• Sonuç bulunamadı

1. GIRIŞ

2.8. Değer Felsefesinin Ortaya Çıkışı ve Gelişimi

2.8.6. Marksist Değer Anlayışı

Marksizmin değer çeşitleri içerisinde özellikle ekonomik değerlerin öncelikli olduğu bilinir. Marksist terminolojiye göre “üstyapı” kurumları ile koşutluk içerisinde düşünülmesi gereken ahlâksal ve estetik değerler, ekonominin ve ekonomik değerlerin tinsel uzantılarından ibarettir ( Doğan,2010: 118). Sanat etkinliği de ideolojik üstyapı içinde yer alır ve o da ekonomik altyapı ile birlikte değişir.

Marksizm için gerçekliğin bir yansıması olarak düşünülen sanat fenomeni, kaynağını insan bilincinde değil, bu bilinci de oluşturan toplumda, toplumsal- tarihsel varlıkta elde eder (Tunalı, 2003: 76-77).

Objektif ya da sübjektif görünüşlerin form kazanması olarak doğan sanat, aslında insanı, insanın doğal ve toplumsal ilgilerini anlatır. “Sanat, doğal nesnelerin, objektif toplumsal ve psişik görünüşlerin yansısında, bize, insan ilişkilerinin ‘evrenselliğinin’ çok tabakalı, çok yanlı bir tablosunu verir ( Tunalı, 2011: 70).

Güzelin “beğeni yargısı”ndaki tüm değişimler boyunca süren erotik niteliğindedir. Eros’un alanına olarak, güzel haz ilkesini temsil eder. Böylece, yürürlükteki egemenliğe özgü olgusallık ilkesine başkaldırır. Sanat yapıtı kurtarıcı dili konuşur, ölüm ve yok etmenin yaşama istencine altgüdümlü kılınmasının kurtarıcı imgelerini çağırır. Bu estetik olumlamadaki kurtuluş öğesidir. Güzel “yansız” gibi görünür. İlerici olduğu gibi gerici bütünlüğün de bir niteliği olabilir. Güzel’in yansızlığı, eğer neyi bastırdığı ya da gizlediği tanınacak olursa, kendini aldatmaca olarak gösterir(Marcuse, 1997: 55).

Marcuse (1997) Marksizmde Güzel’in duyusal tözü estetik yüceltmede saklı olduğunu söyler. Sanatın özerkliği ve politik gücü kendilerini bu duyusallığın bilişsel ve kurtarıcı gücünde sergilerler. Öyleyse, tarihsel olarak, özerk sanat üzerine saldırının ahlâk ve din adına duyusallığın yadsınması ile bağlanması şaşırtıcı değildir (s. 57).

Marksizmin değerlerle ilgili olarak yaptığı şu saptama önemlidir: İnsan, toplum ve tarih hakkındaki bilgimiz, yaşanılan çağın değerleriyle doğrudan bağlantılı dolayısıyla yanlıdır. Sosyal bilimlerde araştırmanın her aşamasında ahlâksal ve özellikle politik değerlerin yön vericiliği onu ideolojik disiplinler haline getirmektedir (Doğan, 2010:118).

Friedrich Schiller, insanoğlunun çapraşık davranışlara da neden olan ahlâk durumunu olumlu bir denge içinde tutabilmenin tek çaresinin, her insanın, her aydının, güzelin ve güzelliğin ana kaynağı olan güzel sanatlarla ilgilenerek aşabileceği gerçeğini ileri sürmüş ve mektuplar halinde yazdığı estetik kitabının bir yerinde şöyle demiştir:

…ahlâktan güç alan davranışlarımızın, bazen ne türlü sonuçlara varabileceğini bilemeyeceğimiz için, değişik anlarda neden olabileceğimiz dengesizlikleri önleyebilmenin tedbirini önceden almak zorundayız. Şöyle ki, ‘paroksizmanının yaklaşmakta olduğunu sezen bir delinin bile bıçaktan kaçması, kendini sımsıkı bağlatması, hasta beyninin meydana getirebileceği kötülüklerin, normal anında kendini üzüntüye sevk etmemesi için tedbire başvurması gibi, bizler de tutkularımızın güçlü anlarında, fiziksel dengeyi bozmamak için, din ve estetik yasalarından yararlanarak, önceden tedbire başvurmak zorundayız... (Akt: Altar, 2009: 21).

Friedrich Schiller, ona göre güzel yalnız duyusallığa değil, akla da dayanmaktadır. Schiller şunu demek istiyor: “Güzel, duyularımızla kavradığımız bir estetik objenin, bizde uyandırdığı etki sonucunda duygu yüklediğimiz bir değer değildir.

Aynı zamanda akıl yönü de vardır. Akıl ile ahlâkın, dolayısıyla iyinin de kaynağıdır. Bu nedenle güzel, aynı zamanda iyi olandır.”(Balcı, 2005: 72).

“Schiller, kültürün insanı özgür kılacağını ve özgür kişinin, ahlâk yapısı bakımından da düzenli bir kişi olması gerekeceği kanısındadır” (Altar, 2009:112). Schiller’e göre insanoğlunda, hasta ruh ve heyecandan aktif ‘düşün’ ve ‘isteğe’ geçiş, ancak ve ancak, estetik özgürlüğün sağlayacağı olanakla elde edilebilir ve böylesine bir sonuç ise, tükenmez bir moral uğraşın sağladığı yeni bir karakter yapısıdır.

Schiller, insan için, her şeyden önce öğrenmeyi, ‘iyi’ye özlem duymayı öngörmektedir ve ancak böyle olursa, daha yüce bir aşamaya ulaşabilme tutkusuna ihtiyaç duyulmayacağı görüşünü savunmaktadır (Altar, 2009:113).

Değerler üzerine çalışan bir diğer düşünür de Schopenhauer’dur. Schopenhauer’ göre tıpkı deha gibi, erdem de öğretilemez. Erdem konusunda edinilen bilgi kısırdır; sanat konusundaki teknik yanlar gibi, sadece bir araç olarak kullanılabilir. Ahlâk felsefelerimizin ve ahlâk sistemlerimizin, erdemli, yüce ve ermiş insanlar yaratacağını sanmak; estetik üzerine yazdığımız kitapların, şairler, heykeltıraşlar, ressamlar ve müzisyenler yaratacağını sanmak kadar saçmadır (Schopenhauer, 1997: 68).

Schoupernhauer’ın ahlâk felsefesinin kaynağının empirik olması, acıma ahlakındaki en önemli yanlardandır. Pesimist tarafının yegâne hedefi olan ‘bireysel iradeyi inkar sorunu’ Kant’tan miras alıp kendine göre uyguladığı ahlak felsefesinin en dikkate değer yanıdır. Bununla beraber, insan iradesini inkâr eden bu anlayış onun felsefesinin en tehlikeli ve hassas tarafını da meydana getirmektedir. Esasen o Batı felsefesine Hint mistisizminden bir çeşni getirmesi bakımından orijinaldir. Onun felsefe anlayışı zıtlıklardan beslenerek doğmuştur. Schopenhauer Kant’ın müspet, aydınlık fikirleriyle, idoğunun bulanık ve esrarlı düşünüşünü irade kavramında birleştirebilmiştir. İşte onun ahlâkı, bu iki zıt şeyi uzlaştırmak endişesinden doğmuştur (Tanyol, 1998: 107).

Schopenhauer’a göre, toplumsal ahlâklılığın ve adaletin temeli merhamettir. Gerçek ahlâklılık dünyadan el etek çekmek, her türlü istek ve hazdan yüz çevirmektir. Bu görüş, Budacılığın Nirvana kuramının işlenip geliştirilmesinden başka bir şey değildir (Schopenhauer, 1997: 94).

Nirvana kuramında var olan metfaizsel dünya aslında Platon’un idealar dünyasıyla benzerlikler taşımaktadır. Bu durumda Schopenhauer, estetiğinde, Kant’ınki kadar Platon’dan da yararlanmış ve estetik anlayışında bu iki filozofun dimağını birleştirmiştir.

İdealar öğretisi, ‘kendinde şey’ olarak var olan ideaların sanata yansımasıyla tekilde tikeli görmeyi kavramayı içerir, bu da tek olan nesneden yola çıkarak mutlak ve yegâne olana varmayı amaçlayan bir estetik görüştür. Yani sanatın taklit olma durumu Schouperhaur’a göre doğru değildir. Sanatsal ürün, resim, heykel gibi doğadan çok ideanin sezgilerle sağlanan epistemolojik cevaplarıdır. Yani sanatsal ürün insana bağlı ve insanın algısı dolayısıyla var olan tabiat, mantık, akıl yürütmeleri gibi safhaları aşarak ideanın bizzat kendisiyle bağ kurar.

Ona göre, “Estetik seyredişte, tikel nesne, türünün İdeası haline gelir ve onu seyreden birey de katışıksız bir bilgi öznesi olur.” (Schopenhauer, 1997: 92). Başka bir deyişle, bu seyredişte, İdealar ve bilen özne aynı doğadan kaynaklanan şeyler haline gelerek özdeşleşirler. “Sanatçı, doğanın özüdür, nesneleşmiş iradedir.” Sanat yaşantısında özne, nesnede eriyecek biçimde yükselir ve bu duruma eşlik eden ruh hali, tam bir kımıltısızlık ve dinginliktir. Bundan ötürü estetik haz, kendinde ve kendi içindir. Nitekim dış bir çıkar ya da yarar işin içine girdiği anda, estetik haz da ortadan kaybolur (Schopenhauer, 1997: 92).