• Sonuç bulunamadı

Marksist Tarih Anlayışı

Belgede Doğan Özlem (sayfa 165-170)

tuta-19. YÜZYIL: “TARİH YÜZYILI” (III) İDEALİZM SONRASI

rak ve bambaşka bir içerikle ele alıp buradan etkileri son de-rece geniş olmuş bir tarih felsefesi çıkaran filozoflar, Karl Marx (1818-1883) ve Friedrich Engels (1820-1895) olmuşlardır.

Marx için Hegel’in tarih felsefesi “olgulara gidilerek sapta-nacak gerçek ilişkilerin, yerlerini filozofun kafasındaki ilişkile-re terk ettiği” bir tarih felsefesidir.45 Bu yüzden bu felsefenin sistematiğini “gerçek ilişkiler”e göre doldurmak gerekir. Yani sistematiğin kendisi olmasa da içeriği değiştirilmelidir. Gerçek-ten de Marksist tarih felsefesinin tüm çizgileri Hegelci sistema-tiğin çizgilerini taşır. Ama bu sistematik, artık Hegel’de olduğu gibi, tarihin öznesi olarak “dünya tini”ni ya da “akıl”ı görmez. Gerçi Marx için de tarihte bir akıl vardır. Ama bu akıl, kendi kendini belirleyen, kendini tarihte açan bir akıl, hele bir töz asla değildir. Tam tersine bu akıl, “maddi ilişkilerin belirlediği bir bilinç durumu”dur.46 Marx, varlığı ve tarihi belirleyen şe-yin bilinç değil, tam tersine, bilinci belirleyen şeşe-yin varlık ve toplum olduğunu söyler. Yani tarihi belirleyen şey, tinsel bir töz değil, maddi ilişkiler ağı olarak toplumun sosyo-ekonomik yapısıdır. Maddi ilişkiler de birbirlerine bağlı iki öğeye dayanı-larak anlaşılabilir: 1. (Üretim araçlarının oluşturduğu) üretim güçleri 2. Üretim ilişkileri. Üretim güçleri (iş aygıtları,

makine-ler, insani beceri ve teknikler) bir felaket olmadığı sürece sü-rekli gelişirler. Buna karşılık üretim ilişkileri (üreten ve tüketen insanlar arasındaki toplumsal ilişkiler) uzun süre değişmeden kalabilir. Ama üretim güçlerinin gelişimine her zaman belirli bir üretim ilişkisi biçimi karşılık gelir. Örneğin modern fabri-kasyon üretim tarzı, feodalizmin egemen olduğu üretim ilişki-leriyle bağdaşmaz. Üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasın-daki bu bağdaşmazlık çok üst düzeylere çıktığında, ancak bir “devrim” yoluyla giderilebilecek olan antagonizmalara yol açar. Öbür yandan, üretim ilişkilerini ilk planda etkileyen şey, ilkel

TARİH FELSEFESİ

toplum dışında, daima “özel mülkiyet” olagelmiştir. Böylece üretim araçlarına sahip olanlarla olmayanlar arasındaki üretim ilişkileri sınıflaşmayı doğuragelmiştir. Bu yüzden toplumsal

dü-zeni de her zaman, üretim araçlarına sahip olan egemen sınıf ya da sınıflar ile bu araçlara sahip olmayan sınıf ya da sınıflar arasındaki ilişkiler belirler. İşte, üretim güçleri ile üretim iliş-kileri arasında antagonizmalara, sert karşıtlıklara varan bağ-daşmazlığın olduğu zamanlarda, sınıflararası ilişkiler de tam bir karşıtlığa dönüşür ve bu noktada artık, bir “devrim” kaçı-nılmaz hale gelir. Öbür yandan, zaten özel mülkiyetin ortaya çıktığı andan, yani toplumsal sınıfların oluşmasından beri ta-rih, kesintisiz bir sınıf savaşları süreci olagelmiştir. İşte, üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki bağdaşmazlığın doruğa çıktığı anlarda bu sınıf savaşları “devrim”lerle sürer. Ama bu süreç, yine Hegel’de olduğu gibi, “dünya halklarının birliği”ne doğru ilerlemektedir. Bu yüzden bu ilerleme süreci içinde sı-nıfların yerlerinde de, niteliklerinde de boyuna değişmeler olur. Sınıfların yer ve niteliklerindeki değişmeyi de üretim güç-lerindeki değişme ve farklılaşmalar belirler. Örneğin burjuva sınıfının geliştirmiş olduğu endüstriyel üretim tarzı, zorunlu olarak “proletarya” denen sınıfı doğurmuştur. Bu açıdan bakıl-dığında, Marx ve Engels, nasıl ki Hegel tarihte tinin taşıyıcısı olarak birkaç önemli halk (Grek, Roma, Hıristiyan-Germen) saymışsa, tarihte “dünya tarihine geçmiş sınıflar”dan söz eder-ler. Önce “köle sahipleri sınıfı” gelir; bu sınıf, köleler üstün-de tam bir beüstün-densel tasarrufa sahiptir. Bunun gibi, ortaçağda “feodal egemen”, yeniçağda “burjuva” sınıfı ya da “kapitalist” sınıf vardır. Marx’a göre bu üç sınıf da baskıcı, özgürlükten yoksun toplumsal düzenlerin egemenidirler. Son sınıf olarak “proletarya” ise, kendi gücüyle sınıflı toplumu ve özgürsüz-lüğü ortadan kaldıracak sınıftır. Hegel’de Hıristiyan-Germen

19. YÜZYIL: “TARİH YÜZYILI” (III) İDEALİZM SONRASI

halkın tini nasıl ki en sonunda evren tiniyle özdeş kılmıyorsa; şimdiye kadar kendisi hakkında sağlam bir bilince erişeme-miş olan insanlık da Marx’a göre, proletaryanın gücü sayesin-de özgürlüğe ulaşacaktır. Ancak, bu özgürlük Hegel’sayesin-de olduğu gibi ahlaklı yurttaşların oluşturduğu akılsal hukuk devletinin özgürlüğü değil, tersine, her bakımdan özgürce üreten ve öz-gürce tüketen insanların oluşturacağı sınıfsız bir toplumun özgürlüğü olacaktır. Bu özgürlük de proletarya devrimiyle ge-lecektir. Hegel’in, özgürlüğü sonsuzluğa ertelemesine karşılık Marx ve Engels, bunun proletarya devrimiyle gerçekleşeceğine inanırlar. Öyle ki “gerçek tarih” de ancak özgürlüğün gerçek-leşeceği bu devrimden sonra başlayacaktır. Gelinecek olan bu nokta ise, peygamberce bir kehanetle değil, tersine, bilimsel bir kesinlikle saptanabilir. Bu nokta, öbür yandan, Hegel’de olduğu gibi “tarihin sonu” değil, insanlığın kendi özgür bi-linciyle bizzat kendisinin yapmaya başladığı “gerçek insanlık tarihi”nin başlangıcı olacak ve sürecektir. Oysa Hegel’de tarih, dünya tininin görünüşe çıktığı bir alan, tinin kendini açmak için kullandığı bir süreçti. Dünya tini, tarihi “yaptıktan” sonra artık tarihte yoktur, yani artık “yapılacak” bir tarih kalmamış-tır. Oysa Marx ve Engels, Hegel’in böyle gördüğü tarihi ancak “insanlığın öntarihi”, “insanlığın tarih öncesi” sayarlar. Feuer-bach buna “geçmişin tarihi”, “insanlığın özgürlük-öncesi önta-rihi” demişti. “Gerçek insanlık taönta-rihi” ise, proletarya devrimiyle başlayacaktır.

Hegel’le yer yer karşılaştırmalar yaparak kabaca değindiği-miz bu tablo içinde bile “tarih” kavramının Marksizmin mer-kezinde yer alan kavram olduğu görülebilir. Marx ve Engels, “Biz tek bir bilim tanırız, o da tarihtir,” derler.47 Yani tarih her-hangi bir bilim değil, tek bilimdir. Bu bilimin dayandığı

TARİH FELSEFESİ

anlaşılması için anahtardır.”48 Bu anahtar, tüm tarihi “emeğin gelişim tarihi” olarak görmemizi sağlar. Tarihin özü, insan et-kinliğinde, yani “praksis”tedir. Böyle olunca “maddi üretim tarzları, toplumsal, politik ve tinsel yaşam sürecini baştan aşağı belirler.”49 Toplumsal yaşama egemen olan şey, ihtiyaçla-rın giderilmesine yönelik iştir. Bu yüzden “ilk tarihsel eylem”

üretimdir ve üretim, tarihin olabilirliğini yapan ana koşuldur. Bu temel koşuldan üretim güçlerine ve işbölümüne dayalı üre-tim ilişkileri doğar. İşte, tüm tarihin dayandığı tabanı bunlar oluşturur. Üretim güçlerinin herhangi bir andaki durumu, toplumun o andaki özel yapısını belirler. Buna göre de tarihte dört tip “toplumsal biçimlenme” vardır: 1. Asya tipi 2. Antik 3. Feodal 4. Burjuva. Bu biçimlenmelerden birinden öbürüne geçiş devrimlerle olur. Çünkü üretim güçleri ile üretim ilişki-leri artık bağdaşamaz duruma gelmiştir. Devrimden sonra ise mevcut sınıfsal karşıtlıklar bir başka niteliğe bürünmüş olarak devam eder. Bu evrelerin hiçbirinde tam bir özgürlük yoktur. Özgürlük, sınıfsız toplumla birlikte gelecektir.

Tarihin tek bilim olması, onun doğa bilimine karşı

olma-sını gerektirmez. Çünkü doğa biliminin kendisi de Marx ve Engels’e göre bir “tarihsel ürün”dür. Öyle ki doğa bilimleri an-cak doğanın insan emeğiyle, üretimle biçimlendirilme süreci içinde ortaya çıkabilirler. Üstelik evrim kuramının gösterdiği gibi, doğa da zamana bağlı bir gelişim içindedir; “Doğa da za-man içinde kendi tarihini yapar.”50 Ama öbür yandan insan ve toplum, aynı zamanda doğanın da ürünüdürler. Bu yüzden ta-rihte de “doğa yasaları” egemendir. Tarih olsa olsa farklılaşmış bir doğal süreçtir. Bu yüzden tarihte “ideler”, “tanrısal güçler” vb. değil, “gerçek insanlar”ın emeğiyle oluşturulmuş bir süreç söz konusudur. “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yapar-lar.”51 Bu yüzden doğada kör bir determinizm varken, tarihte

19. YÜZYIL: “TARİH YÜZYILI” (III) İDEALİZM SONRASI

insanın bilinçli bir kavrayışla, kendine bir hedef koymasıyla oluşmamış hiçbir şey yoktur. Gerçi tarihte rastlantı vardır ama bu rastlantısallığın da bağlı bulunduğu “içkin genel yasalar” bulunur ve bu yasalar üretim tarzlarına ilişkindir ve zorun-ludurlar. Bu yüzden tarihteki rastlantısallıklar, bu yasaların yönlendiriciliği yanında yanıltıcı olmamalıdır. Örneğin sayısız rastlantısal ve bireysel irade, “toplumsal etkililiği olan bir güç”e dönüşür ve bu gücün etki bakımından doğal güçlerden farkı yoktur. Örneğin bu bakımdan en zorunlu tarih yasaları, eko-nomi yasalarıdır.52

Ama bu belirlemelere rağmen Engels, geç dönem yazıların-da tarih bilimini yine de doğa bilimlerinden ayırır. Engels, ta-rih yasalarının “rastlantısallıklarla dolu bir alan olarak tata-rih”in yasaları olduğunu ve bu yüzden tarihsel bilginin “önemli ölçü-de göreli bir bilgi” olduğunu belirtir.53 Hatta “Bu alanda bir son başvuru yeri (Instanz) olarak genelgeçer doğrular arayan kimse

pek az tatmine ulaşacaktır,” der.54 Çünkü Engels’e göre ekono-mik biçimler ve bunların bağlı bulunduğu yasalar “gelip geçici ve tarihsel” biçim ve yasalardır. Bu yüzden Engels için, “Mater-yalist tarih yorumu, her şeyden önce öğretici bir kılavuzdur; asla Hegelyanizm tarzında her şeyi taşıyabilen yapıntısal bir kaldıraç değildir.”55

Kierkegaard, Schopenhauer, Nietzsche ve

Belgede Doğan Özlem (sayfa 165-170)