• Sonuç bulunamadı

Kutsal Bağlılık: Anne Sevgisi

2.4. Geleneğin İzinde: Kadın-Erkek İlişkileri

2.4.4. Kutsal Bağlılık: Anne Sevgisi

Hayattaki en önemli varlık olarak kabul edilen anne, çocuğunu karnında büyütür. Çocuk ilk kez onun karnında hareket eder. Anne aylarca karnında taşıdığı evladıyla yatıp kalkar. Dünyaya getirdiği yavrusunu daha ilk andan itibaren etkisi altına alıp, onu besler ve büyütür. Çocuğunu tüm sevgisi ve şefkatiyle kucaklar. Bu yüzden bir çocuğun annesi ile olan ilişkisi tüm hayatını etkileyen belirleyici bir rol oynar. Annenin varlığı çocuk için umudun, güvenin ve iyiliğe inancın temelidir. Ancak özellikle küçük yaşta annesiz kalan çocuklar hayata bu temelleri sağlam bir şekilde atamadan başlarlar ve hayata karşı savrulurlar. Böyle bir çocuğu ele alan, yazarı belli olmayan “Bir

Masumun Vefâtı Yahud Sergüzeştimden Bir Parça” isimli hikâyenin ben anlatıcısı olan

adam evli ve iki erkek çocuk babasıdır. Karısı ikinci çocukları olan Muzaffer’i dünyaya getirdikten birkaç sene sonra hastalanır ve vefat eder. Kadının ölümü herkesten ziyade küçük yaşında öksüz kalan Muzaffer’e tesir eder. Çocuğun temkinli, vakur ve cesur hallerinden eser kalmaz ve adeta aptalsı bir hal alır. Babası evladının bu durumuna çok üzülür, büyük oğluyla onu bu durumdan çekip alabilmek için uğraş verir, ancak çabaları hiçbir sonuç vermez. Çocuk, doyamadığı annesinin sevgisini her yerde arar, anne özlemi yüreğinde bir kor gibi yanar.

“(…) Ailecek oturup istikbâlden bahs ettiğimizde o, Cenâb-ı Haktan validesine kavuşturmasını diler idi. Küçük yaşında böyle düşüncelerle zihninin darmadağın ve kendisinin pejmürde olduğunu gördükçe her ne kadar ben ve büyük biraderi o sahifenin kapanılması için tedbir ve kendini taltif edersek de gül örülmüş ocaklar hararetiyle aralıkta aheng dumanları göğe çıktığını görür idim. On iki yaşına girmiş olduğu halde sıbyân

mektebinden şehâdetnâme alamadığına kendisi de acınmaktan hâli olamaz. Ancak vâlide hasretini bir türlü unutamaz idi.”

(Nilüfer, nr. 52, s. 640)

Kadın-erkek arasındaki sevgi, kardeş sevgisi gibi denk olan kişiler arasında vuku bulan sevginin aksine anne ve çocuk arasındaki sevgi, denk olmayan iki kişinin yaşadığı bir sevgidir. “Bu iki kişiden birinin yardıma gereksinmesi vardır, öbürü bu

gereksinmeyi karşılar” (Fromm, 1995: 53). İşte bu özverili ve fedakâr özelliğinden

dolayı anne sevgisi, en yüce sevgi olarak tanımlanır. Çünkü anne ve çocuk arasında kutsal bir bağ vardır. Annesinin varlığına ve sevgisine muhtaç olduğu bir dönemde onu kaybeden Muzaffer’in hayat karşısındaki direnci kırılır. Babası ve ağabeyi hayatta olmasına ve onu el üstünde tutmasına rağmen, o her daim annesini arar, ona kavuşmak için Allah’a dua eder. Onun hastalanıp ölmesi ile sonuçlanan kaderinin merkezinde anne sevgisinden yoksun kalma sorunu vardır. Bu noktada annenin varlığının ve sevgisinin bir çocuğun geleceğini şekillendirme hususunda babadan daha ön planda olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Mehmed Celâl’in “Mezar-ı Mâder” isimli hikâyesinde üç ay önce vefat eden karısının mezarını ziyaret etmek için kabristana gelen adam beraberinde küçük oğlunu da yanında getirir. Üç aydır annesinin evde olmadığını bilen, ancak ona ne olduğu konusunda tam bir fikir yürütemeyen küçük çocuk, mezar taşında yazan ve güçlükle okuduğu “Şefika” ismini okuyunca annesinin o mezarda olduğunu idrâk eder. Alnı buruşur, kaşları çocuksu bir gazapla çatılır, pembe dudakları solar ve annesinin mezarına sarılarak ağlamaya başlar. Babası bir süre onun bu haline ses çıkarmaz, ama oğlunun bu haline de gönlü razı gelmez ve artık gitmeleri gerektiğini söyleyerek, onu bu atmosferden çıkarmak ister. Ancak çocuk, annesinin mezarı başından ayrılmayı kabul etmez. Adam ne yapsa fayda etmez. Vapur, kanarya, çalgı, kuzu gibi onun gönlünü cezbedecek şeyleri almaya söz verse de küçük çocuk kabul etmez. Onun istediği tek şey annesidir.

“-Ben o vapuru, o kanaryaları, o kafesi, o çalgıyı, o kuzuyu istemem.

-Yavrum! Ya neyi istersin?

Çocuk yaşlı gözlerini indirdi, söyleyeceğini unutmuş gibi bir saniye kadar düşündü, kirpiklerinden süzülen yaşları sile sile dedi ki:

-Ben mi? Anacığımı yalnız anacığımı isterim!” (Resimli Gazete,

nr. 22, s. 272)

Babasıyla beraber kabristana gidip annesinin mezarına giden, mezar taşında yazan ismin annesinin ismi olduğunu görünce annesinin neden üç aydır evde olmadığının farkına varan küçük çocuk, gerçeğin ağırlığı altında ezilir ve annesinin mezarına sarılarak gözyaşı dökmeye başlar. O yaşta bir çocuğun en büyük isteği, olduğu gibi sevilmektir. Bunu kendisine sağlayan tek kişi annedir. Anne kucağı sıcaktır ve çocuğa doygunluk, güven ortamını veren kişidir. Çocuğun hem bedenen hem ruhen annenin koşulsuz ilgi ve sevgisine ihtiyacı vardır. Annesinin ölümünden sonra babasıyla bir başına kalan çocuk, babasının sevgisiyle, onun üstünlüğünü ve liderliğine duyduğu gereksinimi dindirir. Ancak annenin güven ve sevgi dolu kucağından mahrum kalır. Annesinin öldüğünü anlayan ve sonsuza kadar ondan mahrum kaldığının bilincine varan çocuğun ağlamasına bir süre ses çıkarmayan babası, daha sonra onun bu halinden endişe duymaya başlar. Annesinin ölümünün farkına varan çocuğunun “hayata küsmesini

istemediği için kendi ruhunun karanlık ve güçsüz taraflarını kapatarak, oğluna ruhunun aydınlık ve ümitvar taraflarını gösterme eğilimi içine girer” (Kanter, 2008: 39). Çocuğu

içine düştüğü ruhsal bunalımdan kurtarabilmek adına gözyaşlarına engel olur, gülümser, çocuğa hoşuna gidebilecek şeyleri gidip almalarını teklif eder. Ancak çocuk bunların hiçbirini istemez. Onun tek isteği annesinin yanında olmasıdır. Anne sevgisini yoğun bir şekilde hissetmeye ihtiyacı olduğu bir dönemde annesiz kalan çocuğun, annesizlik ruhunda derin izler bırakır.

Ahmed Râsim’in “O Çehre” hikâyesinde anne sevgisi teması, anneliğin dokuz ay karnında taşımaktan ibaret olmadığı, çocuğa bakan, büyüten, ona sevgisini veren, onu yetiştiren kişinin gerçek anne olduğunu ele alması bakımında dikkat çekicidir. Hikâyedeki kadın hamiledir, ancak kocasını değil bir başka adamı sevmektedir. Evladını dünyaya getirdikten sonra yaşadığı hayat onun için iyice çekilmez bir hal alır. Çocuğu daha üç aylıkken sevdiği adam için evi terk eder. Küçük kızı kayınvalidesi sahiplenir. Aradan on beş sene geçer. Aşkının peşinden giden, zevk ve eğlence âlemlerinde ömrünü geçiren kadının hem ruhu hem de bedeni seneler içerisinde darmadağın olur. Kızını ve kocasını terk edip seçtiği bu hayat onu mutlu etmemiş bilakis perişan bir hale gelmiştir. Bir gün dayanamayıp on beş sene evvel terk ettiği evin kapısının önüne gelir ve bütün cesaretini toplayarak kapıyı çalar. Kapıyı sarışın, uzun boylu, parlak alınlı, beyaz yüzlü bir kız açar. Onun seneler evvel terk edip gittiği kızı olduğunu anlar. İçeriden

kayınvalidesi kapıyı çalanın kim olduğunu merak ederek gelir. İhtiyar kadın, gelinini karşısında görünce hiddetlenir. Genç kız neler olup bittiğine bir anlam veremez. İhtiyar kadın, genç kıza bu kadının kendisini seneler evvel bırakıp giden annesi olduğunu söyler. Ancak genç kız bunu kabul etmez, çünkü ona bakan, onu büyüten, kahrını çekip bugünlere getiren kadın büyükannesidir.

“Lakin o perverde-i ismet bu hitâbdan yüzü gül gibi kesilerek büyük anasının kucağına atıldı ve bir sadâ-yı hazîn ile: “Ben nankör olamam. O doğurmuş. Pişman olmuş. Sen beni âgûş-i şefkatinde büyüttün. O batın bilmediği bir kanuna tabʽan besledi. Bu âgûş beni nevâzişlerle uyuttu.” Zemininde hissiyât ve nefret ve istikrâhını anlatırcasına göründü. Söylemek istedi. Muvaffak olamadı. Fakat birden bire: “İstemem, istemem” diye odadan çıktı.” (O Çehre, 1894: 26)

Bir kadının anne olabilmesinin temel niteliği doğurmak değil, verici olmaktır. Bir annenin esas vazifeleri korumak, kollamak, kol kanat germek, sorumluluk almak ve çocuğunu büyütmektir. Bir kadının bunları gerçekleştirmek için illa ki hamile kalmasına ve bir çocuk doğurmasına gerek yoktur. Çünkü anne olmak sadece bir çocuk dünyaya getirmek değil, onu sevmek, büyütmek, ona emek vermektir. Hikâyede öz annesi tarafından daha üç aylıkken terk edilen genç kız, büyükannesini öz annesi olarak kabul eder. Onu ortada bırakmayan, sahiplenen büyükannesinin kendisi için yaptığı fedakârlıkların bilincindedir. Zira “anne karnındaki çocuğun ihtiyacı ile anne

kucağındaki çocuğun ihtiyacı arasındaki farkı anlamak” (Çamlıca, 2012: 73)

mecburtiyetinde olan öz annesi bunu anlamamış ve onu terketmiştir. O zaman başka bir adama âşık olup gençlik hevesiyle kocasını ve daha yeni doğurduğu evladını terk eden, sefâhât âlemlerinde senelerini heba eden kadın, gerçeklerin farkına vardığında, telafi edilmesi imkânsız gerçeklerle yüzleşmiş olur ve yaptıklarından dolayı son derece pişman olur. Her şeye rağmen içinde sönmeyen annelik duyguları onu seneler evvel terk ettiği evinin önüne getirir. Ancak öz kızı, sevginin karşılığının emek olduğunu, anne olarak tanıyıp bildiği büyükannesinin emeğinin, öz annesinin emeğinden daha üstün ve yüce olduğunu, söylem ve tavırlarıyla ortaya koyar.