kerim’de ifade edilen doğruluk, ahlâk ve namus prensiplerine çok bağlıdırlar.

Aralarındaki bütün sosyal münasebet ve düzen, iyi niyet ve şefkate dayanır.

Başka ülkelerde olduğu gibi, aralarında yazılı antlaşma yapmaya lüzum görmezler.

İyi niyet ve söz, her şeyi halleder. Osmanlılar, verdikleri sözün esiridirler. Bu

tutumları, yalnız dindaşlarına karşı değildir. Hangi dinden olursa olsun, yabancılara karşı da böyle hareket ederler. Sözlerini tutma hususunda, onlara göre İslâm ya da İslâm olmamanın hiçbir farkı yoktur. Gayri meşru olan her kazancı, ahlâksızlık ve dine aykırı görürler. Gayri meşru edinilmiş servetin, bu dünyada da öteki dünyada da insanı bedbaht edeceğine samimi şekilde inanırlar.’

(http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Menkibeler/Osmanli-Hikayeleri/Detay/OSMANLININ-

TICARET-AHLAKI-VE-HOLLANDA/963) demiştir.

Osmanlı’nın son döneminde, İstanbul’da uzun yıllar kalmış olan batılı tarihçi M.A.

Ubicini’de:

7

(15)

‘Bir kaide olarak, Ermeni’yle, Rum’la ve Yahudi’yle pazarlık yapınız. Fakat bir Müslüman’la alış veriş ettiğiniz zaman istediği fiyattan emin olunuz ve istediğini veriniz’ (http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Menkibeler/Osmanli-

Hikayeleri/Detay/OSMANLININ-TICARET-AHLAKI-VE-HOLLANDA/963) diye yazmak suretiyle ecdadımızdaki üstün fazileti gözler önüne serer.

Doğru kişi herkes tarafından sevilir ve saygı görür. Sözlerine itibar edilir, arabuluculukları kabul görür.

Doğruluk insanları mutlu, ülkelerini de ihya eder.

8

(16)

Kur’an-ı Kerim’i Anlamak

Ne kadar lisan bilirseniz bilin, ne anlatmak istediğini anlamadan ve anlattığı şeyleri hayata geçirmeden, yaşantınıza hiç bir değer kazandırmaz.

Kur’an-ı Kerim’ de böyledir, ne demek istediğini anlamadan, sadece okuyup bir kenara bırakmakla Yüce ALLAH (cc)’ ın o’nu bize gönderme gayesine ulaşmamış oluruz ki, bu da gaflete ve şeytanın oyunlarına karşı oldukça savunmasız bir duruma düşmemize sebep olacaktır.

Konuyla ilgili İmam Hatip Hasan Aslan Bey’in güzel bir örneklemesini sizlerle paylaşmak istiyorum.

‘Varsayalım ki bir Arap şehrimize gelmiş ve bir şekilde bütün parasını kaybetmiş, ülkesine dönecek ama çaresiz bir durumda.

Dilimizi de bilmiyor, derdini anlatmaya çalışıyor ama nafile, onu anlayan yok etrafında. O sırada tevafuk eseri Arapça bilen birisi oradan geçiyor. Konuyu öğrenip söylediklerini bize tercüme ediyor.

Biz de müşkül durumdaki bu kişiye kendimiz de zor durumda olmamıza rağmen maddi destek sağlayıp memleketine gitmesini sağlıyoruz.

O da bizim düştüğümüz maddi zorluğu fark ediyor ve gitmeden önce adımızı, soyadımızı ve adresimizi alıyor.

Memleketine gittikten sonra bir mektup yazıp bize gönderiyor. Arapça okumayı biliyoruz, mektubu okuyoruz ama anlayamıyoruz, arada okuyup duvardaki çiviye asıyor, gelene gidene gösteriyoruz. Her gelen de bir okuyor ve anlamadan geri duvardaki yerine asıyor.

9

(17)

Aradan bir kaç yıl geçiyor ve evimize Arapça bilen bir misafir geliyor. Yazıyı görünce merak ediyor ve okuyor.

Mektupta, o günkü düştüğü müşkül durumdan kendisini kurtardığımız için bize teşekkür ediyor. Kendisine yardım ettiğimizden dolayı bizim de müşkülatımızı anladığını ve teşekkür mahiyetinde yüklü miktarda bir para gönderdiğini yazıyor.

Ama ülkesindeki sisteme göre gönderdiği parayı bir ay içinde almaz isek paranın kendisine geri döneceğini yazıyor.

Artık iş işten geçmiştir, para geri dönmüştür. Tekrar o kişiye ulaşma şansımız da kalmamıştır. Sadece Arapça okumayı bildiğimize sevindiğimizle kalmışızdır.’

Bu örneklemeden yola çıkarak, Yüce ALLAH (cc)’ın bize yol gösterici olarak gönderdiği kitabı anlamadan okuyup, içindeki öğütleri hayatımıza uygulamadığımız sürece bizi yanlış kişilerin yönlendirmelerine ve kendi çıkarları uğruna kullanmalarına kapıyı sonuna kadar açmış oluruz.

İbadette ortak dil olan Arapça’ dan vazgeçmemeliyiz, meallerin bir tercüme yorumu olduğunu aklımızdan çıkarmadan, hangi dilde anlayabiliyorsak o dilde Kur’an-ı Kerimi okuyup anlamalı ve emirlerini iş, işten geçmeden derhal hayatımızda uygulamalıyız.

Arapça’ sını da okumalıyız, onun sevabından mahrum kalmamalıyız. Hatta önce Arapça’

sını okuyup, ardından mealini okursak, daha çok faydalanmış oluruz. Yine meali de, çeşitli kaynaklardan okuyarak, daha çok fikir sahibinin anlatmak istediklerinden faydalanmalıyız.

İbadette ortak dil olan Arapçanın en çok faydasını da Çanakkale Savaşı’n da atalarımız yaşamıştır. Düşmanın, ‘İslamiyet elden gidiyor, onu kurtarmaya gidiyoruz’

propagandası ile Müslüman sömürgelerinden getirdiği askerler, bizim tarafta ezan okunduğunu işitip, karşılarındakilerin namaz kıldığını görünce, oyuna getirildiklerini anlamışlar ve bizimle savaşmaya karşı çıkmışlardır. Sonunda düşman bu Müslüman askerleri cephe gerisine almak zorunda kalmıştır.

Eğer orada ezan Arapça okunmamış olsaydı, düşman saflarındaki Müslüman askerler bizi İslamiyet düşmanı zannedecek ve dinini kurtarmak adına daha çetin bir şekilde savaşacaktı.

Müslüman Müslümanı kırıp geçirecek, belki de Yüce ALLAH (cc) korusun, kâfir galip gelecekti.

10

(18)

Aşağıda Kur’an-ı Kerim’i anlamaya dair, birçok yerde işaret buyrulan ayetlerden bir kaç örnek görülmektedir.

‘Andolsun ki biz onların, “Kur’an’ı ona bir insan öğretiyor” dediklerini biliyoruz.

İma ettikleri kimsenin dili yabancıdır. Bu Kur’an ise gayet açık bir Arapça’ dır.’ (Nahl, 103)

‘Şüphesiz bu Kur’an, âlemlerin Rabbi’ nin indirmesidir. Uyarıcılardan olasın diye onu güvenilir Ruh (Cebrail) senin kalbine apaçık Arapça bir dil ile indirmiştir.’

(Şu’arâ, 192-193-194-195)

‘İşte böylece biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik ve Allah’a karşı gelmekten sakınsınlar, yahut onlara bir uyarı versin diye onda tehditleri teker teker sıraladık.’

(Tâ-Hâ,113)

‘Biz onu, Allah’a karşı gelmekten sakınsınlar diye hiçbir eğriliği bulunmayan Arapça bir Kur’an olarak indirdik.’ (Zümer, 28)

‘Bu, bilen bir toplum için Arapça bir Kur’an olarak âyetleri genişçe açıklanmış bir kitaptır.’ (Fussilet, 3)

‘Bu (Kur’an), insanlar için bir açıklama, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için bir hidayet ve bir öğüttür.’ (Âl-i İmrân, 138)

‘(Ey Muhammed!) Biz Onu (Kur’an’ı) senin dilinle kolaylaştırdık ki, düşünüp öğüt alsınlar.’ (Duhân, 58)

Yukarıdaki ayetlerde de görüldüğü üzere Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim, o sıralarda en çok azan Arapların içerisindeki müşrikler olduğundan, onları uyarmak için Arapça

indirilmiştir.

Daha önceleri de Yüce ALLAH (cc),çok azan kavimlere çeşitli dillerde ama yine, anlasınlar ve öğüt alsınlar diye, kendi konuştukları dillerde kitaplar indirmiştir.

O zamanlarda da indirilen bu kitaplar başka kavimlere onların dillerini bilenler tarafından ulaştırılıyordu.

Kur’an-ı Kerim’de yine daha o zamanlarda, İran ve Bizans gibi ülkelere, onların dillerini bilen sahabe efendilerimiz tarafından veya tercümanlar aracılığıyla ulaştırılıyor ve tebliğ ediliyordu.

11

(19)

Daha sonraları da ulaşabildikleri her yere gitmiş ve tebliğde bulunmuşlardır, bu tebliğler muhatabı olan milletin dilinde yapılıyordu. Sonuçta her milletin aynı dili kullanması beklenemez Yüce ALLAH (cc), ayetlerini azan milletleri uyarmak, aynı zamanda da diğer milletleri azmamaları için öğüt vermek için indirmiştir.

Bu ayetlerden tüm insanlık sorumludur.

12

(20)

Ayakkabı Boyacısı

Bazen bir köşe başında, bazen bir kahvehanenin önünde, bazen Tren garında bazen otobüs terminalinde, bazen de bir parkta, yani hayatın içinde, içimizde görünürdü boyacı.

Onun bir lostrası yoktu içinde oturup, seçkin müşterilerini ağırlayacağı.

Onun lostrası her yerdi ve her müşteri seçkindi onun için.

Hava güzeldi erkenden çıktı işe o gün, işine giden diğer insanların ayakkabılarını boyamak için. Yürüyordu kaldırımda ağır adımlarla, kendisini çağıracak bir ses arıyordu kulakları, gözleri yerde, yürüyordu ağır adımlarla. Bir mağazanın camında gölgesini gördü, ne kadar da gariban görünüyordu, beyazlaşmış saçını, zayıflamış yüzünü ve yüzündeki siyah – beyaz karışımı kısa sakalını, eskimiş elbiselerini ve ayakkabılarını gördü birden.

Aslında gördüğü çile dolu bir hayat, bir beden idi. Bir an kendini beğenmedi, diğer insanların yanında hor gördü, irkildi birden, devletin parasını çalanları, rüşvetçileri, soyguncuları düşündü, kendine geldi. Camdaki görüntüsünü şimdi daha çok beğendi, elbisesi eskimişti ama içi doluydu eski elbisenin, içinde şerefli bir insan geziyordu. Hem yürüyor hem düşünüyordu, çok zenginleri, sosyete geçinen insanları. Hiçbir zaman kendileri olamayan, olmak isteseler bile izin verilmeyen, kendi benlik ve düşüncelerini yaşayamayan, her zaman göründükleri gibi değil de, görülmek istendikleri gibi görünmeye çalışan, kendi gözleriyle bakmak yerine başkalarının gözüyle bakıp, onların görmek

istedikleri gibi görüp ve yine onların görmek, istediklerini göstermek zorunda olduklarını düşündü. Yok, istemezdi böyle bir hayat, hiç değilse bu şekliyle kendisiydi, hiç kimse kendisini zorlayamazdı ve her şeye kendi istediği gibi bakabilir, kimsenin görmek istediğini göstermek zorunda kalmadan yaşayabilirdi, özgürdü.

Bir zamanlar yurtdışında çalışma imkânı bile doğmuştu kendisi için ama istememişti başka bir vatanı, kendisi için tek vatan burasıydı, bu vatanda özgürdü.

13

(21)

Kendisine Eşref Paşa’ nın emir eri Sudan’ lı Zenci Musa’ yı örnek almıştı bu konuda, onu düşündü bir an ‘ Ne büyük adam, ne büyük kahraman’ diye, geçirdi aklından. Hani ona İstanbul’ u işgal eden İngiliz kumandanı, Yemen’de gösterdiği kahramanlıktan dolayı kendisini İngiltere’ ye götürmek istemiş ‘ Bizimle çalışırsan seni altına boğarım’ demişti de, ne güzel cevap vermişti Zenci Musa:

‘Her teklif her insana yapılmaz, bu sözleriniz beni ancak rencide eder. Benim bir devletim var; Devlet-i Osman – i. Bir bayrağım var; Ay – yıldızlı bayrak. Bir

kumandanım var; Eşref Bey.

Bu iş daha bitmedi, sizinle mücadelemiz devam edecek’ demişti.

Ali Sait Paşa’ nın ‘Musa, bir dilekçe ver seni emekli yapalım’ sözüne , ‘Paşam, ben bu fakir milletten emekli maaşı alamam’ diye karşılık vermiş İstanbul hamallar kâhyası Ferit Bey’ in Karaköy gümrüğündeki kâhyalık teklifini ise ‘ Ben kâhyalık

yapmam, onu yaşlı bir Müslüman’a verin. Orada hamallık varsa yaparım’ sözleriyle geri çevirmişti. Şu zamanda kaç kişi böyle davranır acaba, diye düşündü boyacı. Kendisi de en az Sudan’ lı Zenci Musa kadar vatanını sevmeli ve tamahkâr olmalıydı.

Ellerinin derisi çatlamış, tırnakları boya içindeydi, içindeydi tam hayat mücadelesinin.

Bir köşe başı buldu, sol elindeki kürsüsünü koydu önce yere, sağ omzunda asılı duran boya sandığını da tam önüne, bir an boşa çıkmıştı ağırlıktan kurtulan sağ omzu, kuş gibi hafiflemişti birden. Oturdu, kafasını kaldırmıyordu yukarılara, gözleri hep boyasız

ayakkabılarda ‘Dost başa, düşman ayağa bakar’ sözünden uzak, kimseye düşmanlığı yoktu, işi ayaklardaki ayakkabılarlaydı.

Bağırmıyordu ‘ Boyacı’ diye başkaları gibi, insanları rahatsız etmek istemiyordu kendince, küçük düşmekten uzak. Nede olsa görüyorlardı kendisini, ihtiyacı olan gelirdi kendiliğinden, hem rızık verici yüce yaratan değimliydi, avaz-avaz bağırmaya ne gerek vardı ki, neyi değiştirirdi.

Ayakkabıların biri gidiyor, diğeri geliyordu gözlerinin önünden, bazen de sandığının üzerinde mola veriyordu kısacık. Kimsenin yüzünü hatırlamıyordu bakmadığından, ama her çeşit ayakkabıyı görüyordu yeni moda, modası geçmiş her ayakkabıdan haberi vardı onun, gelenler genelde yorgun, yıpranmış ayakkabılardı.

Herkes ona tepeden bakıyordu mecburen, ama o gocunmuyordu bu mecburiyetten.

Bildiği tek işbuydu, bu işi yapıyordu çocukluğundan beri. Babası imkânı elvermediği için okutamamıştı onu, aslında zeki bir çocuktu ama elden ne gelirdi, kaderi böyle yazılmıştı belli ki.

Kendisi ne yapıp edip kızını okutmaya kararlıydı, okutmalıydı, okutmalıydı ki ekonomik özgürlüğünü eline alıp ezilmemeliydi hayatın acımasız kollarında.

14

(22)

Bazı zamanlar dalıyordu oturduğu yerde, insanlar buğulu bir hayal gibi geçip gidiyordu önünden. Babalarının ya da annelerinin ellerinden tutmuş giden beş, altı yaşlarındaki erkek çocukları gördüğünde, kendi oğluyla kıyaslıyordu, ‘Yaşasaydı o da bunlar kadar olacaktı’ diye, hüzünleniyordu birden, gözleri doluyordu. İki yıl önce evlerinin önünde sarhoş bir sürücünün çarptığı oğlunun cansız bedeni şimşekleniyordu gözlerinde, sonra alabildiğince sinirleniyor, alabildiğince sıkıyordu dişlerini. Sürücüye lanet okuyordu, kenetlenmiş dişlerinin arasından boğuk ve içli bir sesle;

‘ Bu dünyanın öteki tarafı da var elbet, ahrette sorarım sana’ diyerek zorla ayırıyordu dişlerini birbirinden.

İlahi adalet iyi ki vardı kendine göre, olmasa herkes birbirini cezalandırsa dünyada düzen diye bir şey kalmazdı. Bir tesellisi de sürücün hapiste cezasını çekiyor olması ve günahsız oğlunun cennete gittiği düşüncesiydi, elbet bir gün karşılaşacaklardı.

Sonra boya sandığına konan bir ayakkabı dağıtıyordu düşüncelerini, hemen kendini toparlayıp işine koyuluyordu.

Bazı zamanlar da keskin boya ve cila kokuları içinde, çeşit -çeşit ayakkabıların

arasında boğuluyor, içindeki isyan duyguları kabarıyor, haykırmak istiyordu avazının çıktığı kadar,‘ Yeter artık’ diye. Ama olmazdı, olamazdı, içini bir ürperti sarıyordu aniden bu düzen böyleydi, bozulamazdı. Hayat mücadelesi denen şey bir dişliyse eğer, kendisi de bir dişiydi bu dişlinin, diğer dişlerin düzgün çalışması ve rahat dönmesi için kendi işini iyi yapmalıydı, bir anlık hırsı yüzünden düzeni bozma korkusu sardı içini, sonra rahatladı.

Yağmurlu günlerde işe geç ve isteksiz çıkıyordu iş olmayacağı için, yağmuru düşündü sonra, hayatın kaynağı, tüm canlıların can suyu olan yağmur, kendisi için adeta azaptı.

Yine de şükür ediyordu yaratanına, ya yağmur olmasa kendisi ve kendisiyle beraber diğer canlılar olabilir miydi acaba.

Vakit ilerlemiş öğlen olmuştu, acıktığını hissetti birden, diğer köşede duran simitçi takıldı gözüne, oraya gitti bir simit alıp geldi, oturdu kürsüsüne tekrar, bir ısırık aldı simidinden ‘Şimdi birde çay olsa şu mübareğin yanına, değme keyfime’ diye düşündü.

Çabuk vazgeçti düşüncesinden, eve dönerken kızının istediği kalemi almalıydı çünkü.

‘Say ki içtim’ dedi kendince.

Bir simit karnını doyurmuyor, açlığını bastırıyordu ancak. Ama o buna da razıydı, bunu bulamayanlarda vardı onun düşüncesinde.

İkindi ezanı okunmak üzereydi, sandığını önünde durduğu dükkân sahibine emanet etti, yakındaki camiye gitti, abdest aldı, namazını kıldı, küçüklüğünden beri kaçırmıyordu

namazlarını.

15

(23)

Tekrar geldi, dükkân sahibinden sandığını aldı, oturdu her zamanki oturuşunda, içi huzur doluydu her şeye rağmen.

Akşam yaklaşmıştı ‘Bu günlük bu kadar yeter’ dedi, kendi duyacağı kadar.

Üç – beş kuruş kazanmıştı, bu günlük yeterdi, evine ekmek, kızına kalem götürebilecek ve hatta az bir miktar da olsa tahtadan yapılmış, işlemeli küçük kutusuna atabileceği parası vardı cebinde.

Yavaşça doğruldu oturduğu yerden, beli tutulmuştu oturmaktan, sağa ve sola doğru yaptığı birer küçük bel hareketiyle rahatlamaya çalıştı, rahatladı da.

Boya sandığını toparladı, askısından tuttuğu gibi sağ omzuna yerleştirdi, çöktü bir an sağ tarafı.

Yorgun, aç ve zayıftı vücudu. Kendini toparladı dengeledi, sol eline de oturduğu kürsüsünü aldı. Önce bir bakkala uğradı yolunun üstündeki, iki ekmek aldı sıkıştırdı sağ koltuğunun altına, yolunun üstündeki bir kırtasiyeden de kızının istediği kalemi aldı, özenle yerleştirdi gömleğinin cebine, kim bilir ne kadar sevinecekti kızı, bir an o sevinci yaşadı, yaşattı içinde, kalemi okşadı eliyle hafifçe gülümsedi, yorgunluğunu unuttu o an için.

Geldiği gibi ağır, ağır tuttu evinin yolunu. Ağır adımlarla kayboldu loş karanlığın içinde yorgun ve küçük bedeni.

Evine geldiğinde kızı açtı kapıyı, henüz ilkokul üçüncü sınıfa gidiyordu.

Oldukça başarılıydı derslerinde, daha açar açmaz kapıyı parlamıştı gözleri babasını görünce , ‘Hoş geldin babacığım’ derken minik gözleri babasının gömlek cebine

takılmış, açıla bildiğince açılmıştı o minik gözler, bu kez daha bir parlamıştı loş karanlığın içinde.

Boyacı kalemi verirken kızına, bu mutluluk karşısında tüy gibi olmuştu yorgun bedeni.

İçeriden mis gibi çorba ve yemek kokusu geldi burnuna, her şeyi unuttu birden diğer hayatları da.

Kaç baba bu mutluluğu yaşayabiliyordu acaba, mutluydu kendince.

Elini, yüzünü yıkadı, oturdu kendini bekleyen yer sofrasının başına, bir yanında karısı, diğer yanında kızı, dünya o anda orada dönüyordu sanki.

Hep beraber dua ettiler Yüce ALLAH (cc)’ a, verdiği nimetler için. Kanepede oturup çayını yudumlarken ailesiyle sohbet ediyordu, tekrar düşündü, kaç baba böyle huzurluydu acaba.

Vakit epey ilerlemiş, gün bitmiş, bir gün daha gitmişti ömür çarkından.

Yorgun ve küçük beden daha yatağa girer girmez daldı, dalıp gitti huzurluca.

16

(24)

Rüyasında oğlunu görüyordu cennette gezinirken, kendisine bakıp gülüyordu, üzerinde o günkü elbiseleri vardı, çok güzel, çok parlaktı. Hep gülüyordu, daldığı yerde gülümsedi boyacı, farkında bile değilken.

Yarın belki bir köşe başında, belki bir kahvehanenin önünde, belki bir Tren garında, belki bir otobüs terminalinde, belki bir parkta ve belki de kendi ayağımızda, boyanacak ayakkabılar bekliyordu onu.

17

(25)

Kardeşlik, Ayrı Bedenlerde Aynı Kalbin Atmasıdır

Her ne kadar kardeşlik kelimesi aynı batından doğan (karındaş) kişileri tanımlasa da, aynı batından doğmayan ama yüreği aynı idealler için çarpan kişiler de birbirlerini kardeş olarak kabul edebilirler.

Nasıl ki süt kardeşliği ve kan kardeşliği gibi, aynı batından doğmayan ama ortak bazı değerleri paylaşan kişiler arasında aynı batından doğmuş gibi bir kardeşlik bağı

oluşuyorsa, aynı idealler uğruna çarpışan insanlar da, kardeşlik duygusuyla birbirlerine bağlıdırlar. Kardeşlik bağı oluşturmak uzun, meşakkatli ve hesapsız bir yolculuktur.

Uzundur çünkü ömrün sonuna kadar sürer, taraflardan birisi hayatını kaybetse bile diğeri onun acısını kendi hayatı sona erinceye kadar yoğun şekilde hisseder. Meşakkatlidir çünkü senin sıkıntılarının yanında onun da dertleriyle dertlenmek zorundasındır, tabi bunun birde iyi yönü var o da kardeşinin sevinçleriyle sende mutlu olacağın için iki katı güzel duygular yaşanması anlamına gelir. Hesapsızdır çünkü çıkar ilişkisi olan bir bağ pamuk ipliğine benzer, çok çabuk kopar.

Eğer birisiyle kardeşlik bağı kurmak istiyorsak bu durumları göze almalı, karşımızdaki kişiyi hayal kırıklığına uğratmamalıyız.

Din kardeşliği, bu duygunun en yoğun yaşandığı birliktelik çeşididir.

İslamiyet, ‘Müslüman Müslüman’ın kardeşidir’ şiarı doğrultusunda, bir Müslüman’ın diğer bir Müslüman’ı kardeşi gibi görmesini, onun ihtiyaçlarını ve haklarını tam anlamıyla gözetmesini salık vermiştir.

İnsan, kendisini anlayacak, dertlerine ortak olacak, başı sıkıştığında yardımına koşacak, hastalandığında kendisini ziyaret edecek, sırrını koruyacak, emanetine sahip çıkacak ve hasbihâl edeceği bir dost ister.

Sevinçlerde, hüzünlerde insanlar içindir.

Sevinçler dostlarla paylaşıldıkça çoğalır, üzüntüler de dostlarla paylaşıldıkça azalır.

18

(26)

Güvenebileceği dostlarının varlığını hisseden bir insan, hayatta hiçbir şeyden

korkmaz, kuşku duymaz, bir seyahate çıktığında gözü arkada kalmaz, hayattan zevk alır ve etrafına da güven verir.

Kalbinde birbirine sevgi ve iyilik duyguları besleyen insanlar topluluğunda huzur hâkim olur. Kıskançlık, kin, sevgisizlik ve çıkarcılık gibi şeytani hasletler o kalbe sızabilecek en ufak bir boşluk bulamaz.

Bir toplum birbirine kardeşlik duygusu beslemiyorsa, o toplumda huzurdan ve güvenden söz etmek mümkün değildir. Böyle bir toplumda hırsızlık, cinayet, kavga, saygısızlık, kul hakkı yeme, adam kayırmacılık, adaletsizlik, ruh ve sinir hastalıkları, zina, uyuşturucu ve daha aklınıza gelebilecek her türlü insanlık dışı davranışların meydana getirdiği, hızlı bir şekilde toplumsal çöküş baş gösterir.

İngiliz ajanı Hempher itiraflarında, İngiliz sömürge bakanının1700’ lü yıllarda kendisini İslam ülkelerine gönderirken, ona iki önemli vazife verdiğini:

1- Müslümanların zayıf noktaları ile onların vücutlarına girip, mafsallarını ayırmamızı sağlayacak noktaları tespit etmesini. Zaten düşmanı yenmenin yolunun da bu olduğunu.

2- Bu noktaları tespit edip, dediğimi yaptığın zaman (Yani Müslümanların arasını açıp, onları birbirine düşürdüğün zaman) en başarılı ajan olacak ve nazırlık madalyasını kazanmış olacaksın. (İNGİLİZ AJANIN İTİRAFLARI, HAKİKAT KİTAPEVİ YAYINLARI-TEMMUZ- 2017)

Dediğini söylüyordu.

Görüldüğü gibi, Müslümanların arasını açmak ve onları birbirine düşürmek en başarılı ajan olarak madalya almanın yolunu açmaktadır.

Bu işe bu kadar önem vermektedir İngilizler ve bu düşünceleri o yıllarla sınırlı olmayıp günümüzde de, daha ileriye dönük olarak ta canlılığını korumaktadır.

İnsan vücudundaki eklemler birbirinden ayrıldığında nasıl ki vücut dağılır, ayakta duramaz ve bütün işlevini kaybederse, başkalarının istediği gibi hâkimiyeti altına

alabileceği, istediği uzvu kendi istediği yere yerleştirme gücüne erişebileceği bir hal alırsa, bir toplumda kardeşlik bağları koparsa. Bir daha bir araya gelemeyecek şekilde ayrılıklara düşer, üzerlerinde kirli emelleri bulunan başka milletlere, kolaylıkla emellerini

gerçekleştirebilecekleri fırsatı, altın tepside sunmuş olurlar.

19

(27)

Avrupalılar kendi dindaşları arasında birliği sağlamak için ne fedakârlık gerekiyorsa yaparken, iş Müslümanların kardeşliğine gelince aralarına nifak sokmak için elinden gelen her şeyi yapmış ve halen yapmaktadırlar.

Kendileri diğer ülkeler arasında istedikleri gibi gidip gelebilmekte, bir tek dindaşı dahi başka dinlerden olan birisinden zarar görse hep birlikte tepki gösterip, dindaşlarına güven aşılamaktadırlar.

Biz, şu gün olmuş halen dindaşımız olan ülkelere rahatça gidemiyor, din kardeşlerimizle tanışıp, dertleşemiyoruz.

Müslüman ülkelerin başlarına terör gibi türlü belalar sararak ve diğer Müslümanların seyahatlerini engelleyerek, onlara ne oyunlar oynadıklarını, ne işkenceler çektirdiklerini görmelerini engellemek, oyunlarını bozacak görüş alışverişinde bulunmalarına mani olmak için ellerinden gelen her oyunu sahnelemektedirler.

Avrupa ülkeleri arasındaki sınırlar bir kaldırım taşıyla belirlenirken, bizimle komşu Müslüman ülkeler arasına mayın döşettiler, çifte dikenli teller gererek akrabaları ve din kardeşlerini birbirinden ayırdılar.

Onların toprağından çıkan petrolleri kendi rafinelerine aktarırken, birbirimize destek olup oyunlarını bozmamızı engellediler.

Parayla ve makamla satın aldıkları bazı kabileleri kışkırtıp bize düşman olmalarını sağlayıp, tüm Arap’ları bize kötü gösterdiler.

Bir doktor arkadaşım bana başından geçen bir olayı anlattığında oyunun büyüklüğü karşısında hayretler içinde kalmıştım;

‘Türkiye’de 1999 yılında yaşanan düzce depreminde UNICEF isimli Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu desteğiyle kurulan seyyar hastanede kapalı bulunan bir odada ne olduğunu merak eder.

Hıristiyan ve yabancı uyruklu koordinatöre zorla odayı açtırdığında üzeri Arapça yazılı son teknolojiyle üretilmiş pansuman malzemelerinin ve ilaçlarının olduğunu görür. Bunları neden vermiyorsunuz dediğinde ise önce bunlar bitecek diye kendi getirdikleri ilaçları gösterir.’

Yani, aslında çok fazla yardım var ama bize gösterilmiyor. Bir yandan da içimizdeki satın aldıkları çığırtkanlarla, Arap’lar bize yardım etmiyor yalanıyla, toplumu manipüle ediyorlar.

20

(28)

Onların dedelerinin Çanakkale’de, Kafkaslarda, Kanal ve ırak cephesinde, bizim dedelerimizle omuz omuza savaştığını, Osmanlı’nın sınırlarını korumak için canlarını seve- seve verdiğini unutturmaya çalışıyorlar.

İşte bu yüzden çocuklarımızı ve gençlerimizi şehitliklere götürmeli, şehit listelerini ders kitaplarına sokarak çeşitli Müslüman ırkların bir arada aynı cephede nasıl savaştığını anlatmalıyız.

Biz birbirimize düştükçe onlar içkilerini yudumlayıp, Müslümanların birbirini

öldürmelerinden ve her ölen Müslüman’la birlikte Dünya’dan bir Müslüman’ın eksilmiş olmasının keyfini sürmektedirler.

Müslüman ülkeler bir an evvel bir araya gelmeli, aralarında serbest dolaşım

antlaşmaları yapmalı, çeşitli kültürel etkinlikleri diğer ülkelerde de sergilemeli ve bir tek Müslüman kardeşini bile sömürgecilerin merhametine muhtaç etmemelidir.

Din kardeşlerimizin çektiği sıkıntıları, sömürgecilerin oyunlarından çok, bizlerin ilgisizliği yüzünden yaşadıklarını aklımızdan çıkarmamamız gerekmektedir.

Onların amacı bizlerin birbirimizle olan ilgimizi kesmemizdir, onlar oyunlarını oynayacak biz bozacağız. Aç bıraktıklarını doyuracağız, acılarını dünyaya kendi acımız gibi

haykıracağız, zulümlerine karşı çıkacağız ve sıkıntılardan kurtulmaları için beraber çözüm arayacağız.

Birbirlerinin gelişmesine destek olmalı, paralarını kendini sömürenlere boca etmelerine mani olmalıyız.

Bir pastanenin ürün çantasında şöyle bir yazı gözüme ilişti:

‘Beni ağlatan şey, seni güldürüyorsa, asla kardeş olamayız.’

Öteden beri söylenegelen güzel bir hikâye, kardeşliğin nasıl olması gerektiğine dair çok anlamlı ve üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken bir olayı anlatmaktadır:

‘Bir zamanlar iki kardeş, bir tarlayı ortak olarak ekerler, çıkan ürünü eşit şekilde paylaşırlarmış. Büyük olanı evli ve çocukları da varmış, küçük olanı ise henüz bekârmış. Küçük olanı:

“Ağabeyimin eşi ve çocukları var, masrafları benden daha çok olur, ben bir

başımayım bu kadar buğday bana fazla diye düşünmüş.” Kendi payından bir kısmını ağabeyine vermek niyetindeymiş ancak bu düşüncesini ağabeyine söylediğinde karşı çıkacağını bildiği için, geceleri gizlice kendi payından birer çuval götürüp ağabeyinin buğdayına karıştırırmış.

21

(29)

Bu arada ağabeyi de:

“Benim bir yuvam, eşim ve çocuklarım var, şükür gelirim de var. Ama kardeşim daha evlenecek yuva kuracak onun daha çok paraya ihtiyacı var”

düşüncesindeymiş.

Bunu kardeşine söylediğinde karşı çıkacağını düşündüğünden her gece gizlice kendi payından bir çuval buğdayı kardeşinin payına karıştırırmış.

Her gün kendi paylarından bir çuval götürüp ötekine karıştırdıkları halde mallarının neden hiç eksilmediğini ise, bir gece sırtlarında buğday çuvallarıyla birlikte birbirlerinin ambarına giderken karşılaştıklarında anlamışlar.’

Atalarımız ne güzel söylemişler ‘Bir elin nesi var, iki elin sesi var’ diye, bir elin ses çıkarabilmesi için diğer ele nasıl ihtiyacı varsa, kendimizin ve gelecek nesillerimizin ayakta kalabilmesi için kardeşliğe, kilometrelerce uzakta da olsa, aynı değerler uğrunda çırpınan eş ritimli kalplere ihtiyacımız vardır.

22

(30)

Kimseyi Hor Görme ki, Muhtaç Olduğunda Hor Görülmeyesin

Yüce ALLAH (cc) bu dünyada hiçbir canlıyı başka bir yaratılana muhtaç olmayacak güçte yaratmamıştır. En küçük mahlûkattan, en büyüğüne kadar hepsi birbirine, bir şekilde muhtaçtır. Birinin yokluğu diğerini günün birinde, mutlaka zor duruma düşürecektir.

İnsanlar arasındaki ilişkilerde bu muhtaçlık durumu çok daha fazla karşımıza

çıkmaktadır. Hayatın işleyişine baktığımızda bu ilahi denge ve düzeni açıkça görebiliriz.

Bir kişi, başka bir kişiyi kendisinden aşağıda gördüğü anda o kişiye bir gün muhtaç olma mekanizması çalışmaya başlamış demektir, günün birinde sonucunu ağır bir şekilde bedel ödeyerek mutlaka görecektir.

Kibir ve kıskanç kişinin gözü hep başkalarının yaşamında olduğundan, kendi sahip olduklarıyla asla tatmin olmaz ve hep bunu düşünerek boş yere kafasını meşgul eder günün birinde de çeşitli hastalıklara yakalanıp rezil ve zelil bir hayat sürmeye mahkûm olur.

Aldığımız her nefes bir öncekinin sonu demek olan şu kısa yaşamımızda, kimseyi hor görmeden, kıskanmadan mütevazı ve mutlu bir hayat sürebiliriz.

Bir kimse, okuyup güzel bir mevki elde edebilir, ancak o mevkide diğer insanların da bir hakkı olduğunu düşünmeli, kendisinin okumasına vesile olan okulların, okula gitmekte kullandığı toplu taşıma araçlarının, okulda kullandığı araç gereçlerin ve devletin kendisine sağladığı öğrenim kredilerinin, toplumun tümünün vergileri ile sağlandığını unutmamalıdır.

Kendisi de okuması için sağlanan bütün bu olanakların karşılığını vermeli, bilgisini ve makamını o insanların hayrına işler yapmaya kullanmalı, kimseye tepeden bakmamalı ve hor görmemelidir.

23

(31)

Hor gördüğümüz birisinin, bir gün düştüğümüz çukurdan çıkmak için, elini tutacağımız kişi olabileceğini aklımızdan çıkarmamalıyız.

Biz çukurdayken bizden aşağı gördüğümüz kişinin uzattığı eli, bizden aşağı tabakada diye tutmama gibi bir ahmaklık mı yaparız? Yoksa o çukurdan bir an önce kurtulmak için elin mahiyeti o anda tüm önemini yitirir mi?

İnsanların gerçek değerini bilmek için illaki çukura düşmeyi beklememeliyiz.

İmam Gazali:

‘İnsanlar onlara ne söylediğinizi unutabilirler. İnsanlar onlara ne yaptığınızı da unutabilirler. Ama insanlar, onlara kendilerini nasıl hissettirdiğinizi asla unutmazlar’

söylemiyle olayı çok güzel özetlemiştir.

Yakınlarımıza yapılan bir hareketi, kendimiz nasıl hissedeceksek, başka insanlara da öyle davranmalıyız.

Bir umutla kapımıza gelen insanlara iyi davranmalı, zaten karşılığını devletten maaş olarak aldığımız ve yapmak zorunda olduğumuz görevimizi, insanları kırmadan yapmalı, onları iyi bir şekilde karşılamalı, mutlu olmalarını sağlayarak göndermeliyiz.

Peygamber Efendimiz (sav), bir hadisi şeriflerinde bu konuda şöyle buyuruyor:

‘Allah Teâlâ bana: ‘Birbirinize karşı öylesine alçakgönüllü olun ki, hiç kimse diğerine karşı haddi aşıp zulmetmesin. Yine hiç kimse, bir başkasına karşı

böbürlenip üstünlük taslamasın’ diye vahiy etti.’ (Müslim, Cennet-64; Ebu Dâvud, Edep-40)

Bizimde bir kuruma işimiz düştüğünde, görevlilere yardımcı olmalı, karşımızdaki görevliyi sadece bizim işimizi yapan biri olarak görmemeli, diğer insanların da işlerinin görülmesi için görevlileri gereksiz yere meşgul etmemeliyiz.

Hor görme ve görülme insan yaratılışından itibaren süregelen büyük bir sorundur. Hatta bazı ülkelerde insanlar arasındaki sınıf ayrımı resmiyet kazanacak kadar seviyesiz

durumlara ulaşmıştır. Hindistan’da 1975’te kaldırılan kast sistemi ve çeşitli ülkelerdeki,

‘Lord’ lar kamarası’, ‘Avam kamarası’, ‘Baronlar’, ‘Soylular sınıfı’, ‘Burjuva’, ‘Patron-işçi sınıfları’ gibi.

Kendisini üst sınıf sayan, aşağı sınıf saydığı kişiye kendisinin var olması için çalışan alt tabaka olarak bakmış, kendisini aşağı sınıf sayan da üst sınıf sayılana gıpta ile bakmış ve o sınıflara gelme hayaliyle yaşamışlardır. İşin sonunda insanlar fıtratı gereği eşit

yaratılmalarının bu denli aşağılanmasına dayanamamış ve çok kanlı ihtilâller

24

(32)

başlatmışlardır. O devirler, resmi olarak kaldırılmış görünse de, uygulamada halen geçerliliğini korumaktadır.

Yüce ALLAH (cc), Kur’an-ı Kerim’de sınıf ayrımıyla ilgili şöyle buyurmaktadır:

‘Onlara, “İnsanların inandıkları gibi siz de inanın” denildiğinde ise, “Biz de akılsızlar gibi iman mı edelim?” derler. İyi bilin ki, asıl akılsızlar kendileridir, fakat bilmezler.’ (Bakara,13)

Hor görmeyle ilgili birçok şarkılar söylenmiş ve müzik yardımıyla da bu büyük toplumsal sorun defalarca işlenmiştir. Ünlü ses sanatçılarımızdan Orhan GENCEBAY’ ın

seslendirdiği bir şarkı sözünü burada paylaşmak istiyorum:

‘Madem yaşamaya geldik dünyaya, Benimde her şeyde bir hakkım vardır,

Sevmiyorsan hor görme bari, Benimde senin gibi ALLAH’ ım vardır.’

Şarkı sözünde de güzel bir biçimde işlendiği gibi, Yüce ALLAH (cc), bu dünyayı belli bir sınıf insanın kullanması için yaratmamıştır. Her insanın bu dünya nimetlerinden eşit yararlanma hakkı vardır.

İslam dini, insanlar arasındaki bu sınıf ayrımlarını şiddetle yasaklamıştır. Irk ayrımını reddetmiş, birçok günahın kefaretini köle azat etmekle ödemeyi emretmiştir. Yüce

ALLAH(cc), yarattığı kul ile arasına kimseyi aracı yapmamış, kulunun kendisine direkt olarak müracaat etmesini, tövbe ederse tövbesini, dua ederse duasını kabul edeceğini yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde belirtmiştir.

Yüce ALLAH (cc), bile bu kadar mütevazılık gösterirken, eşit olarak yaratılan insanların birbirine üstünlük kurma çalışmaları Yüce ALLAH (cc) katında, tamamen boş bir uğraştır.

Bu dünyada hepimizin yaşamını sürdüreceği kadar kaynak vardır, kendi payımıza düşenle yetinmeli diğerinin hakkına saygı duymalıyız.

Böylece hem kendimizin hem de tüm yaratılanların huzurlu bir hayat sürmesi için yekdiğerinin merhametine kendimizi teslim etmeden, iyilik yapmanın zevkini tadarak yaşamalıyız.

25

(33)

Kıskanç, Aynada Asla Kendi Yüzünü Görmez

Kıskançlık, meleği şeytana çeviren ‘Ahlak-ı Zemime (Kötü huy)’ dir. Bu duruma Hz.

Âdem (as)’in yaratılışı üzerine şeytanın tavrı en iyi örnektir. O da Hz. Âdem (as)’i kıskanmış, üst derecede bir melek iken şeytan oluvermiştir.

Yüce ALLAH (cc), hiç kimseyi diğerinden üstün yaratmamıştır, zahirde üstün gibi görünse de onun katında belki de en üstün kimse toplumdaki en zayıf görünen kişidir.

Bir kişinin çok parası olabilir, yatları, katları ve geniş arazileri olabilir, görünüşte mutlu görünebilir ama gerçekten mutlumu dur?

Belki de sen ondan daha mutlusundur. Onun çok parası, malı-mülkü vardır, o parayı hırsızlardan korumak, çocuklarını ve yakınlarını hırsızlardan ve fidyecilerden korumak için sürekli tetikte, sürekli uyanık olmak zorundadır. Ne yalnız başına kafasını dinleyeceği bir yere gidebilir, ne de çarşıda pazarda özgürce dolaşabilir. İşlerin aksamaması için, ne sevinme, ne de üzülme hakkı yoktur. O hep iş düşünmek zorundadır. Sadece kendisi değil ailesi de aynı durumdadır. Hedefler hep çok yüksek olduğu için en küçük bir olumsuzluk onun için yıkımdır.

Ne dersin, belki de sen ondan daha huzurlusundur!

Bir insan çok güzel veya çok yakışıklı olabilir. Endamı yerinde olabilir. Ünlü bir şahsiyet olabilir. Birçok hayranı olabilir. Her gittiği yerde bütün gözler onun üzerinde olabilir. Gittiği yerlerde hayranları hemen etrafını sarabilir.

Ama gerçekten göründüğü ve ya görünmek zorunda olduğu gibi, mutlumu dur acaba?

Yanındaki insanların hangisinin şöhreti için değil de onu gerçekten sevdiği için yanında olduğunu, başına bir iş geldiğinde güvenebileceği bir insan olup olmadığını bilmeden, yapmacık ilişkiler denizinde boğularak hayattan ne kadar zevk alıyordur acaba?

26

(34)

Toplum içinde her zaman iyi görünmek zorunda olduğundan, sırf sen onu iyi göresin diye her gün ne kadar zahmet çekip, kim bilir ne kadar para harcıyordur acaba?

Bir gün bu zahmetleri çekmese, doğal haliyle insanların içine çıksa ne kadar kabul görebilir acaba? Kendisine yapılan insafsızca eleştirilere hangi psikoloji haliyle karşı koyabilir acaba?

O güzelliği ve şöhreti yavaş-yavaş elinden gittikçe, yanındaki insanlarda aynı

yavaşlıkta kalabilecek mi, yoksa olabildiğince hızlı bir şekilde mi terk edecekler kendisini acaba?

Ne dersin, belki de sen ondan daha huzurlusundur!

İşte kıskanç karşısındakini hiç bu halleriyle düşünmez, parasını, yapmacıkta olsa mutlu görünen yüzünü, güzelliğini, yakışıklılığını, şanını ve şöhretini görür. Kendisindeki güzel yaratılmış taraflarını, küçükte olsa başını koruyan evini, çok sade de olsa özgür yaşamını, az da olsa kendisini gerçekten seven, güvenebileceği insanların yanında olduğunu, lüks olmasa da başka birçok insanın hayali olabilecek kendisinde bulunan olanakları düşünmez.

Aslında biliyordur ama görmezden geliyordur, nefsi onu sürekli rahatsız ediyordur, hep daha çok istiyordur. Bu halet-i ruhiye’ sinin onu yavaş -yavaş uçuruma götürdüğünü, insanlığını kaybettirdiğini, sağlığını bozduğunu ve yüzündeki Yüce ALLAH (cc)’ın doğuştan ona verdiği nurunu sildiğini anladığında ve yaşı ilerlediğinde hayatını ne kadar lüzumsuz işlerle, ulaşamayacağı şeylerin boş hayalleriyle ve hep her alanda kaybederek zindana çevirdiğini anlayacaktır.

Daha lüks araba isterken araba sürecek sağlığı olmayan ve engelli olanları. Daha kaliteli ayakkabı isterken ayağımızdakini bile giyecek ayağı olmayanları. Daha lüks bir evimiz olmasını isterken sokakta kalanları. Dünyayı gezmeyi hayâl ederken yatağa bağlı olanları. Daha güzel bir vücut isterken sahip olduğumuz sağlığımızı ve lâkin her zaman olanakları bizden daha az olanı, sağlığımız yerindeyken nice hastalıklarla boğuşanları düşünmeliyiz.

Başkalarında olanların hasretini çekerek mutsuz bir hayat süreceğimize, elimizdekilerle yetinmeli, elimizdekilerin özlemini çekenleri düşünmeli ve hayatımızı mutlu bir şekilde sürdürmeye çalışmalıyız.

Yüce ALLAH (cc), Kur’an-ı Kerim’de bu konuyla ilgili bizleri şöyle uyarmıştır;

‘Allah’ın, kiminizi kiminize üstün kılmaya vesile yaptığı şeyleri (haset ederek) arzu edip durmayın. Erkeklere kazandıklarından bir pay vardır. Kadınlara da

kazandıklarından bir pay vardır. Allah’tan, O’nun lütfunu isteyin. Şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.’ (Nisa, 32)

27

(35)

Peygamber efendimiz (sav)’de, bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurmuştur;

‘Sizden biriniz mal veya yaradılış yönünden kendisinden üstün birini görürse hemen ardından kendinden aşağı durumda bulunan kimselere baksın’ (Buhari, Rikak- 36)

Mutluluğun anahtarı, her aynaya bakışımızda, önce kendi güzelliğimizi görmektedir.

28

(36)

Yüce ALLAH (cc) Tek Olmasaydı, Evreni Doğa Yönetseydi Yazın Ağaç Su İsterdi, Ekinler Güneş.

Ağaç Suya Muhtaç, Ekinler Güneşe

‘De ki: “O, Allah’tır, bir tektir.” Allah Samed’dir. (Her şey O’na muhtaçtır; O, hiçbir şeye muhtaç değildir.) O’ndan çocuk olmamıştır (Kimsenin babası değildir). Kendisi de doğmamıştır (kimsenin çocuğu değildir). Hiçbir şey O’na denk ve benzer

değildir.’ (İhlas, 1-4)

Kimileri Yüce ALLAH (cc)’ ın varlığını reddetmekte, kimileri de doğa kendi kendini yönetir, her şey kendiliğinden ortaya çıkar gibi düşüncelerle, hiç gereği yokken bütün dinlere karşı alternatif bir inanç sistemi kurgulamaya çalışmaktadırlar.

Mesnetsiz düşüncelerinin, tutarsız görüşlerinin ve kendilerinin bile inanmakta zorlandığı sözde delillerinin hiçbir münazarada kabul görmemesine rağmen, şuursuzca bu

teranelerinin doğruluğunu savunmaya devam etmektedirler.

Evrimcilerin ara form fosilleri gösterememeleri ve en basit bir aletin bile bir mucidinin olması ateistlerin tanrı yoktur görüşlerini, direkt olarak çürütmektedir. Akil bir insanın bu gibi görüşlere meyletmemesi gerekir.

Her şey açık seçik ortadayken ve her şey Yüce ALLAH (cc)’ ın birliğine işaret ederken, çeşitli mitolojik safsatalarla, aslı astarı olmayan hikâyeler uydurup, insanların masum inançlarıyla oynamak, hiçbir aklıselim amaca hizmet etmez.

Bir sınıfta ayrı branştan iki öğretmenin aynı anda ders vermeye çalışmasının çıkaracağı çok büyük sorunları her insan tahmin edebilir herhalde.

Hâşâ birden çok yaratanın olması da, dünyanın bu şekilde düzenle ve uyumla varlığını sürdürebilmesine imkân tanıması mümkün değildir.

29

(37)

Tüm insanların yaşamlarını devam ettirebilmesi için muhtaç olduğu ekinin biçilmesi, meyve ve sebzelerin toplanabilmesi gerekirken, yaz mevsiminin o kurak ve sıcak günlerinde, ağaçların o anda en muhtaç olduğu yağmuru istemesi dünyanın düzenini nasıl alt-üst eder bir düşünün.

Herhalde hiçbir insanın böyle bir şeyi istemeyeceğine ve bu düzeni kurmaya da gücü yetmeyeceğine göre.

Bütün hayvanların, böceklerin, bitkilerin ve insanların hem hepsinin yaşamını

sürdürebileceği kadar ihtiyaçlarını karşılayacak, hem de bir türün yaşamını sürdürürken, diğer türün hayatını riske atmasını önleyecek, bu arada da kendisinin hiçbir şeye

ihtiyacının olmayacağı güçlü, sonsuz ve adil bir düzenleyiciye ihtiyacı olacaktır.

Her akil insan etrafına şöyle bir göz attığında ne demek istediğimizi anlayacaktır.

Bir yaratanın olmaması ne kadar tutarsız bir görüş ise, birden çok yaratanın olduğunu öne sürmekte bir o kadar tutarsız, akılsızca ve sapkınca bir düşüncedir.

Haşa, birden çok yaratanın olması demek, bir birinden üreme gerekliliği ve bunun sonucunda da bazı nefsani arzuların olması, sonucunda ise çeşitli kıskançlıklar ve entrikalar meydana gelmesi demektir.

Yüce ALLAH (cc), Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:

‘Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, Arş’ın Rabbi Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.’ (Enbiya, 22)

‘Allah, hiçbir çocuk edinmemiştir. O’ nunla birlikte başka hiçbir ilâh yoktur. Öyle olsaydı, her ilâh kendi yarattığını alır götürür ve mutlaka birbirlerine üstün gelmeye çalışırlardı. Gaybı da, görülen âlemi de bilen Allah, onların yakıştırdığı

nitelemelerden uzaktır. Onların koştukları ortaklardan çok yücedir.’ (Mü’minûn, 91- 92)

Bir tanrının gece karanlığından korktuğunu düşünün, ’Tanrı korkar mı?’ demeyin. Zira tek başına her şeyin düzenini sağlayamayacak kadar güçsüz olan ve diğer işlerde başka tanrılardan destek bekleyen bir tanrı geceden de korkabilir elbette. Şimdi bu tanrı geceden korksa, diğer tanrıya söylese geceyi kaldırsa, gece uykusunun nimetlerinden

faydalanamayan insan birkaç gün sonra delirmeye başlayıp, hayatı alt üst olmaz mı?

Bir tanrı diğerine kızsa, öbürü diğerine küsse, diğeri başka birini kıskansa ve herhangi biri hastalansa işlerden elini çekse, nasıl bir keşmekeşlik ortaya çıkar da, evrenin hali nice olur düşünebiliyor musunuz?

30

(38)

Onlar kendileriyle uğraşırken, sana kim şifa verir? Ekinlerini kim yetiştirecek olanakları sağlar? Kim yağmur yağdırır? Kim rızık verir? Geceyi ve gündüzü kim yaratır?

Daha da önemlisi kim ecelini tayin eder de o kadar yaşamanın çilesini çekmene son verir?

Dünya hayatı, bir önceki günü hayâl olup geçen fani bir oyalanma alanıdır, bir önceki günü yaşamanın bile imkânsız olduğu bir düzende Reenkarnasyon saçmalıklarıyla, kendine hayvansal vücutlar edinmek tam bir akıl tutulmasıdır.

Şu anda bir yerlerde kefenimizin üretildiği bu dünya hayatında, kendimizi boş hayallerle oyalamamalı, yanlış inançlara itibar göstermemeliyiz.

Yapıldığında hiçbir şeyin kaybedilmeyeceği, toplumsal düzenin ve adaletin tam olarak sağlanacağı, mükâfatının hem bu dünyada hem de ahrette kat-kat fazlasıyla alınacağı, İslâm’ ın emirlerini titizlikle yerine getirmeli, çevremizdeki insanlara da güzel ahlakımızla örnek olup Yüce ALLAH(cc)’ a yakışır bir kul olmalıyız.

Her şey Yüce ALLAH (cc)’ ın varlığına ve birliğine işaret etmektedir.

31

(39)

Anız veya Orman Yakmak

Anız, biçilen buğdayın biçilemeyen sap kısmının kısa bir bölümünün tarlada kalan bölümüne denir.

Anız veya orman yakmak veya yanmalarına sebep olmak, içindeki canlıları ateşte yakmak suretiyle azap etmek olur ki, Peygamber Efendimiz (sav), İbn-i Mes’ud (ra)’ tan rivayet edilen bir hadisi şeriflerinde şöyle buyuruyor:

‘Bir seferde Resûlullah (sav)’in maiyetinde bulunuyorduk. Hz. Peygamber abdest bozmak için yanımızdan uzaklaştı. Bu sırada biz iki yavrusu olan küçük bir kaya kuşu gördük, yavruları aldık. Kuşcağız yavrularını kurtarmak için çırpınmaya başladı. Tam bu sırada Nebi (sav) geldi ve:

- Bu kuşu, yavrularını almak suretiyle kim tedirgin etti? Verin ona yavrularını, buyurdu.

Bir kere de, yaktığımız karınca yuvasını gördü ve:

- Karıncaları kim yaktı? Diye sordu.

- Biz, dedik.

- Gerçek şu ki ateşle azap etmek, ateşin yaratıcısından başka hiç kimse için uygun ve meşru değildir, buyurdu.’ (Ebu Davud, Cihat-112, Adap-164)’

Yeni ekin dikilebilmesi için bu anızın tarladan temizlenmesi gerekir. Çiftçiler bu yöntemi tarla sürümünü daha kolay yapmak amacıyla kullanırlar. Kanunlara göre yasak olan anız yakılmasının ne yazık ki önüne geçilememektedir.

32

(40)

Anız yakıldığı sırada toprak yüzeyindeki sıcaklık 250 dereceye kadar ulaşmakta ve toprağın üst katmanlarındaki, kil gibi toprak parçacıklarını pişirmektedir. Bunun sonucunda toprakta bulunan birçok faydalı mikroorganizma, solucan ve o sırada yüzeyde bulunan birçok hayvan ve böceği öldürmekte, ayrıca toprağın üst tabakasındaki bazı mikro elementleri bitkilerin faydalanamayacağı bir forma dönüştürmektedir.

Bu durum orman içinde geçerlidir. Ayrıca dünyanın akciğerleri olan ağaçların yok olmasıyla, hem bizlerin hem de gelecek nesillerimizin telafisi mümkün olmayan sonuçlara katlanmasına sebep olmaktadır.

Bu dünya tamamen insanoğlunun hizmetine sunulmuş, onun rahat etmesi için ne gerekiyorsa en ince ayrıntısına kadar önüne serilmiştir. Dünyanın düzenini bozan, onu kendisiyle beraber diğer canlılarında yaşayamayacağı bir enkaza çeviren de yine insanın ta kendisidir.

Bir hayvanın veya bir böceğin etrafa çöp attığını, yangın çıkardığını, sulara kimyasal atık karıştırdığını ve toprağı yok edip her yeri betonlaştırdığını gördünüz mü? Onu tehdit etseniz de, rüşvetle ve çeşitli desiselerle kandırmaya çalışsanız da sözü edilen kötülükleri yaptıramazsınız. Çünkü o bu dünyaya belli bir amaç için gönderildiğini insandan daha iyi anlar, kendi türünün de varlığını sürdürebilmesi için dünyayı koruması gerektiğini bilir.

Doyacağından fazlasını istemez, yaşayabileceği alandan daha genişine tenezzül etmez.

Masumdur, tamahkârdır.

Yüce ALLAH (cc)’ ın bize verdiği bu dünyayı korumalı, paydaşımız olan diğer canlıların hayat haklarına saygı göstermeli, hem onların hem de kendi türümüzün devamı için

gereken itinayı göstermeliyiz.

Günü kurtarma düşüncesiyle, gelecek nesilleri düşünmeden gerek bilinçli, gerekse dikkatsizlik sonucu yapılan bu gibi yanlış uygulamaların sebep olduğu yıkımın hem bu dünyada hem de ahrette hesabının büyük olacağı unutulmamalıdır.

Bu yangınlara sebebiyet vererek, kendi halinde yaşamını sürdüren hayvanların ve çeşitli haşeratın yanarak ve çok büyük acılar çekerek ölmelerine sebep olmayı hangi vicdan, hangi bahane ve hangi din hoş görür ki.

Bir anda alevlerin arasında kalan, kendisini savunmaya bile gücü yetmeyen, kendisini yangından koruyacak hiçbir ekipmana sahip olmayan zavallı canlıların hayat hakkına tecavüz etmeye Yüce ALLAH (cc)’ de elbette razı olmaz.

2019 yılının Temmuz ayında okuduğum bir haber, olayın ne kadar trajik sonuçlara sebep olduğu bakımından oldukça önemliydi.

33

Referanslar

Benzer Belgeler

Bu örneklemeden yola çıkarak, Yüce ALLAH (cc)’ın bize yol gösterici olarak gönderdiği kitabı anlamadan okuyup, içindeki öğütleri hayatımıza uygulamadığımız sürece

Muhteva ve şümulü çok geniş olan “himâye” düşüncesi, muayyen yaşlarda çocuğu cürmünden dolayı suçlu sayma- mak, ceza vermemek, muayyen yaşlarda hafif ceza vermek,

tercih 176 YUSUF BELEK(AMP- NAKİL GELEN) 63.06 Sağlık Bakım Teknisyenliği 2... 62.90 Sağlık Bakım

Persistan İSA olan hastalarda süt spesifik IgE düzeyinin, hayatın ilk iki yılında daha yüksek olduğu ve yüksek spesifik IgE düzeyinin persistan İSA için risk

Muhsin olan Yüce Allah, bir kere daha isminin gereğini yapmış “İhsan Edenlerin En Güzeli” oldu- ğunu göstermişti.... SÖZÜNE

❖ Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi adıyla başlattığı bir seri çalışma- nın ilk ürünü (Prof. Yaşar Nuri ÖZTÜRK’ün görüşlerinin ele alındığı cilt) Mayıs

Hasan ve kardeþi Hüseyin, ihtiyar adamýn yanýndan ge- çerlerken Hasan'ýn gözü abdest alan yaþlý ada- ma takýldý.. Ýhtiyar adam abdest alýrken bazý

[r]