• Sonuç bulunamadı

Madde’nin 1. fıkrasının getirdiği maddi yükümlülükler

AİHS 2. Madde – Yaşama hakkı

2. Madde’nin 1. fıkrasının getirdiği maddi yükümlülükler

Bir şahsın canına kast

2. Madde’nin (II. Bölümde belirtilen 6 No.’lu Protokolle birlikte okunması gereken) başlıca sonucu, Devletlerin, şahısların hayatına yapılan kasıtları cezalandıracak ceza yasaları çıkarmak zorunda oluşudur.

Tehdit edilen kişiler

Osman–Birleşik Krallık davası (28 Ekim 1998) tehdit edildiklerini iddia eden ve polis koruması talep eden kişilerin gündeme getirdiği son derece hassas bir konuyla ilgilidir. Söz konusu davada bir öğretmen öğrencilerinden birine sağlıksız bir ilgi göstermektedir. Öğretmenle öğrencinin ailesi arasındaki ilişkiler gerilir. Olay, öğret-menin öğrencisini tabancayla vurarak ağır bir şekilde yaralaması sonucu ölümle tra-jik bir şekilde son bulur. Öğretmen kendisini tutuklayan polise: “Niye beni daha önce durdurmadınız, size gerekli uyarıları vermiştim” der. AİHM kararında aşağıdaki gerekçe yer almıştır (Osman–Birleşik Krallık davası kararı, 28 Ekim 1998, Reports 1998-VIII, paragraf 115-122):

Mahkeme, 2. Madde’nin 1.fıkrasının ilk cümlesinde Devletin yalnızca hayata kasten ve hukuki olmayan biçimde son verilmesini engelleme zorunluluğu değil, aynı zamanda yetki alanında bulunan kişilerin yaşamlarını korumak için gerekli adımları atma zorunluluğu da olduğuna dikkat çekmiştir (bkz. L.C.B.–

Birleşik Krallık davası kararı, 9 Haziran 1998, Reports of Judgments and Decisi-ons 1998-III, s. 1403, paragraf 36). Bu açıdan devletin yükümlülüğünün, yasaların çiğnenmesini engelleme, bastırma ve cezalandırma görevini üstlenen bir kolluk kuvvetleri mekanizmasının desteğiyle, şahsa karşı suç işlenmesini caydırmak amacıyla etkili ceza yasaları oluşturarak yaşama hakkını korumak olan birincil görevinin ötesine geçtiği açıktır. Bu nedenle Mahkeme’ye çıkan kişiler AİHS’nin 2. Maddesi’nin bazı iyi tanımlanmış durumlarda yetkili makamlara, başka bir şahsın cezai eylemlerinden ötürü hayatı riske giren bir şahsı korumak amacıyla operasyonel önlemler almaları yükümlülüğünü getire-bileceğini kabul ederler. Bu yükümlülüğün kapsamı taraflar arasında ihtilâfa sebep olmaktadır.

Mahkeme açısından bu yükümlülük, modern toplumlarda güvenliği sağlamanın getirdiği zorlukları, insan davranışının her zaman önceden tahmin edilemeyeceğini, öncelikler ve kaynaklar açısından yapılması gereken opera-syonel seçimleri de göz önünde bulundurarak, yetkili makamların üzerine imkânsız ya da orantısız bir yük bindirmeyecek biçimde yorumlanmalıdır. Bu nedenle, şahısların yaşamlarının tehlikede olduğuna dair getirdikleri her iddia, yetkili makamların bu riskin gerçekleşmesini engellemek için operasyonel önlem almasına yönelik AİHS’den doğan bir yükümlülük getirmez. Bir diğer önemli konu da, emniyet güçlerinin yetkilerini, suç olaylarını, AİHS’nin 5. ve 8. maddelerinde belirtilen güvenceler de dahil olmak üzere, suçları araştırma ve suçluları adalete teslim etme görevlerine meşru kısıtlamalar getiren süreç ve güvencelere tamamen uygun biçimde kontrol altına alarak önlemek amacıyla kullanmalarının sağlanmasıdır.

Mahkeme’nin görüşü uyarınca yetkili makamların, yukarıda belirtilen, şahıslara karşı işlenen suçları engellemek ve bastırmak görevi bağlamında yaşama hakkını koruma pozitif yükümlülüklerini ihlâl ettikleri yolunda bir iddia olduğunda (bkz. yukarıdaki paragraf 115), yetkili makamların söz konusu dönemde belli şahıs ya da şahısların yaşamlarının, üçüncü bir tarafın cezai eylemleri nedeniyle gerçek ve acil bir tehlikeyle karşılaştığını bildikleri ya da bunu bilmeleri gerektiği ve yetkileri dahilinde akılcı bir şekilde değerlendi-rildiğinde bu tehlikeyi engelleyebileceği düşünülebilecek önlemleri almadıkları Mahkeme’yi tatmin edecek bir biçimde ortaya konmalıdır. Mah-keme, bu davada ilgili Devlet’in olayın gerçekleştiği dönemde şahsın yaşamının girdiği tehlikenin algılanamamasının ya da bu tehlikeyi engelleye-cek koruyucu önlemlerin alınmamasının yaşama hakkını koruma görevinin ağır biçimde ihmal edilmesi ya da kasten dikkate alınmaması anlamına geleceğine dair görüşünü kabul etmemektedir (bkz. yukarıdaki paragraf 107).

Bu katı standardın AİHS’nin 1. Maddesi’ndeki koşullarla ve bu Madde’de ve 2. Madde de dahil olmak üzere Sözleşme’de belirtilen hak ve özgürlüklerin pratik ve etkin bir şekilde korunması için Sözleşmeci Devletlerin üstlendikleri yükümlülüklerle bağdaşmadığı düşünülmelidir (bkz. gerekli değişikliklerle, yukarıda söz edilen McCann ve Diğerleri davası kararı, s. 45, paragraf 146).

Mahkeme için, 2. Madde’de korunan ve AİHS bağlamında temel bir hak olan hak göz önüne alındığında, bir başvurucunun, yetkili makamların, bildikleri ya da bilmeleri gereken hayati bir tehlikeyi önlemeleri için makul ölçülerde beklenebilecek bütün önlemleri almadıklarını göstermesi yeterlidir. Bu, her bir davada geçerli koşullar ışığında yanıtlanabilecek bir sorudur.

Yukarıdaki bilgilerden yola çıkarak Mahkeme bu davanın özel koşullarını ince-leyecektir.

Polisin 4 Mayıs 1987 tarihi itibariyle ortaya çıkan birbiriyle ilgili bütün unsur-lardan haberdar edildiği […] makul biçimde kabul edilebilir […]

Mahkeme, 2. Madde kapsamında polisin bu aşamada sahip olduğu bilgiler-den yola çıkarak önlem almamış olduğu konusunda ikna olmamıştır. Okulu ziyaret eden polis memurlarının Paget-Lewis’in Ahmet Osman’a beslediği yakınlığın mesleki açıdan tekdiri hak eden bir davranış olarak değerlendirebil-melerine rağmen, Ahmet Osman’ın cinsel taciz riskiyle karşı karşıya olduğu, hatta hayatının tehlikede olduğunu gösteren herhangi bir bilgi yoktu.

Buna göre, o aşamada polisin durumu değerlendirmesi ve okulun iç meselesi olarak görme kararı makul sayılabilir.

7 Ağustos 1987 tarihinde Paget-Lewis’in Homerton House (bkz. yukarıdaki paragraf 35) dışında başka bir okulda yeniden öğretmenlik yapmaya

başlamasına izin verilmiştir. Sorumluluğunda bulunan gençlerin güvenliğine karşı bir tehlike olduğu hakkında en ufak bir risk bulunsaydı büyük bir olasılıkla Paget-Lewis’in öğretmenlik görevine iade edilmesi kararı asla veril-mezdi. Başvurucular özellikle Dr. Ferguson’ın Paget-Lewis hakkında yaptığı psi-kiyatrik değerlendirmeyi eleştirmektedir. Ne var ki, bu değerlendirme Paget-Lewis ile yapılan üç ayrı görüşme sonucunda gerçekleştirilmişti ve profesyonel bir psikiyatr o dönemde Paget-Lewis’in herhangi bir akıl hastalığı ya da şiddete yatkınlık belirtisi göstermediği kanısına vardıysa, polisin de Paget-Lewis’in davranışlarını hakkında okulun ruhsal rahatsızlığı bulunan ve son derece tehlikeli bir birey olduğu yönündeki uyarısını dikkate alacak bir biçimde yorumlaması beklenemez.

O dönemde polisin sahip olduğu bilgi düzeyini değerlendirirken Mahkeme Osman ailesinin evine ve arazisine, Mayıs-Kasım 1987’de yapılan bir dizi saldırıyı da göz önünde bulundurmuştur (bkz. yukarıdaki paragraf 30, 36 ve 37). Mahkeme öncelikle bu olayların hiçbirinin ölümle tehdit etme olarak tanımlanamayacağı ve ikinci olarak da bu saldırılara Paget-Lewis’in katıldığına dair herhangi bir kanıt bulunmadığını belirtmiştir. […]

Mahkeme ayrıca başvurucuların Paget-Lewis’in üç kez doğrudan ya da dolaylı olarak cinayet işleme niyetini polise ilettiği yolundaki savlarını da dikkatle incelemiştir (bkz. yukarıdaki paragraf 105). Ancak Mahkeme’nin görüşüne göre bunlar Osman ailesinin tehditlerin hedefi olduğunu gösteren ve polisi bu konuda uyarma amacı taşıyan ifadeler olarak düşünülemez. […]

Mahkeme’nin görüşü uyarınca başvurucular, son derece trajik sonuçlara varan silahlı saldırı olayından önce gerçekleşen olaylar dizisinde polisin Paget-Lewis’in Osman ailesinin hayatına gerçek ve acil bir risk oluşturduğuna dair bir bilgiye sahip olduğu ya da olması gerektiğine dair bir belirti sunamamıştır.

[…] Daha önce de vurgulandığı gibi (bkz. yukarıdaki paragraf 116) polis, görevlerini bireylerin hak ve özgürlüklerine saygı gösterir biçimde yerine getir-melidir. Mevcut davanın koşulları uyarınca polis masumiyet karinesine ağırlık vermek ve tutuklama, arama ve el koyma yetkilerini kullanmamakla suçlana-maz, çünkü gerekli zamanlarda bu yetkileri kullanmak için gerekli şüphe stan-dardına sahip olmadıkları ve atacakları herhangi bir adımın somut sonuçlar doğuracağına dair görüşleri makuldür.

Yukarıda belirtilen sebeplerden ötürü Mahkeme, bu davada AİHS’nin 2. Mad-desi’nin ihlâl edilmediği kararına varmıştır.

Koşulların daha farklı olduğu bir diğer davada AİHM 2. Madde’nin ihlâl edildiğine karar vermiştir (bkz. Akkök–Türkiye davası kararı, 10 Ekim 2000, Başvuru No.

22947/93 ve 22948/93).

Gözaltında intihar

Yukarıda anılan ve bir şahsın gözaltında intihar etmesiyle ilgili olan Tanrıbilir–Tür-kiye davası kararında (16 Kasım 2000, Başvuru No. 21422/93, yalnızca Fransızca olarak bulunmaktadır – gayri-resmi çeviri) AİHM şu sonuca varmıştır:

[…] bütün ölüm tehditleri, yetkili makamların AİHS kapsamında tehdidin gerçekleşmesini önlemek için önlem alması yükümlülüğünü getirmez (bkz., gerekli değişikliklerle, Osman–Birleşik Krallık davası kararı, 28 Ekim 1998, Reports 1998-VIII, cilt 95, s. 3159-3160, paragraf 115-116).

Mahkeme, yetkili makamların gözaltında bulunan kişileri denetlemek ve inti-har etmelerini önlemek görevleri bağlamında gözaltında bulunan bir kişinin hayatını koruma pozitif yükümlülüğünü yerine getirmedikleri iddiası karşısında, bu yetkili makamların söz konusu kişinin intihar etme riski bulunduğunu bildikleri ve kendi yetkileri çerçevesinde bu riski ortadan kaldıracak önlemleri almadıkları konusunda ikna olmalıdır. Mahkeme için ve 2. Madde’de korunan hak açısından düşünüldüğünde, başvurucunun, yetkili makamların bildikleri ya da bilmeleri gereken kesin ve yakın bir ölüm riskinin gerçekleşmesini önlemek için kendilerinden makul olarak beklenen herşeyi yapmadıklarını göstermesi yeterlidir. Bu sorunun cevabı söz konusu davada geçerli duruma bağlı olarak değişecektir. Bu nedenle Mahkeme, davada geçerli koşulları inceleyecektir.

Mevcut davada Mahkeme öncelikle A.T.’nin Cizre’deki jandarma karakolunda gözaltına alındığını kaydetmiştir […].

Mahkeme, her tür fiziksel özgürlükten yoksun bırakma halinin doğası gereği gözaltına alınan kişilerde ruhsal gerilim yaratabileceğini ve sonuçta intihara yol açabileceğini vurgulamaktadır. Gözaltı sistemleri, gözaltına alınan kişilerin ölüm riskini ortadan kaldırmak için şahısların üzerindeki kesici aletlerin, kemer ya da ayakkabı bağlarının alınması gibi önlemlere yer vermek zorundadır.

Mahkeme, bu davada jandarmaların gözaltına alınan kişinin intihar etmesini engellemek için rutin önlemleri aldığı kanısındadır: A.T. jandarma karakoluna getirildiğinde üzeri aranmış ve kemeri ve ayakkabı bağları alınmıştır. Yargı makamlarına verdikleri ifadeye göre A.T. de dahil olmak üzere gözaltındaki kişileri yarım saatte bir kontrol etmişlerdir (yukarıdaki paragraf 26, Kuzucu’nun Hakim Turan’a verdiği ifade; paragraf 29, Leyla Sağlam ve Behiye Bozkurt’un soruşturmayı yürüten Tolgay tarafından alınan yeminli ifadeleri).

Jandarmalar gözaltına aldıkları A.T.’yi gözaltındaki diğer şahıslardan daha dik-katli denetleme ihtiyacını hissetmeli miydi? Mahkeme, bu konuda jandarma-ların aldığı tedbirlerin, o anda ellerinde bulunan bilgilere bakılarak 2. Madde kapsamında sorgulanması gerektiği konusunda ikna olmamıştır. A.T. jandarma

karakoluna geldiğinde sakindir (yukarıdaki paragraf 42). Gömleğinin kollarını keserek yaptığı bir iple intihar edeceğini tahmin etmek zordur. Hazırlıklar ve intihar olayı büyük bir sessizlik içinde gerçekleşmiştir (yukarıdaki paragraf 41, Dr. Bayık’ın ifadesi).

Mahkeme, jandarmaların, başvurucunun bulunduğu hücrenin önünde 24 saat nöbetçi görevlendirmek ya da giysilerine el koymak gibi özel tedbirler alma-makla suçlanamayacağı görüşündedir […].

[…] Mahkeme, dava dosyasındaki delillerin hiçbirinin, jandarmaların makul olarak A.T.’nin intihar edeceğini tahmin edebileceğini ya da hücresinin önünde sürekli nöbetçi bulundurmaları gerektiğini gösterir nitelikte olmadığı görüşündedir.

Yukarıda belirtilen nedenlerden dolayı Mahkeme, bu davada AİHS’nin 2.

Maddesi’nin ihlâl edilmediği kararına varmıştır. (Yalnızca Fransızca olarak bulunmaktadır – gayri-resmi çeviri.)

Aynı konuda bir diğer karar için bkz. Keenan–Birleşik Krallık davası (3 Nisan 2001 tarihli karar, Başvuru No. 27229/95).

Gözaltında ölen şahıslar

27 Haziran 2000 tarihli Salman–Türkiye davası kararı (Başvuru No. 21986/93, paragraf 99-103) bir şahsın gözaltında ölümüyle ilgilidir. Davalı Devlet şahsın kalp krizinden öldüğünü iddia etmiştir. AİHM aşağıdaki açıklamayı yapmıştır:

2. Madde’nin sunduğu korumanın önemi ışığında Mahkeme, yaşama hakkının kısıtlanmasını son derece titiz bir şekilde incelemeli, yalnızca devlet görevlileri-nin eylemlerini değil, aynı zamanda olayı çevreleyen koşulları göz önünde bulundurmalıdır. Gözaltında bulunan kişiler son derece hassas bir konumdadır ve yetkili makamlar onları koruma görevine sahiptir. Buna bağlı olarak, sağlıklı olarak gözaltına alınan bir kişi serbest bırakılırken yaralandığı anlaşılırsa, bu yaraların nedeniyle ilgili mantıklı bir açıklama yapmak Devlet’in sorum-luluğudur (bkz. diğer kararların yanı sıra, Selmouni–Fransa [BD], No. 25803/

94, paragraf 87, AİHM 1999-V). Yetkili makamların bir şahsın gözaltında karşılaştığı muameleyle ilgili hesap verme zorunluluğu özellikle söz konusu şahsın hayatını kaybettiği durumlarda daha da büyük önem kazanır.

Mahkeme, delilleri değerlendirirken ispat standardını genellikle “makul şüphenin ötesinde” olarak uygulamıştır (bkz. İrlanda–Birleşik Krallık davası kararı, 18 Ocak 1978, Seri A No. 25, s. 64-65, paragraf 161). Ne var ki bu ispat, yeterince güçlü, açık ve tutarlı çıkarımların aynı anda bulunması ya da aksi ispatlanamayan bazı karinelerden de oluşabilir. Söz konusu olayların tamamı ya da büyük bir kısmı gözaltında kendi denetimlerinde bulunan

kişile-rin durumunda olduğu gibi, yetkili makamların bilgisi dahilinde gerçekleştiğinde gözaltında gerçekleşen yaralanma ya da ölümlerle ilgili kuvvetli karineler ortaya çıkacaktır. Bu durumda ispat yükünün, tatminkâr ve ikna edici bir açıklama yapmak zorunda olan yetkili makamlara ait olduğu düşünülebilir.

Mahkeme, Komisyon’un bu davada yaptığı değerlendirmenin yukarıdaki ilke-lerle uyumlu olduğu sonucuna varmıştır.

Agit Salman, görünüşte sağlıklı durumda ve herhangi bir yara ya da aktif has-talığı olmadan gözaltına alınmıştır. Sol ayak bileğindeki yaralar, sol ayaktaki morluk ve şiş, göğüsteki morluk ve göğüs kemiğindeki kırık için mantıklı bir açıklama yapılmamıştır. Eldeki deliller, devletin bu yaraların tutuklanma sırasında gerçekleştiği ve göğüs kemiğinin kalp masajı nedeniyle kırıldığı şeklindeki iddiasını doğrulamamaktadır. Dr. Kırangil’in, göğüsteki morluğun tutuklamadan önce gerçekleştiği ve kalp krizinin yalnızca gözaltında kalmanın getirdiği stresten ve uzun süreli nefes alamama durumundan kaynaklandığı yolundaki görüşü Profesör Pounder ve Cordner’in bulduğu deliller tarafından çürütülmüştür. Komisyon, Pounder ve Cordner’in ölümün hızlı bir şekilde gerçekleştiği ve göğüsteki morluk ve kırığın aynı olaydan – göğse vurulan bir darbeden – kaynaklanma olasılığı ile ilgili delillerini kabul ederek Dr. Kıran-gil’in delillerine yeterince ağırlık vermemiş ya da Profesör Pounder ve Cord-ner’in delillerini haksız bir şekilde tercih etmiş değildir. Dr. Kırangil’in Komisyon’a sunulan İstanbul Adli Tıp Enstitüsü raporunu imzaladığı görülmüş, bu nedenle de kendisinin tarafsız ya da bağımsız olduğunun iddia edilemeyeceğine karar verilmiştir. Ayrıca duruşmada Devlet Ajanının iki profe-sör arasında anlaşmazlık olduğu yolunda getirdiği iddia da asılsızdır.

Bu nedenle Mahkeme, devletin Agit Salman’ın Adana Emniyet Müdürlüğü’nde bulunduğu sırada kalbinin durması suretiyle gerçekleşen ölümünü açıklayamamış olduğu ve ölümünden davalı Devlet’in sorumlu olduğu sonucuna varmıştır.

Bu bakımdan 2. Madde ihlâl edilmiştir.

Kaybolan şahıslar

Kurt–Türkiye davasında başvurucu, tutuklanmış olan oğlunun kaybolmasıyla ilgili olarak 2. Madde’nin ihlâl edildiğini iddia etmiştir. Mahkeme delilleri incelemiş ve aşağıdaki karara varmıştır (Kurt–Türkiye davası kararı, Reports 1998-III, paragraf 99 ve 106-109):

Mahkeme, kendisi tarafından dikkatli bir şekilde gerçekleştirilen ifade ve dele-gelerin oturumunun kayıtlarının değerlendirmesine dayalı yukarıdaki

husus-lara ilişkin ohusus-larak, Komisyon’unkinden farklı bir sonuca ulaşmasını gerektiren herhangi bir istisnai koşulun bulunduğu konusunda ikna olmamıştır. Mahkeme Komisyon’un, başvurucunun 25 Kasım 1993 sabahı oğlunu Hasan Kılıç’ın evi-nin önünde gördüğüne ve anılan tarihte oğlunun asker ve köy korucuları ile çevrili olduğuna ve o zamandan beri oğlunun görülmediğine ilişkin bir sonuca makul şüphenin ötesinde varması için yeterli gerçek ve delillere dayalı dayanağın mevcut olduğu kanaatindedir.

[…]

Mahkeme, 25 Kasım 1993 tarihinde başvurucunun oğlunun askerler ve köy korucuları tarafından gözaltına alındığına yönelik Komisyon tespitlerini kabul ettiğini hatırlatmaktadır. Başvuranın oğlunun akıbeti ve nerede olduğuna ilişkin hiçbir bilgi olmaksızın yaklaşık dört buçuk yıl geçmiştir. Bu koşullar altında başvurucunun oğlunun kendisini tutsak alan kişilerin ellerinde meçhul gözaltı durumunda ölmüş olabileceğine dair korkusunun asılsız olduğu söyle-nemez. Başvurucu oğlunun öldürüldüğü sonucuna varmak için yeterli gerekçe-ler bulunduğunu igerekçe-leri sürmüştür.

Ancak, Komisyon gibi, Mahkeme de başvurucunun oğlunun köyde gözaltındayken ya da daha sonraki bir aşamada yetkililer tarafından öldürüldüğü sonucuna makul şüphenin ötesinde varmaya yol açacak somut delillerin olup olmadığını dikkatle incelemelidir. Mahkeme, 2. Madde kap-samında bir Sözleşmeci Devletin Devlet görevlileri tarafından gerçekleştirilen yasadışı bir öldürme iddiasını çevreleyen koşullara ilişkin etkili bir soruşturma yapmaya yönelik pozitif yükümlülüğe sahip olduğunun tespit edildiği dava-larda, söz konusu yükümlülüğü devreye sokabilecek silahla öldürmeye dair somut bir kanıt olduğunu belirtmektedir (bkz. yukarıda belirtilen McCann ve Diğerleri davası kararı; ve 19 Şubat 1998 tarihli Kaya–Türkiye davası kararı, Reports 1998-I).

Bu açıdan başvurucunun davasının, tamamen davalı Devlette resmi şekilde müsamaha gösterilen kaybolmalar ve buna bağlı olarak gözaltındaki şahısların maruz kaldığı kötü muamele ve hukuk dışı öldürmelere ilişkin iddiaların genel analizi ile desteklenen, oğlunun ilk gözaltına alındığı andaki koşullardan ortaya çıkarılan karinelere dayalı olduğu gözlemlenecektir. Mahkeme kendi açısından, başvurucunun oğlunun aslında gözaltında iken öldüğüne yönelik daha inandırıcı belirtilerin mevcut olmamasının, bu iddialarla telafi edilebi-leceği görüşünde değildir. Başvurucunun, diğerlerinin yanı sıra 2. Madde’nin de ihlâl edildiği iddiasına ilişkin olarak Mahkeme başvurucunun gerekçe gös-terdiği kanıtın anılan iddiaya yeterli dayanak teşkil etmediği kanaatindedir.

Yukarıda belirtilen hususlara yönelik olarak, başvurucunun davalı Devlet’in belirtilen koşullar altında oğlunun hayatını korumaya yönelik yükümlülüğünü yerine getiremediğine ilişkin iddialarının AİHS’nin 5. Maddesi açısından değerlendirilmesi gerektiği kanaatindedir.

Öte yandan, daha yeni bir dava olan Çiçek–Türkiye davasında AİHM davanın koşullarının, tutuklanan kişilerin öldüğü karinesine yol açtığı ve davalı Devlet’in sorumlu tutulması gerektiği sonucuna varmıştır (Çiçek–Türkiye davası kararı, 27 Şubat 2001, Başvuru No. 25704/94, paragraf 146-147):

Mahkeme, mevcut davayı, başvurucunun oğlunun gözaltında öldüğüne dair yeterince ikna edici belirti olmadığı sonucuna vardığı Kurt–Türkiye davası (25 Mayıs 1998 tarihli karar, Reports 1998-III, s. 1182, paragraf 108) gibi davalar-dan ayıran bir dizi unsur olduğuna karar vermiştir. Öncelikle Tahsin ve Ali İhsan Çiçek’in yakalanıp gözaltına alınmasının üzerinden altıbuçuk yıl geçmiştir. Ayrıca iki kardeşin Devletin sorumluluğunda bulunan yetkililer tarafından bir gözaltı merkezine, Lice Bölge Yatılı Okulu’ndaki askeri bölgeye götürüldüğü tespit edilmiştir. Son olarak da, askerlerin Tahsin ve Ali İhsan Çiçek’i birkaç gün sonra diğer köylülerle birlikte serbest bırakmaması dosyadaki diğer bazı unsurlarla birlikte değerlendirildiğinde iki kardeşin yetkili makamlar tarafından şüpheli sayıldığını göstermektedir (bkz. yukarıdaki paragraf 78, özellikle Yaralı’nın açık bir şekilde tehlikeli sayılan ya da sorgu-lanması gereken kişilerin “gözlem süresi” denilen kısa bir sürenin sonunda sorgu makamlarına teslim edildiğini bildiren ifadesi). 1994’te Türkiye’nin güneydoğusundaki genel durum bağlamında düşünüldüğünde böyle bir kişinin gözaltına alındığının inkâr edilmesinin beraberinde bir ölüm tehlikesi getirmesi ihtimali de göz ardı edilemez (yukarıda söz edilen Timurtaş–Türkiye davası kararı, paragraf 85). Mahkeme’nin geçmişteki kararlarında, bu olayın gerçekleştiği dönemde güneydoğuda ceza yasasında sağlanan korumaların etkin bir şekilde uygulanmasını engelleyen sorunların, güvenlik güçleri men-suplarının hareketlerinden dolayı herhangi bir hesap vermemelerine izin verdiğini ve bunu teşvik ettiğini belirttiği hatırlanacaktır (bkz. Cemil Kılıç–Tür-kiye, No. 22492/93, paragraf 75 ve Mahmut Kaya–TürKılıç–Tür-kiye, No. 22535/93, paragraf 98, her ikisi de AİHM 2000’de yayınlanacaktır).

Mahkeme, mevcut davayı, başvurucunun oğlunun gözaltında öldüğüne dair yeterince ikna edici belirti olmadığı sonucuna vardığı Kurt–Türkiye davası (25 Mayıs 1998 tarihli karar, Reports 1998-III, s. 1182, paragraf 108) gibi davalar-dan ayıran bir dizi unsur olduğuna karar vermiştir. Öncelikle Tahsin ve Ali İhsan Çiçek’in yakalanıp gözaltına alınmasının üzerinden altıbuçuk yıl geçmiştir. Ayrıca iki kardeşin Devletin sorumluluğunda bulunan yetkililer tarafından bir gözaltı merkezine, Lice Bölge Yatılı Okulu’ndaki askeri bölgeye götürüldüğü tespit edilmiştir. Son olarak da, askerlerin Tahsin ve Ali İhsan Çiçek’i birkaç gün sonra diğer köylülerle birlikte serbest bırakmaması dosyadaki diğer bazı unsurlarla birlikte değerlendirildiğinde iki kardeşin yetkili makamlar tarafından şüpheli sayıldığını göstermektedir (bkz. yukarıdaki paragraf 78, özellikle Yaralı’nın açık bir şekilde tehlikeli sayılan ya da sorgu-lanması gereken kişilerin “gözlem süresi” denilen kısa bir sürenin sonunda sorgu makamlarına teslim edildiğini bildiren ifadesi). 1994’te Türkiye’nin güneydoğusundaki genel durum bağlamında düşünüldüğünde böyle bir kişinin gözaltına alındığının inkâr edilmesinin beraberinde bir ölüm tehlikesi getirmesi ihtimali de göz ardı edilemez (yukarıda söz edilen Timurtaş–Türkiye davası kararı, paragraf 85). Mahkeme’nin geçmişteki kararlarında, bu olayın gerçekleştiği dönemde güneydoğuda ceza yasasında sağlanan korumaların etkin bir şekilde uygulanmasını engelleyen sorunların, güvenlik güçleri men-suplarının hareketlerinden dolayı herhangi bir hesap vermemelerine izin verdiğini ve bunu teşvik ettiğini belirttiği hatırlanacaktır (bkz. Cemil Kılıç–Tür-kiye, No. 22492/93, paragraf 75 ve Mahmut Kaya–TürKılıç–Tür-kiye, No. 22535/93, paragraf 98, her ikisi de AİHM 2000’de yayınlanacaktır).