• Sonuç bulunamadı

AİHS 3. Madde – İşkence yasağı

1. Kapsam ve kavramlar

3. Madde’nin kapsamı

Bu maddenin kapsamı mutlaktır. İrlanda–Birleşik Krallık davası kararından anlaşılan da budur (18 Ocak 1978, Seri A No. 25, s. 65, paragraf 163):

Sözleşme, işkence ve insanlık dışı veya aşağılayıcı muamele veya cezaları, mağdurun davranışından bağımsız olarak, mutlak surette yasaklar.

Sözleşme’nin ve 1 ve 4 No.’lı Protokollerin ağırlıklı maddelerinin çoğunun aksine, 3. Madde istisnalara yer vermediği gibi, 15. Madde 2. fıkra hükmü uyarınca, toplum yaşamını tehdit eden genel bir acil durum halinde bile, bu yasaktan vazgeçilmesi söz konusu olamaz.

Bunun sonucu olarak, 4 Aralık 1995 tarihli Ribitsch–Avusturya davası kararında (Ribitsch–Avusturya davası kararı, 4 Aralık 1995 tarihli karar, Başvuru No. 18896/

91 Seri A No. 336, paragraf 38) AİHM, şu açıklamayı yapma fırsatı bulmuştur:

[…] Özgürlüğünden yoksun tutulan bir kişiye, tamamen kendi davranışının gerekli kılması dışında fiziksel kuvvet uygulanması insan haysiyetini zedeler ve Sözleşme’nin 3. Maddesi’nde yer alan hakkı ihlâl eder. Mahkeme bu kararında, bir tahkikatın gerektirdiği önlemler ile suçla mücadelenin içerdiği reddedilmez zorlukların, bireylerin fiziksel bütünlüğünün korunmasını sınırlandırmak için gerekçe olamayacağını bir kez daha vurgulamaktadır (bkz.

Tomasi–Fransa davası, 27 Ağustos 1992 tarihli karar, Seri A No. 241-A, s. 42, paragraf 115).

Burada özellikle vurgulanması gereken, eğer alıkonulan bir kişi, özgürlüğünden yok-sun tutulmaya başlandığı anda sağlıklı durumda olup da salıverildiğinde yara bere izleri taşıyorsa, bunun 3. Madde’nin ihlâli için karine teşkil edeceğidir. Bu konuda, Selmouni–Fransa davası, 28 Temmuz 1999 tarihli karar, Reports 1999-V, paragraf 87’ye atıfta bulunulabilir:

Mahkeme, polis tarafından sağlıklı olarak gözaltına alınan bir kişinin yaralı olarak salıverilmesi durumunda, Devletin bu yaraların nasıl oluştuğu hakkında inandırıcı bir açıklamada bulunmakla yükümlü olduğu, bunun yapılmaması halinde Sözleşme’nin 3. Maddesi kapsamına giren bir durum ortaya çıkacağı görüşündedir (bkz. Tomasi–Fransa davası, 27 Ağustos 1992 tarihli karar, Seri A

No. 241-A, s. 40-41, paragraf 108-111, ve Ribitsch–Avusturya davası, 4 Aralık 1995 tarihli karar, Seri A No. 336, s. 25-26, paragraf 34).

Başvurucunun sağ kolunun iç ve dış kısmında çürükler saptandığı Ribitsch–Avus-turya davasında benimsenen çözüm buydu (Ribitsch–AvusRibitsch–Avus-turya davası, 4 Aralık 1995 tarihli karar, Başvuru No. 18896/91, Seri A No. 336, paragraf 31 ve 34):

Komisyon’un görüşüne göre, polis tarafından gözaltına alınan kişiler tamamen polisin elinde olduklarından, Devlet ahlaki açıdan bu kişilerden sorumludur.

Polisteki gözaltı sırasında kişinin yaralanması durumunda, mağdurun olaylara ilişkin ifadesine, hele ki bu ifade tıbbi raporlarla desteklenmişse, şüphe düşüren delilleri sunmak Devletin görevi olmaktadır.

[…] Sunulan maddi deliller ışığında Mahkeme, başvurucunun yaralarının – tamamen, çoğunlukla veya kısmen – polis tarafından gözaltında tutulduğu sırada maruz kaldığı muamele dışında herhangi bir diğer nedenle oluştuğuna dair Devletin tatmin edici veriler sunmadığı sonucuna varmıştır.

(Bkz. Aynı mealdeki Berktay–Türkiye davası, 1 Mart 2001 tarihli karar, Başvuru No. 22493/93, paragraf 167.)

Bu bağlamda, Devletlerin başvurucuların şikayetine konu teşkil eden olaylara ilişkin adlî takibat bulgularıyla AİHM’nin kendisini bağlı görmediği önemle vurgulan-malıdır. Selmouni–Fransa davası kararında (Selmouni–Fransa davası, 28 Temmuz 1999 tarihli karar, Reports 1999-V, paragraf 87) AİHM şu saptamada bulunmuştur:

Mahkeme ayrıca, ileri sürdüğü cezai suçlama ve davaya taraf olarak katılma başvurusunda Bay Selmouni’nin, iddialarını ilgili polis memurlarına yöneltmiş olduğuna (bkz. yukarıdaki 28. paragraf) ve onların işlediği suçun yalnızca Fransız mahkemelerinin, özellikle de ceza mahkemelerinin yetki alanına girdiğine işaret etmektedir. İç hukuk uyarınca gerçekleştirilen yargılamanın sonuçları ne olursa olsun, polis memurlarının mahkum olmaları veya beraat etmeleri, davalı Devleti Sözleşme çerçevesinde üstlendiği yükümlülüklerden kurtarmaz (bkz. yukarıda belirtilen Ribitsch kararı). Bu nedenle, davalı Devlet Bay Selmouni’nin yaralarının nasıl oluştuğuna dair inandırıcı bir açıklamada bulunmakla yükümlüdür.

Daha önce, yukarıda belirtilen Ribitsch davasında (4 Aralık 1995 tarihli karar, Seri A No. 336, paragraf 34-38), başvurucunun bir araç kapısının üstüne düşerek yara-landığı yolunda Devletin getirdiği açıklama, AİHM tarafından ikna edici bulun-mamıştı. Devlet, 3. Madde çerçevesindeki sorumluluğundan kurtulmak için, iç hukuktaki ceza yargılaması sonucuna atıfta bulunmakla yetinmişti.

Her durumda, 3. Madde, aynen 2. Madde’de olduğu gibi, Devleti usul yönünden tahkikat yapmakla yükümlü kılmaktadır. Bu konuda, Labita–İtalya davası kararında

şu saptamada bulunulmuştur (Labita–İtalya davası, 6 Nisan 2000 tarihli karar, Başvuru No. 26772/95, paragraf 131)):

Mahkeme, bir kişi tarafından polis veya benzeri Devlet görevlilerinin elinde 3.

Madde’yi ihlâl edici muameleye maruz kaldığına dair inandırıcı bir iddiada bulunulması durumunda, bu hükmün Sözleşme’nin 1. Maddesi’nde yer alan

“kendi yetki alanları içinde bulunan herkese bu Sözleşme’nin birinci bölümünde açıklanan hak ve özgürlükleri tanıma” konusunda Devletin üstlendiği genel görev ile birlikte okunduğunda, etkin bir soruşturma yapılmasını zımnen gerektirdiği görüşündedir. 2. Madde uyarınca yapılacak soruşturmada olduğu gibi, bu soruşturmanın da sorumluların tespiti ve ceza-landırılmasını sağlayıcı yeterlilikte olması gerekir (bkz. Sözleşme’nin 2. Mad-desi’ne ilişkin olarak, McCann ve Diğerleri–Birleşik Krallık davası, 27 Eylül 1995 tarihli karar, Seri A No. 324, s. 49, paragraf 161; Kaya–Türkiye davası, 19 Şubat 1998 tarihli karar, Reports 1998-I, s. 324, paragraf 86; ve Yasa–Tür-kiye davası, 2 Eylül 1998 tarihli karar, Reports 1998-VI, s. 2438, paragraf 98).

Aksi takdirde, bütün temel önemine rağmen, işkence veya insanlık dışı veya aşağılayıcı muamele ve cezanın uygulanmasına ilişkin genel hukuki yasak (bkz.

yukarıdaki paragraf 119) uygulamada etkisiz kalır ve bazı durumlarda Devlet görevlilerinin denetimleri altında bulundurdukları kişilerin haklarını tam bir dokunulmazlık içinde istismar etmeleri mümkün olur (bkz. yukarıda belirtilen Assenov ve Diğerleri davası kararı, s. 3290, paragraf 102).

Bu bağlamda, 10 Ekim 2000 tarihli Akkoç–Türkiye davası kararı, gözaltı sırasında kötü muameleye tâbi tutulan kişilerin tıbbi muayenesinde uyulması geren temel koşulları belirlemiştir (Akkoç–Türkiye davası, 10 Ekim 2000 tarihli karar Başvuru No. 22947 ve 22948/93, paragraf 118):

Mahkeme, gözaltından çıkan kişilerin bağımsız ve ayrıntılı bir doktor muaye-nesinden geçirilmesinin önemini vurgulayan Komisyon görüşünü teyit etmektedir. […] Söz konusu muayeneler, uzman hekim tarafından, hiçbir polis memurunun hazır bulunmadığı bir ortamda yapılmalı ve muayene raporunda hem yara bulguları ayrıntılı olarak açıklanmalı, hem de bu yaraların nasıl oluştuğuna dair hastanın ifadesi ile bu ifadenin yara bulgularıyla tutarlı olup olmadığına ilişkin hekim görüşüne yer verilmelidir. Bu davadaki gelişigüzel ve toplu halde muayene uygulaması bu güvencenin etkinliği ve güvenilirliğini azaltmaktadır.

Şüphesiz, tüm bu hususlar ancak mağdura şiddet uygulandığını gösteren asgari delil-lerin bulunması halinde geçerli olur. Bu nedenle, Büyükdağ–Türkiye davası kararında [IV. Seksiyon] (21 Aralık 2000, Başvuru No. 28340/95, paragraf 46,

yalnızca Fransızca metin-resmi olmayan tercüme) AİHM şu saptamada bulunmuştur:

Kötü muamele iddiaları Mahkeme önünde tutarlı delillerle desteklenmelidir (bkz. gerekli değişikliklerle, Klaas–Almanya davası, 22 Eylül 1993 tarihli karar, Seri A No. 269, s. 17, paragraf 30). İddia edilen olayların gerçekliğini tespit amacıyla Mahkeme “makul şüphenin ötesinde ispat” standardını uygula-maktadır; bu gibi ispat, yeterince güçlü, açık ve tutarlı varsayımlara veya olay-lara ilişkin itiraza mahal bırakmayan benzer karinelere dayanmalıdır (İrlanda–

Birleşik Krallık davası, 18 Ocak 1978 tarihli karar, Seri A No. 25, s. 65, parag-raf 161’in tamamı).

AİHM ayrıca şu saptamada da bulunmuştur (aynı karar, paragraf 53, yalnızca Fransızca metin-resmi olmayan tercüme):

Diğer şiddet iddiası hakkında ise Mahkeme, doktor muayenesi ile saptanabile-cek fiziksel veya ruhsal izler bırakan türde olmamasına rağmen, koşullara bağlı olarak bu tür bir muamelenin Sözleşme’nin 3. Maddesi kapsamına girebi-leceğini kabul etmektedir.

O davada mağdur, diğer iddiaların yanı sıra, soyunukken üzerine tazyikli su sıkıldığını da iddia etmişti.

Kurt–Türkiye davasında, başvurucu oğlunun en temel yasal güvencelerden yoksun ve yoğun fiziksel işkencenin uygulandığı bir ortamın yarattığı koşullarda kaybolması nedeniyle, davalı Devlet’in 3. Maddeyi ihlâl ettiğini iddia etmiştir. Başvurucu ayrıca, güvenlik güçlerinin vurduğu darbelerin izlerini kendi gözleriyle gördüğünü ve bu nedenle oğlunun yakalandıktan sonra fiziksel işkenceye maruz kaldığının anlaşıldığını belirtmiştir. Bu davada AİHM başvurucunun oğlunun askerler tarafından yakalandığını kabul etmiştir. Ancak, AİHM şu saptamada bulunmuştur (Kurt–Türkiye davası, 25 Mayıs 1998 tarihli karar, Reports 1998-III, paragraf 116-117):

Özellikle, başvurucu oğlunun gerçekten 3. Madde’nin ihlâli anlamına gelecek bir kötü muamele mağduru olduğunu gösteren somut deliller sunmamıştır;

aynı şekilde başvurucu, davalı Devlette yakalanan kişilerin gözaltında kaybol-ması ve bununla bağlantılı olarak kötü muamele uygulamalarına yönelik resmi bir hoşgörü yaklaşımının mevcut olduğu iddiasını destekleyen herhangi bir delil de sunmamıştır.

Mahkeme, Komisyon’la aynı görüşü paylaşmakta ve başvurucunun davalı Devlet’in oğlu konusunda 3. Madde’yi ihlâl ettiği iddiasını içeren yakınma-larının […] Sözleşme’nin 5. Maddesi çerçevesinde ele alınması gerektiğini düşünmektedir.

Kaldı ki aşağılayıcı muamele Devlet görevlileri dışındaki kişiler tarafından uygu-landığında bile 3. Madde devreye girer. Bu konuda, bkz. özellikle Mahmut Kaya–

Türkiye davası kararı [I. Seksiyon] (28 Mart 2000, Başvuru No. 22535/93, paragraf 115-116):

Sözleşme’de tanımlanan hak ve özgürlüklerin kendi yetkilerine giren alanda güvence altına alınmasını sağlamak amacıyla, Sözleşme’nin 1. Maddesinde Yüksek Sözleşmeci Taraflara getirilmiş olan yükümlülük 3. Madde ile birlikte mütalâa edildiğinde, Devletlerin yetki alanları içinde bulunan bireylerin, özel kişiler tarafından uygulananlar da dahil olmak üzere, işkence veya insanlık dışı veya aşağılayıcı muameleye tâbi tutulmasını önleyici tedbirleri almalarını gerekli kılar (bkz. A.–Birleşik Krallık davası, 23 Eylül 1998 tarihli karar, Reports 1998-VI, s. 2699, paragraf 22). Buna göre, hukuki çerçevenin gerekli koru-mayı sağlayamaması (örneğin, bkz. yukarıda belirtilen A. davası kararı, s.

2700, paragraf 24) veya bilgileri dahilinde olan veya olması gereken kötü muamele riskinden kaçınmak için yetkililerin makul adımları atmamaları durumunda Devletin sorumluluğu devreye girebilir (örneğin, gerekli değişikliklerle, yukarıda belirtilen Osman davası kararı, s. 3159-3160, parag-raf 115-116).

Mahkeme, yetkililerin, Hasan Kaya’nın yaralı PKK mensuplarına yardım ettiği şüphesiyle hedef alınma riski altında olduğunu bildiği veya bilmesi gerektiği görüşündedir. Adı geçen şahıs, hayatının somut önlemlerle korunmamış olması ve ceza yasasındaki genel eksiklikler nedeniyle, eylemleri konusunda hesap vermek durumunda olmayan kişiler eliyle hem yargısız infaz, hem de kötü muameleye maruz kalmak tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Bu durumda, Hasan Kaya’nın kaybolması sonrasında ve ölümü öncesinde maruz kaldığı kötü muameleden Devlet açıkça sorumludur.

Son olarak, Devletlerin almak zorunda oldukları somut önleyici tedbirlere ek olarak, yeterli mevzuat hükümlerini de yürürlüğe koymaları gerekir. Bunun bir örneğini, A.–Birleşik Krallık davası kararında görüyoruz; 23 Eylül 1998, Reports 1998-VI.

Bu kararda AİHM şöyle demiştir (paragraf 22-24):

Mahkeme, Yüksek Sözleşmeci Tarafların Sözleşme’nin 1. Maddesi çerçeves-inde üstlendikleri, kendi yargı yetkisi alanlarında bulunan herkesin Sözleşme’de tanımlanan hak ve özgürlüklerini güvence altına almak yükümlülüğünün 3. Madde ile birlikte mütalâa edildiğinde, Devletlerin yetki alanında bulunan bireylerin, resmi görevliler dışındaki kişiler tarafından uygu-lanan kötü muamele de dahil olmak üzere, işkence veya aşağılayıcı muamele veya cezaya maruz kalmamaları için gerekli önlemleri almak mükellefiyetini getirdiği görüşündedir (bkz. gerekli değişikliklerle, H.L.R.–Fransa davası kararı,

Reports 1997-III, s. 758, paragraf 40). Özellikle, çocuklar ve diğer hassas konumdaki kişilerin, kişisel bütünlüğe karşı bu gibi ağır ihlâllere karşı, Devlet-ler tarafından etkin caydırıcı önlemDevlet-lerle korunma hakları vardır (bkz. gerekli değişikliklerle, X. ve Y.–Hollanda davası, 26 Mart 1985 tarihli karar, Seri A No.

91, s. 11-13, paragraf 21-27; Stubbings ve Diğerleri–Birleşik Krallık davası, 22 Ekim 1996 tarihli karar, Reports 1996-IV, s. 1505, paragraf 62-64; ve ayrıca BM Çocuk Hakları Sözleşmesi, Madde 19 ve 37).

Mahkeme, İngiliz hukuku uyarınca, çocuğa karşı darp ve cebir uygulandığı yolunda suç isnadına karşı, uygulanan muamelenin “çocuğun makul ölçüde terbiye edilmesi” olduğu görüşünün savunma olarak kullanılabileceğinin bilin-cindedir (bkz. yukarıdaki paragraf 14). Uygulanan darp ve cebrin yasal ceza-landırma sınırlarını aştığını makul şüphenin ötesinde ispatlama yükü iddia makamına aittir. Bu davada, başvurucunun maruz kaldığı muamele 3. Madde kapsamına girecek kadar ciddi boyutta olmasına rağmen, jüri söz konusu uygulamanın faili olan üvey babayı beraat ettirmiştir (bkz.yukarıdaki paragraf 10-11).

Mahkeme’nin görüşüne göre, 3. Madde’ye aykırı olan muamele veya ceza-landırmaya karşı yasa başvurucuyu yeterince korumamaktaydı. Nitekim, Dev-let de yasanın bu haliyle çocuklar için yeterli koruma getirmediği ve değiştirilmesi gerektiğini kabul etmiştir.

Bu davanın koşullarına göre, yeterli koruma sağlanmaması Sözleşme’nin 3.

Maddesi’nin ihlâline yol açmıştır.

Ayrıca, 3. Madde en ufak bir insanlık dışı muamele tehdidi belirdiği anda, yani böylesi bir muamele daha gerçekleşmeden devreye girebilir.

Yine de, Campbell ve Cosans–Birleşik Krallık davasında (25 Şubat 1982, Seri A No.

48, s. 13-14, paragraf 30) AİHM okulda fiziksel ceza uygulanması tehdidinin, 3.

Madde’nin ihlâline yol açmak için gerekli eşiğe varan derecede onur kırıcı veya aşağılayıcı uygulama teşkil etmediği görüşünü benimsemiştir.

Ancak, bir kişinin işkence veya aşağılayıcı muamele veya cezaya maruz kalacağına dair ciddi ve inandırıcı verilerin bulunması halinde, AİHM 3. Maddeyi uygula-maktadır. Buna göre, Soering–Birleşik Krallık davasında (7 Temmuz 1989, Seri A No. 161, s. 35-36, paragraf 91) AİHM başvurucunun karşı karşıya bulunduğu teh-didin niteliği itibarıyla söz konusu Madde hükümlerinin ihlâline yol açabileceğini düşünmüştür. Bu dava, başvurucunun genellikle “idam koğuşu” olarak bilinen olağanüstü ağır koşullarda ölüm cezasının infaz edilmesini bekleyeceği bir ülkeye (A.B.D. ve özellikle de Virginia Eyaleti) iadesi ile ilgiliydi ve Virginia Eyalet Savcısı, davanın ölüm cezasını gerektirdiği görüşünde olduğu için bu cezayı talep etmişti ve

bu talebinde de ısrarlıydı. AİHM şu görüşü benimsemiştir (s. 39, paragraf 90 ve 98-99):

Genellikle, Sözleşme’ye ilişkin fiili veya muhtemel ihlâller Sözleşme kurumları tarafından dile getirilmez. Ancak, eğer bir başvurucu iade edilmesi konusun-daki kararın uygulanması halinde, bu uygulamanın iade edileceği ülkede doğuracağı ve önceden bilinen sonuçların 3. Madde’nin ihlâli olacağı iddiasında ise, bu Madde’nin sağladığı güvencelerin etkinliğini sağlamak için, maruz kalınabilecek riskin ciddiyeti ve onarılmaz nitelikte olması nedeniyle, bu ilkeden uzaklaşmak mümkündür.

[…]

İsnat edilen suç hakkında dava açmakla sorumlu olan ulusal iddia makamı bu kadar katı bir tutum benimseyecek olursa, başvurucunun ölüm cezasına çarptırılma ve dolayısıyla “idam koğuşu” deneyimini yaşama riskiyle gerçek-ten karşı karşıya olduğunu düşündürecek hiçbir inandırıcı neden bulunmadığı yolunda Mahkeme’nin görüş bildirmesi pek mümkün olmaz.

Buna göre, ilgili kişinin bu “olguya” maruz kalması ihtimali, 3. Maddeyi devreye sokacak niteliktedir.

3. Madde’nin bu şekildeki genişletilmiş uygulaması, içerdiği kavramların kesin ana-lizi yoluyla açıklığa kavuşturulmalıdır.