• Sonuç bulunamadı

6. Madde’de tanımlanan mahkeme hakkı “[bir kişinin] medeni hak ve yükümlülükle-riyle ilgili nizalar” (İngilizce’de: “determination of [a person’s] civil rights and obli-gations”; Fransızca’da: “contestations sur ses droits et obligations de caractère civil”) veya hakkını arayan bir kişiye karşı “cezai alanda yöneltilen suçlamalar” (İngilizce’de:

“any criminal charge”; Fransızca’da: “accusation en matière pénale”) bağlamında geçerlidir. “Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili nizalar” ve “cezai alanda yöneltilen suçlamalar” kavramları daha sonra sırasıyla açıklanacaktır.

“Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili nizalar konusundaki kararlar” için mahkeme hakkı

“Medeni hak ve yükümlülükler” ve “niza” (ihtilâf-uyuşmazlık-“dispute”) ifadesi bu terimlerin her birinin ayrıntılı bir yaklaşımla ele alınmasını gerektirmektedir.

“Niza” (uyuşmazlık-“dispute”) kavramı

Benthem–Hollanda davasının kararında (23 Ekim 1985, Seri A No.97, s.15, parag-raf 32), AİHM “uyuşmazlık” kavramına ilişkin içtihadını özetlemiştir:

AİHM’nin içtihadından doğan ilkelerin arasında şunlar bulunur:

(a) Sözleşme’nin ruhuyla uygun düşmesi için “uyuşmazlık” (dispute-contesta-tion) sözcüğünün “aşırı teknik anlamda ele alınmaması” ve “şeklî olmaktan çok maddî bir anlayışla” (bkz. Le Compte, Van Leuven ve De Meyere davası, 23 Haziran 1981 tarihli karar, seri A No. 43, s. 20, paragraf 45) yorumlanması gerektiği belirtilmiştir.

(b) “Uyuşmazlık” (dispute) sadece “[…] hakkın fiili varlığına” ilişkin olabi-leceği gibi, kapsamı ya da kullanılma biçimiyle de ilgili olabilir (bkz. aynı karar, a.g.e., s. 22, paragraf 49). Gerek “maddi meseleleri” gerekse “hukuki meseleleri” (bkz. aynı karar , a.g.e., s. 23, paragraf 51’in tamamı, ve Albert ve Le Compte kararı, 10 Şubat 1983, Seri A No. 58, s.16, paragraf 29’un tamamı ile s. 19, paragraf 36) kapsayabilir.

(c) “Uyuşmazlık” (dispute) gerçekten var olmalı ve ciddi bir niteliğe sahip bulunmalıdır (bkz. Sporrong ve Lönnroth kararı, 23 Eylül 1982, Seri A No. 52, s. 30, paragraf 81).

(d) 16 Temmuz 1971 tarihli Ringeisen kararına göre, “ medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklar” [İngilizce’de: “disputes over civil rights and obligations”; Fransızca’da: “contestations sur (des) droits et obligations de caractère civil”] ifadesi sonucu bu [türlü] hak ve yükümlülükler için belirleyici nitelikte olan tüm yargılamaları içerir ” (Seri A No.13, s. 39, paragraf 94).

Ancak, “6. Madde 1. fıkra hükümlerinin geçerli olması için yüzeysel bir bağlantı veya uzak sonuçlar yeterli değildir: medeni hak ve yükümlülüklerin

‘uyuşmazlığın’ (dispute) konusu – ya da konularından biri – olması, davanın sonucunun bu tür bir hak için doğrudan belirleyici olması gerekir” (bkz.

yukarıdaki Le Compte, Van Leuven ve De Meyere kararı, Seri A No. 43, s. 21, paragraf 47).

Bu davada bir petrol dağıtım tesisi lisansının kullanımıyla ilgili olarak bir bireyle Devlet arasındaki anlaşmazlık, Sözleşmedeki anlamıyla bir uyuşmazlık – niza (dis-pute) oluşturmaktadır. Devlet henüz hiçbir hakkın doğmadığını, dolayısıyla, bir uyuşmazlık bulunmadığını ileri sürmektedir. AİHM ise başvurucunun tesisi kullan-mak üzere belediyeden alınmış bir izninin olduğunu belirtmiştir.

‘Uyuşmazlığın’ kendisine dayanak teşkil eden hakkın tayininde “belirleyici” olması gerektiği vurgulanacaktır. Zira, bir davadaki “belirleyici” nitelik (yüzeysel bağlantı veya uzak sonucun aksine) 6. Madde 1. fıkra anlamıyla bir “uyuşmazlığın” varolması için gerekli bir önkoşul teşkil eder; bkz. Balmer-Schafroth ve Diğerleri–İsviçre davası. Bu davaya ilişkin kararında (26 Ağustos 1997, Reports 1997-IV, paragraf 40) AİHM’nin belirttiği gibi:

Başvurucuların dilekçelerinde Federal Konsey’den işletme lisansının uzatılmasının reddini isterlerken, buna dayanak olarak, Mühleberg elektrik

santralında ciddi ve telafisi imkânsız inşaat hataları bulunduğunu, bu santralin günümüz güvenlik standartlarını yerine getirmediğini ve koşulları nedeniyle normalden fazla bir kaza riski taşıdığını belirttikleri hatırlatılır (bkz. yukarıdaki paragraf 9). İddia edilen teknik kusurların varlığı ve bunlardan kaynaklanan tehlikelerin genel anlamıyla halk ve çevreye olan etkisinin azaltılması gereğini kanıtlamak için başvurucular tüm mevcut yollara başvurmuşlardır. Ancak, tüm çabalarına karşın kendileri tarafından dava edilen elektrik santralinin işletme koşulları ile kendi fiziksel bütünlüklerini koruma hakları arasında doğrudan bir bağlantı kurmayı başaramamışlardır, zira Mühleberg elektrik santralının işletil-mesinin kendilerini kişisel olarak sadece ciddi olmakla kalmayıp, ayrıca belirli ve daha da önemlisi yakın bir tehlikeye maruz bıraktığını gösterememişlerdir.

Bu tür bir bulgunun yokluğunda, Federal Konsey’in halihazırdaki davada alınmasını emredebileceği önlemlerin halk üzerindeki etkileri varsayımsal olmanın ötesine geçememektedir. Neticede, gerek tehlikeler gerekse telâfiler, başvuranların dayanak olarak gösterdikleri hak açısından AİHM’nin içtihadı anlamında davanın sonucunun doğrudan belirleyici olmasını sağlayacak bir olasılık derecesinde saptanmamıştır. AİHM’nin görüşüne göre, Federal Kon-sey’in kararı ile başvuranların ileri sürdükleri hak arasındaki bağlantı çok yüzeysel ve uzaktır.

Bu durumda mevcut dava 6. Madde’nin 1. fıkrası kapsamına girmez.

(Bkz. Athanassoglou ve Diğerleri–İsviçre davası, 6 Nisan 2000 tarihli karar, Başvuru No. 27644/95.)

Özetlemek amacıyla, Acquaviva–Fransa kararında (21 Kasım 1995, Başvuru No.

19248/91, Seri A No. 333-A, paragraf 46) AİHM’nin belirttiklerinden alıntı yapacağız:

İçtihadında yer alan ilkeler uyarınca (Zander–İsviçre davası, 25 Kasım 1993 tarihli karar, Seri A No. 279-B, s. 38, paragraf 22 ve Kerojärvi–Finlandiya davası, 19 Temmuz 1995 tarihli karar, Seri A No.322, s. 12, paragraf 32) AİHM tarafından değerlendirilecek olan uyuşmazlığın (“dispute”), iç hukuk kapsamında hiç değilse tartışılabilecek bir temele dayalı bile olsa, var olduğu söylenebilecek bir “hak” ile ilgili olması gerekir. Uyuşmazlığın var olması ve ciddi bir niteliğe sahip olması gerekir; sadece bir hakkın varlığı ile ilgili olmayıp, bu hakkın kapsamı ve yararlanılma şekli ile ilgili de olabilir; ve nihayet, davanın sonucunun söz konusu hak için doğrudan belirleyici olması gerekir.

(Bkz. ayrıca Le Compte, Van Leuven ve De Meyere–Belçika davasının kararı, 23 Haziran 1981, Seri A No. 43, s. 21, paragraf 47; Fayed–Birleşik Krallık kararı, 21

Eylül 1994, Seri A No. 294-B, s. 46, paragraf 56; ve Masson ve Van Zon–Hollanda davası, 28 Eylül 1995, Seri A No. 327-A, s. 17, paragraf 44.)

“Medeni hak ve yükümlülükler” kavramı

Uyuşmazlık “medeni hak ve yükümlülükler” ile ilgili olmalıdır. “Medeni hak ve yükümlülükleri” tanımlamak için, önce “hak/yükümlülük” kavramını tanımlayacak, sonra da “medeni” kavramını açıklayacağız.

Hak ve yükümlülük kavramı

AİHM pek çok kez (bkz. örneğin, Al-Adsani–Birleşik Krallık davası, 21 Kasım 2001 tarihli karar, Başvuru No. 35763/97, paragraf 46) şunları belirtmiştir:

6. Madde’nin 1. fıkrası kendi başına Sözleşmeci Devletler’in maddi huku-kunda “medeni hak ve yükümlülükler” için belirli bir içeriği garanti etmez. Bu maddenin kapsamı sadece iç hukuk bağlamında en azından tartışmalı bile olsa varolduğu söylenebilecek “medeni hak ve yükümlülükler” ile ilgili uyuşmazlıkları içerir (bkz. Z. ve Diğerleri–Birleşik Krallık davası [Büyük Daire – BD], No. 29392/95, paragraf 87, ECHR 2001 ve burada sayılan diğer örnekler).

Bu formül James ve Diğerleri–Birleşik Krallık davasının kararında (21 Şubat 1986, Seri A No. 98, s. 46, paragraf 81) kullanılana çok benzer; bu karara göre medeni

“hak ve yükümlülükler”in 6. Madde kapsamına girmesi için, kendi özel içeriklerine ek olarak, en azından ulusal hukuk uyarınca hak olarak tanınması gereklidir.

6. Madde 1. fıkra, sadece tartışmalı bile olsa iç hukukta tanındığı söylenebile-cek (medeni) “hak ve yükümlülükler” ile ilgili uyuşmazlıklara (disputes) uygu-lanır; bu madde tek başına Sözleşmeci Devletler’in maddi hukukunda (medeni) “hak ve yükümlülükler” için belirli bir içeriği garanti etmez.

Dolayısıyla, gerçekten “hak ve yükümlülükler”in konu edilip edilmediğini belirlemek için davalı Devlet’in hukuk düzenine başvurmak gerekir.

Bu ilke yine de bir dizi ince ayrım içermektedir.

Öncelikle, Al-Adsani–Birleşik Krallık davasında AİHM, Hükümet’in uluslararası hukuka dayalı dokunulmazlık ilkesi dolayısıyla bu davada 6. Madde’nin 1. fıkrasının uygulanamayacağını ileri sürdüğüne işaret etmiştir (paragraf 47-49):

Bir şahsın iç hukukta dava konusu oluşturabilecek bir iddiasının olması, doğrusunu söylemek gerekirse, sadece ilgili medeni hakkın ulusal hukuk uyarınca tanımlanmış olduğu biçimiyle maddi içeriğine değil ayrıca muhtemel iddiaların mahkemeye getirilme olanaklarını önleyen veya kısıtlayan usul engellerinin varlığına da bağlıdır. İkinci türe giren davalarda, 6. Madde’nin 1.

fıkrası uygulanabilir. Kuşkusuz, Sözleşme’nin icra organları, 6. Madde’nin 1.

fıkrasının yorumlanması yoluyla söz konusu Devlet’te hukuki temeli olmayan herhangi bir maddî medenî hak yaratacak değildir. Ancak, Sözleşme’nin icra organlarının sınırlaması veya kontrolü olmaksızın bir Devlet bütün bir medeni iddia türünü mahkemelerin yetki alanından çıkarır ya da büyük bir gruba veya kişi kategorisine medeni yükümlülükler bakımından dokunulmazlık ihsan ederse, bu demokratik bir toplumda hukukun üstünlüğü ile veya 6.

Madde’nin 1. fıkrasına temel oluşturan, medeni iddiaların karara bağlanmak üzere bir yargıcın önüne getirilebilmesi ilkesi ile tutarlı olmaz. (bkz. Fayed–

Birleşik Krallık davası, 21 Eylül 1994 tarihli karar, Seri A No. 294-B, paragraf 65).

Başvurucunun açmak istediği dava, İngiliz hukuku kapsamında çok iyi bilinen bir dava nedeni olan bedeni zarardan doğan tazminat davasıydı. AİHM, başvurucunun iddiasının hukuki bir temeli olmadığını, zira varolabilecek tüm maddi hakkın Devletin dokunulmazlığı doktrini işletilerek ortadan kalktığını ileri süren Hükümet savunmasını kabul etmemektedir. Bir Devlet’e karşı açılan bir davaya hukuk yolları tamamen (in limine) kapatılamaz: eğer davalı Devlet dokunulmazlıktan feragat ederse, dava mahkemede görülebilir ve karara bağlanabilir. Dokunulmazlığın ihsanına maddi bir hak niteliğinde değil, ulusal mahkemelerin hakkı belirleme yetkilerinin önündeki bir usûl engeli gözüyle bakılmalıdır.

Dolayısıyla, Mahkeme medeni haklara ilişkin ciddi ve gerçek bir uyuşmazlığın var olduğu konusunda tatmin olmuştur. Bu şekilde, söz konusu davada 6.

Madde 1. fıkra hükümleri geçerlidir.

(Bkz. McElhinney–İrlanda davası, 21 Kasım 2001 tarihli karar, Başvuru No. 31253/

96, paragraf 23–26.)

Bu karar, medeni “hak ve yükümlülükler”in mevcudiyetiyle ilgili usûl kurallarının etkisine ilişkin tutumu özetlemektedir.

Bu noktada Pudas–İsveç davasının kararından kaynaklanan içtihadın betimlenmesi yerinde olacaktır (21 Ekim 1987 tarihli karar, Başvuru No. 10426/83, Seri A No.

125-A, paragraf 34). Bu davada, başvurucu belli hatlarda taksi işletmek için bir ruh-sat almıştır. Bu ruhruh-sat, aksine bir bildirim olmadığı sürece geçerlidir. Daha sonra, bir şirkete aynı hatları kapsayan bir ruhsat verilmiş ve başvurucuya verilen ruhsat iptal edilmiştir. Davalı devlet, ulusal hukukta söz konusu türdeki ruhsatların belirli koşulları yerine getiren herkese verilmesi konusuna ilişkin hiçbir hak sağlanmadığını ileri sürmektedir. Ayrıca, ruhsatın başvurucunun lehine bir “hak” oluşturmadığı, zira sabit bir süre için değil, “aksine bir bildirim olmadığı takdirde” geçerli olduğu görüşü dile getirilmiştir. Nihayet, hükümetin savunmasında bu iptalin yargı