İlahi hitaptaki emir ve yasakları yerine getirme sorumluluğu hazır olmayı gerektirir. Mükellefin teklîfe muhatap olması için teklîfi kabul edebilme irade ve bilincinin yanında kendisinde teklîfi yerine getirme kudretinin de bulunması gerekir. Bundan dolayı mükellefin teklîfe muhatap olması için bazı şartlar ileri sürülmüştür.
Mükellefte aranan en temel şart hayatta oluştur. Ölü mükellef olamaz. Bazı fıkhi meselelerde ölüye ait bazı yükümlülükler teklîf edildiği konusu tartışılmıştır. Örneğin; hac ibadeti esnasında ölen kişiye koku sürülmeyeceği, tırnaklarının ve saçının kesilmeyeceği görüşü ölümden sonra teklîfin devam ettiği şeklinde anlaşılabilir. Kaffâl (ö.365), haccın bazı sorumluluklar yükleyen bir sözleşme olduğu, kişinin ölümüyle beraber hac sorumluğunun devam ettiği şeklindeki gerekçelerle yukarıdaki görüşü temellendirir.248 Böylece hayatın ortadan kalkması ile beraber ihram yasaklarının devam ettiği sonucu ortaya çıkar. Hâlbuki burada teklîf ölüye yönelik olmaktan çok hayatta kalan kişilere yöneliktir. Çünkü koku sürme, tırnak ve saç kesiminin yasaklanması ölüye değil de ölü yakınlarına yönelik bir teklîftir.
Teklîfte aranan şartlardan biri de bulûğdur. Bulûğ fayda ve zararı tam kavrama kabiliyeti için konulmuş bir ölçüdür. Bulûğ şartı bazı fıkhi tartışmalara sebep olmuştur. Örneğin; namazın çocuğa farz olup olmadığı fâkihler arasında tartışılmıştır. Farz oluşunu kabul etmek teklîfte bulûğ şartını tartışma konusu yapmıştır.
248
77
Ebû’l-Abbâs b. Sureyc’e (ö.306) göre bulûğa ermemiş küçük çocuk üzerine namaz vâcib olur. Ona göre çocuk namaz kılmadığında her ne kadar bundan dolayı günahkâr olmaz ise de dövülmesinin istenmesi namazın onun üzerine vâcib olduğunu gösterir.249
Yine aynı şekilde Ahmed b. Hanbel’e (ö.241) göre on yaşını doldurmuş çocuk üzerine namaz farzdır.250 Kaffâl’a (ö.365) göre de namaz vâcib olarak çocuktan istenilen bir fiildir.251 Tabi buradaki vâcib oluş bulûğ şartı açısından çelişki gibi görünmektedir. Bu usûlcülerin kullandıkları vâcib, yapılması dünyevî anlamda bağlayıcı ama uhrevi anlamda sorumluluk doğurmayan bir kavramdır. Bu ise usûlcüler arasında yaygın ve yerleşik olan vâcib kavramına uymayan bir anlamdadır. İncelediğimiz dönemde usulcüler bu tür kavramları aynı zamanda sözlük anlamını da içerecek şekilde kullanmışlardır. Erken dönem usûl eserlerinde kavramlar arasında sözlük anlamı ile terim anlam arasındaki geçişi sağlayacak esneklik yaygın bir şekilde vardır.
Kişinin bulûğa ermesi ile beraber hemen sorumlu olup olmayacağı da dönemin âlimleri arasında tartışma konusu olmuştur. Kimileri bulûğun yanında bu kişinin teklîfi işitip kabul edeceği bir müddetin geçmesi ile beraber mükellefiyetin oluşacağı kanaatindedir. Hâris el-Muhâsibî’ye (ö.245) göre ise kişi bulûğa ermekle beraber başka bir engel yoksa teklîfe muhatap olur. Teklîfin gereklerini yerine getirmediği müddetçe, teklîfi bilmemekten ve onunla ameli terkinden dolayı asi olur.252
Mükellefte aranan şartlardan biri de akıldır. Akıl sahibi olmayan çocuk ve deliler teklîfin muhatabı değildir. Tabii burada akıl kavramı ölçülebilir bir şey olmadığından teklîfin boyutunun tespiti de zordur. Akıl, kişiden kişiye farklılaşan bir kuvvedir. Bu durumda kişinin anlayışı ölçüsünde teklîfe karşı sorumlu olması
249
Zerkeşî, a.g.e., I/278. 250
Ebu Muhammed Abdullah b. Ahmed b.Muhammed İbn Kudame, el-Muğni, Darul-Kitabi’l-İlmi, yy., 1990, III/13; Zerkeşî, a.g.e., I/278.
251
Zerkeşî, a.g.e., I/280. 252
78
gerekir. Sayrafî (ö.330) de kişinin, aklının erdiği kadarından sorumlu olduğunu söyler.253
Ahmed b. Hanbel’e (ö.241) delinin tutmadığı oruçları aklî melekesini kazandıktan sonra kaza etmesi gerektiği ile ilgili bir görüş nispet edilir. Tabii bu görüşün ona nispetini bazı Hanbeliler kabul etmez. Kimileri de burada kastedilen delinin geçici deliliği bulunan kişiler olduğunu söylerler.254 İbn Kudâme (ö.620), Ahmed b. Hanbel’in (ö.241) bu görüşünün kazanın edasının müstehâp olduğu şeklinde anlaşılması gerektiğini ifade eder.255
Mükellefin sorumlu olması için kendisinden talep edilen şeyin Şâri tarafından istendiğini bilmesi gerekir. Bu bilginin niteliği tartışma konusu olmuştur. Mükellefte mücmel anlamda mı yoksa edasını gerektirecek düzeydeki bilginin mi sorumluluğu ortaya çıkardığı araştırmamızın konusu olan dönemin âlimleri arasında tartışılmıştır. Ebû Hâşim’e (ö.321) göre; mücmel düzeyde bilgi, sorumluluğu ortaya çıkarır. Ebû Hâşim el-Cübbâî (ö.321), istenen fiilin bütün şartlarının mükellefler tarafından bilinmesini beklemenin sürekli olarak mümkün olmadığı kanaatindedir.256 Örneğin; namazın kendisine farz olduğunu bilen birçok kişi, onun edası esnasındaki şartlardan haberdar olmayabilir. Ona göre bu bilgisizlik hali, teklîfi ortadan kaldırmaz.
Mükellefte aranan şartlardan biri de anlama kabiliyetinin olmasıdır. Anlama kabiliyeti olmayan kişi teklîfe muhatap olmaz. Kaffâl (ö.365), yaptığı eylemi fark etmeyen gafil kişilerin yasaklar konusunda sorumlu olmadığı görüşündedir. Her ne kadar namazda hata yapandan sehiv secdesi veya hata ile adam öldürenden kefaret istense de bunlar yasaklanmış olan şeyler olmasına rağmen gafil kimse yaparsa bunlardan dolayı harâm işlemiş olmaz.257
Sayrafî (ö.330) de unutkanlık ve hatadan dolayı kişinin emir ve yasaklara karşı sorumlu olmayacağı görüşündedir. Çünkü o, fiillerde asıl olanın kasıt olduğunu,
253
Zerkeşî, a.g.e., I/281. 254
Zerkeşî, a.g.e., I/281. 255
İbn Kudame, el-Muğni, III/13. 256
Zerkeşî, a.g.e., I/294. 257
79
unutkanlık ve hatada ise kastın olmadığını söyler.258 Ona göre bu kişiler harâma ve vâcibe karşı mükellef değildir.
Son şartla ilişkili olan sarhoşun durumu da araştırmamızın konusu olan dönemde tartışma konusu olmuştur. Sarhoşluktan dolayı anlama kabiliyetini yitiren kişi bu duruma bilinçli bir şekilde düşmüştür. Bundan dolayı sarhoşun tasarruflarının durumu tartışılmıştır. İbn Sureyc’e (ö.306) göre böyle bir kimsenin işlediği günahtan dolayı söz ve fiillerinin meydana getireceği her türlü hukûki sonuç uyanık ikenki durumunda olduğu gibi kabul edilir.259 Kaffâl (ö.365) da sarhoşluk durumunda hanımını boşayan kişi ile ilgili iki görüş bulunduğunu söyler. Bunlardan biri sarhoşun bilinci yerinde olmadığından ötürü boşamasının geçersiz olduğudur. İkicisi ise sarhoşun, Allâh’ın içki yasağını işleyip asi olduğundan dolayı ceza amaçlı olarak boşamasının geçerli olduğudur. Ona göre her iki görüşü temellendirecek deliller olması hasebiyle iki görüşün de doğru olma ihtimali vardır.260 Ahmed b. Hanbel (ö.241) de sarhoşluğun, sorumluluğu ortadan kaldırmadığı görüşündedir.261 Hanefilerden Kerhî (ö.340) ise sarhoşun, boşanma, köle azadı gibi tasarruflarının şerî anlamda hüküm doğurmadığı kanaatindedir.262
Mükellefin muztar oluşu teklîfi ortadan kaldıran durumlardan biridir. Eş’arî (ö.324) muztarı şu şekilde tarif etmektedir: “Muztar, def etmesi gücü dâhilinde
olmayan beklenen bir zararı def etmek için, gücü dâhilindeki bir şeyi yapmaya zorlanan kimsedir.”263 Bu tarife göre yapılan fiil, kulun gücü dâhilinde kendisine nispet edilir.
Mu’tezile ise muztar olan kimseye herhangi bir fiilin nispet edilemeyeceği kanaatindedir. Onlara göre her ne kadar işlenen fiil muztarın gücü dâhilinde ise de ona nispet edilmez. Çünkü fiili, iradesi dışında başka bir durum meydana getirmektedir.
258
Zerkeşî, a.g.e., I/281. 259
Zerkeşî, a.g.e., I/285. 260
Zerkeşî, a.g.e., I/285. 261
İbn Kudame, el-Muğni, VIII/238; Zerkeşî, a.g.e., I/286. 262
Buhârî, Keşfu’l-Esrâr, IV/491. 263
80
Ebû Alî el-Cübbâî (ö.303), muztar olan kişide iradesi dışında kendisinde meydana gelecek bu fiili def edebilme gücünün bulunmaması şartını koşmaz. Oğlu Ebû Hâşim el-Cübbâî (ö.321) ise babasının bu görüşüne karşı çıkar.264 Ona göre muztar demek, fiili def edebilecek güçte olmamaktır.