• Sonuç bulunamadı

Aşkın Karşılık Bulmayan/Bulan Halleri

Karşılıksız aşk, itiraf edilemeyen aşka nazaran daha vurucu bir histir. Zira itiraf edilemeyen aşkın itiraf edilince ne gibi bir hal alacağı bilinmez, her türlü olasılık söz konusudur ve itiraf eden kişinin daima bir umudu vardır. Ancak sevdiğinden karşılık bulamamış aşk, âşık için oldukça zor bir durumdur. Çünkü karşılıksız aşkta umut adına bir şey söylemek imkânsızdır.

Ahmed Râsim’in “Mihnet-i Aşk” hikâyesinde sevdiği kızın kendisini sevmediğini, ona asla kavuşamayacağını bilen ve ona sadece uzaktan bakmakla yetinen, bu nedenle ruhu acılar içinde kıvranan genç bir delikanlının yaşadıkları gözler önüne serilir. Bu hikâyede tabiat ön plandadır. Hikâyede ismi verilmeyen delikanlı, yanına bir

arkadaşını da alarak Kalamış Koyu’na doğru yürümeye başlar. Onların yürümeye başladığı zamanlarda gün yeni ağarmış, tabiat uyanmıştır. Hikâyenin giriş bölümü, Kalamış Koyu’nun güzelliklerinin tasviri ile başlar. Daha sonra iki arkadaş denizde bir sandala binerler ve küreklere asılırlar. Bir süre kürek salladıktan sonra tekrar karaya çıkarak ilerlemeye devam ederler. Kısa bir süre sonra fener yolundan bir lando görünür. İşte tüm bu yürüyüşler, denizde kürek çekmeler bu landodaki bayanı görmek içindir. Landonun içindeki genç bayan, kendisini görebilmek umuduyla yolunu gözleyen delikanlıya acıyarak bakar. Bu sırada delikanlı, yanındaki arkadaşına şunları söyler ve karşılıksız aşkın insanın kalbinde yol açtığı hüznü dile getirir:

“İşte benim mihnet-i kalbim! Ben bu sadmeye senede üç dört defa uğrarım. Her uğrayışımda eczâ-yı hayatımdan bir kısmının mahv olduğunu görüyormuş gibi halecân içinde kalırım.”

(Hazine-i Fünûn, nr.1, s. 79)

Yüreğinde yeşeren aşk duygusu ve bu aşka karşılık alamaması sonucunda hayata karşı takındığı olumsuz tavır, onun ruh âlemine tesir ederek ifadelerinde acı ve kederi etkin kılmıştır. Sevdiğini gördüğünde hissettiği acıları anlatan kahramanın aşkı karşılıksız olmakla beraber, etkisi canlılığını olanca kuvvetiyle sürdürür. Bu noktada karşılıksız aşkın ele verici yönü yansıtılır. Çaresiz genç o gece sabaha kadar uyuyamaz, sevdiği kızın hayali gözünün önünden bir an bile gitmez. Karşılıksız aşkının acısı, yüreğine bir bıçak gibi saplanır. Hikâyenin dokusuna dramatik bir biçimde nüfuz eden karşılıksız aşkın ortaya çıkardığı hüzün, sevdiği bayana asla kavuşamayacak olmanın verdiği ıstırabın ruhunda yarattığı kederin eseridir. O, aşkına bir karşılık alamamasına rağmen, o kadını sevmekten ve senede üç dört kez onu görmekten kendini alamaz. Bu açıdan bakıldığında kendini ifade etme konusunda sorun yaşayan, içinde büyüyen karşılıksız aşkı hayatının merkezine yerleştiren kahraman kendi kabuğuna çekilmiş ve

“kökten yalnızlık içinde paradoksal bir yaşamın ortasındadır” (Kanter, 2008: 112).

Başka birine meyletmeyerek, dünyaya karşı bir tavır içine girer.

Ahmed Râsim’in bir başka hikâyesi olan “Bikr Hayâl”de de karşılık göremeyen bir aşk ve bu karşılıksız aşka tutulan bir adamın yaşadıkları anlatılır. Bu adam bir şairdir. Genç bir kıza âşık olur. Onu görmek, arayıp bulmak ve görebilmek için devamlı surette çaba gösterir. Hatta ona mektuplar yazar. Yazdığı mektupların birinde şunları kaleme alır:

“Ben seni gençliğim için değil dem-i şeyhûhetim için hazırlıyorum. Ben senin vücudunla hengâm-ı pîrîde ihyâ-yı şebâba muvaffak olacağım. Saçlarım, sakalım ağarmış, yüzüm felaketten buruşmuş, vücudum intizâ-i hayattan nişan veren lerzelerle rahnedâr olmuş, fikrim, hatıram boşanarak yalnız senin hayalin kalmış olduğu bir zamanda seni, bütün âmâlimin nokta-i ictimâî bütün hevesâtımın muhriki olan seni görerek kitâb-ı hayatımı bir de aşağıdan yukarıya okuyarak dünyada geçirdiğin eyyâm-ı muhabbeti mizân etmek isterim. (…) Yalnız seni sevmek için mütehassisim. Yalnız seni görerek, yaşamak denilen bu maişet-i elîmeyi unutmayı arzu ederim.” (Malûmât,

nr. 21, s. 451)

Şair tabiatının ona bahşettiği yeteneklerle sevdiği kıza karşı olan duygularını anlatan ben anlatıcı, onu sadece gençlik yıllarında değil bir ömür sevmeye hazır olduğunu, dünyanın gamını, kederini onunla unutacağını ifade eder. Ancak bu mektup da dâhil olmak üzere, sevdiği kıza yazmış olduğu hiçbir mektuba karşılık alamaz. Araya on beş yıllık bir zaman girer, şair, sevdiği kızdan hiçbir haber alamaz. Ama bu on beş yıllık sürede onun hayaliyle yanıp tutuşur. Bir yaz günü Göksu’da gezerken ona rastlar. Geçen zaman bünyesine sirayet etmiş, olgunlaşmıştır. Yanında iki çocuğu vardır. Kadın, şairi tanımaz, ama adam karşılık görmeyen aşkının, o el değmemiş hayalin gönlünde ilk günkü ateşiyle yandığını hisseder. Bu hikâye, karşılık bulamayan bir aşkın üzerinden geçen zamana rağmen anılarıyla derin izler bıraktığı için unutulmayan bir aşkın ben anlatıcıyı her yönden etkisi altında tutuşunu gözler önüne serer. Yoğunlaşan, günden güne artan, bedeni aşan, bununla beraber vazgeçilmez bir tutkuya dönüşen, sınırı olmayan, karşı konulmaz bir aşk duygusunun yakıp kavurduğu ben anlatıcının kendi arzu ve istekleri âşık olduktan sonra sadece kendine yönelik olmaktan uzaklaşmıştır. O artık yalnız kendini düşünemez. Sevdiğini kendinden daha çok düşünür. Ona duyduğu kavuşma isteği benliğinin sınırlarını çoktan aşmıştır. Öyle ki, ona duyduğu hasret, fiziksel ve mantıksal ihtiyaçları aşmış, derin bir boyuta ulaşmış ve ruhsal bir seviye kazanmıştır. Ayrıca hikâyede âşık olduğu kıza bir eş, dost, yoldaş olmak istemesi, sevdiğine kendini böyle bir âşık olarak tanımlaması, Türk hikâyesinde âşığa getirilen yeni bir nitelemedir.

Ahmed Hikmet’in “Vesim Bey” hikâyesinde aynı kişiye âşık olup aşkına karşılık bulamayan iki kız kardeş vardır. Bunlar Lili ve Tea’dır. Genç, yakışıklı ve istikbal vadeden bir bey olan Vesîm, bir arkadaşı vesilesiyle Rölandi ailesiyle tanışır. Rölandi ailesi tarafından oldukça beğenilen Vesîm, daha sonra kendi ailesini de onlarla tanıştırır. İki aile arasında zaman içerisinde samimiyet ilerler. Bu samimiyet, Vesîm ve Rölandi ailesinin kızları olan Lili ve Tea arasında da aynı doğrultuda gelişir. İki kız kardeş, Vesîm’e karşı derin duygular beslemeye başlarlar. Vesîm de bu durumun farkındadır. Ancak o, içten içe Lili’ye karşı bir şeyler hissetmektedir. Fakat Tea’yı da üzmemek adına Lili’ye olan hislerini belli etmez. İki kız kardeş özellikle Tea karşılıksız aşkın acısını çok daha yoğun yaşar ve bunu her halinden belli eder. Madam Rölandi, Vesîm’in annesine Vesîm ve Tea’nın evlenmesinin münasip olacağını söylese de Vesîm’in annesinden olumlu bir yanıt alamaz. Tea, son bir hamleyle Vesîm’e kendisiyle evlenmek istediğine dair bir mektup kaleme alır.

“(…) Genç, Tea’dan aralarında bir râbıta-i ebediye teklifine dair bir mektup aldı. Bu kâğıdı zavallı kızın ne kadar çekine çekine yazdığı üslûb-ı ifâdesinin kesikliğinden, perişanlığından anlaşılıyordu. Vesîm bey, istikbâlini temin etmeden izdivâc-ı mûcib-i bahtiyar olamayacağına dair güzel ve nazik bir cevap yazdı.” (Maârif, nr. 196, s. 369)

Vesim’e duyduğu aşka bir kez daha karşılık alamayan Tea, büyük bir hayal kırıklığına uğrar. İki kız kardeşin arasında kalan Vesîm adeta kaçarak Avrupa’ya gider ve orada dört sene kalır. İstanbul’a geri döndüğünde Lili’nin Floransa’da tifodan öldüğünü öğrenir. Tea da evlenmiş ve çocuk sahibi olmuştur. Dört yıl sonra Vesîm’le sokakta karşılaşan Tea, her ne kadar evlenmiş ve hatta çocuk sahibi olmuş olsa da karşılıksız aşkını hatırlayarak gözyaşlarının akıp gitmesine engel olamaz. Aşk, insanın gönlünü gizliden gizliye kuşatır, ele geçirir ve kısa sürede için için kanayan bir yaraya dönüşür. Tea da bu kuşatmadan ve yaradan nasibini almıştır. Yara zaman içinde kabuk bağlasa da sızısı hiç dinmez. Tea, geçen dört sene boyunca uzaklardaki Vesîm’i hatırlar, birlikte geçirdikleri zamanlara özlem duyar ve bunun ruhunda yarattığı hüzün, Vesîm’i uzun bir aradan sonra yeniden görünce adeta tavan yapmış bir duygu yoğunluğuyla akseder. Eski günler geride kalsa da, anılar küllenmeye yüz tutsa da, Tea için Vesîm’den karşılık görmemenin ve ayrı düşmenin verdiği acı, canını yakmaya devam eder. Evlenip çocuk sahibi olmasına rağmen, Tea’nın hatırlayışı, yüreğine

hükmeden Vesîm’i yeniden karşısında görünce karşılıksız aşkının acısı ve ona asla kavuşamayacak olmanın verdiği hüzün ekseninde cereyan eder. O, karşılıksız aşkın bir kurbanıdır.

“Bir Âşık Mahrûm’un Rûyâ-yı Hâili” hikâyesinin başkişisi Mahrûm’un kız

kardeşi Zühre’nin Nesibe isminde oldukça güzel bir arkadaşı vardır. Mahrûm mektebe gidip gelirken bu güzel kızı görür ve ona karşı kalbinde derin duygular yeşermeye başlar. Seneler hızla geçer. Nesibe artık büyümüştür, eskisi gibi sık ve açık bir şekilde dışarı çıkamaz. Mahrûm ile her tesadüf etmelerinde onun gözünün içine bakan ve ona gülümseyen Nesibe’nin de kendisine karşı aynı derin hisler beslediğine inanır. Birkaç defa kıza mektup vermeye niyetlenen Mahrûm, her defasında bunu yapmaktan vazgeçer. Sonunda ailesini Nesibe’yi istemeleri için kızın ailesine gönderir, ancak hiçbir şey Mahrûm’un tasavvur ettiği gibi değildir. Nesibe başka biri ile nişanlanmış ve yakında evlenecektir. Nesibe’nin gözünde Mahrûm’un aşkının karşılığı yoktur. Mahrûm, bakışları ve tebessümleriyle kendisine umut veren Nesibe’nin yaptıklarını çok düşünür, ancak yine de bu durum onu isyan etmeye sürüklemez.

“Acaba bu vefasızlığı için rûh-i müşahhası bulunan meleğe hiçbir serzenişte bulunmamış mıdır? Ona bu hakkı kim verdi? Nesibe’den bir vaad mi almış idi? Bir genç kız mültefitâne tebessümleri bir erkeğe hakk-ı serzeniş vermeye kâfi midir? Buralarını hiçbir zaman fikr-i muhakemeden devr tutmayan Mahrûm, mini mini hanıma hiçbir şikâyette bulunmamamyı tercih etmiş (…) artık kendisinin olması müstehil olan sevdiğine perestişkârâne mütehassirâne bir nazarla bilâ-ihtiyâr ağzından düşürmüştür.” (Teavün-i Aklâm, nr. 11, s. 86)

“Âşık olabilmek için sevme becerisini asgari düzeyde de olsa edinmiş olmak gerekir” (Göka, 2015: 204) ki, hikâyenin başkişisi olan Mahrûm’un bu beceriye mâlik

bir erkek olduğunu hikâye boyunca gözlemlemek mümkündür. O, hayat seyrinde aşkı ve Nesibe’yi kendisine sunulan bir var olma fırsatı olarak görür ve kendisini Nesibe’yi yüceltmeye adar. Nitekim ailesini onu istemeleri için göndermesi bunun ilk adımıdır. Ancak aşk hayatının kaotik ortamı, Mahrûm’u aldatır. Kızın bakışları ve tebessümleri onun düşündüğü gibi değildir. Nesibe’nin gönlü bir başkası için atmaktadır ve onunla nişanlanır. Yaşadığı hayal kırıklığının etkisi her şeye rağmen Mahrûm’u kendi sınırlarının farkındalığından uzaklaştırmaz. Onun arzu ettiği şey, sevdiği kız olan

Nesibe ile evlenip mutlu bir yuva kurmaktır. Ancak bu arzusuna nâil olabilmek için, kızı zorlayacak durumu da yoktur. Kendisine bakışlarla ve tebessümlerle umut verilmiş dahi olsa, Nesibe’nin bunu kendi ağzıyla söylemediğini bilir. Bu nedenle haddini bilir, kimseye zarar vermez ve arzusunu baskılar. O, karşılıksız aşkının kendisine yaşattığı acıya rağmen yaşadıklarını olduğu gibi karşılayan, kaderiyle dövüşmeyen olgun bir kişilik görüntüsü sergiler. Onun olgun kişiliği, karşılık bulamadığı aşkı olgun savunma düzenekleri içinde yaşar ve kendi için en doğru olanın İstanbul’dan ayrılmak olduğunu düşünerek, Akdeniz’de bir sahil köyüne yerleşir.

Abdullah Zühdü’nün “Bir Hatıra” isimli hikâyesindeki karşılıksız aşk bambaşka bir biçimde ele alınmıştır. Hikâyenin ben anlatıcısı, çocukluk arkadaşı olan Latif’ten halinin iyi olmadığını ve kendisiyle görüşmek istediğini anlatan bir mektup alır. Ben anlatıcı, Latif’ten böyle bir mektup aldığı için oldukça şaşırır. Çünkü onun tanıdığı Latif şen şakrak, hayat dolu, umursamaz bir insandır. Arkadaşını oldukça merak eden ben anlatıcı, Latif’in mektupta tarif ettiği Kanlıca’daki yalıya gider. Ancak yalıya geldiğinde buranın virâne halini görünce şaşkınlığı biraz daha artar. Nihayet iki arkadaş bir araya gelir ve sohbet etmeye başlarlar. Latif her emeline nâil olan bir gençtir. Ancak önce pederinin vefat etmesi, daha sonra evlenip zevcesinin ihanetine uğraması, hemen ardından annesinin vefat etmesi gibi olaylar onu perişan eder. Daha sonra İstanbul’a gelir. İkâmet etmek üzere bir ev aramaya başlar ve gazetelerden birinde Kanlıca’daki oturduğu yalıya dair ilânı görür. Yalıyı görmek üzere geldiğinde yıllar önce kendisinden karşılık bulamayan âşığını ve onun kırmış olduğu kalbini hatırlar. Tam dokuz sene önce yaşanan bu aşk ilişkisinde kadın, Latif’i çok sever, ondan ayrılmak istemediğini ve onunla evlenmek istediğini söyler. Ancak Latif gençliğin kendisine verdiği uçarılıkla bunu kabul etmez. Kadın onu “Ya beni sev ya da bedbaht olacaksın” diyerek terk eder. O zaman bu olayı umursamayan Latif, yıllar sonra bu yalıya ayak bastığında bu olayı hatırlar. O kadının kendisini çok sevdiğini ama kendisinin bu aşka karşılık vermediğini hatırlar ve bu durum onu derinden yaralar. Karşılıksız aşkın verdiği acıyı yaşama sırası Latif’e gelir.

“(…) O gün bu yalıyı yalnız muazzeb olmak, yalnız ağlamak için satın aldım. Artık burada yaşamaya karar verdim. Şimdi bir mezardaki gibi hep burada vakit geçiriyor. O sevmediğim kadının –kim bilir ne olan- hayaline perestiş ediyor. Geceleri bütün divânhânelerde yıkık dökük, viran yerlerde; harâb hasta,

bî-mecâl gönlümün –bilmem nasıl?- perestiş eylediği hayali arayarak kendimi teselliye çalışıyor. Sahile çarpan dalgaların bir âheng-i muttaridini bir nağme-i muhabbet zan ediyor. Bir de bana: “Sev beni. Bedbaht olacaksın” cümlesini daima tekrar eylediğini hiss eyliyorum.” (Rehgüzâr-i Matbuatta, 1896, s.160)

Latif’in yıllar önce sadece bir gönül eğlencesi olarak gördüğü kadının ona canı gönülden bağlanması ve ona olan aşkını ilân etmesi “rastlantıdan yazgıya geçiştir, bu

yüzden onca tehlikeli, onca korkutucudur” (Badiou-Truong, 2011: 41). Kadın, Latif’e

duyduğu aşkın ilânını bir kez yapmakla yetinmez, uzun sürer, birkaç kez ilân eder, pek çok kez dile getirir ve bunu gerçekleştirirken üstüne sorumluluk yükleyen aşk duygusunun gerçekleştiğini ilân etmekten çekinmez. Kadının aşkını ilân etmekteki amacı, Latif’te de kendisinde olduğu gibi bir aşk duygusu uyandırmak, ondan bir sadakat çıkarmaktır. Ancak kadının duygularının Latif için bir ehemmiyeti yoktur, onun duyguları Latif’in duygu dünyasında mânâsını bulmaz. Kadının “Ya beni sev ya da bedbaht olacaksın” demesi, Latif’in bu aşka karşılık vermemesi ve kadının çekip gitmesi, bu aşkın yazgısını sonlandırır. Latif’in bundan sonraki hayatında olumsuzluklar peşini bırakmaz ve onu bedbaht etmekten başka bir çizgide ilerlemez. Seneler sonra İstanbul’a döndüğünde oturmakta bulunduğu virane yalıyı görünce hatıraları depreşen ve karşılık vermediği aşkının acısını yüreğinin derinlerinde hisseden Latif, bir daha hiç görmediği bu kadının hayalini yaşatmak için bu yalıda oturmaya başlar. Artık o da karşılıksız aşkın ne demek olduğunun bilincindedir. Kendisine bu denli büyük bir aşkla bağlı olan bir kadının aşkına karşılık vermemesinin ne kadar büyük bir hata olduğunu uzun zaman sonra anlar. İstanbul’a geri dönüp bu virane yalıyı gördüğünde hiçbir şeyle karşılaştırılamayacak bir yoğunluk ve ihtiyaç hisseden Latif, hayaliyle yaşadığı kadının aşkından vazgeçmemek için bu evi alır ve acı hatıralarıyla baş başa bir hayat sürdürür.

İlân edilen bir aşkın neticesinde bir engel olmadan ya da engelleri aşarak birbirlerine kavuşan âşıkların anlatıldığı hikâyeler olup, genellikle sonu mutlu biten hikâyelerin sayısı azdır. Sonu mutlu biten bu hikâyelerden birisi Tahirzâde Kâzım’ın

“Ne Saadet” isimli hikâyesidir. Saadet ve Fuat, birbirlerini küçük yaşlarından beri çok

sevmektedirler. Ancak Saadet’in annesi, kızını bir başka delikanlıya verir. Saadet, bu kötü haberi Fuat’a verir. Fuat yıkılır, iki âşık gözyaşları içinde birbirine veda eder. Bundan on gün sonra Saadet’i verdikleri delikanlının Halep’e tayini çıkar. Saadet’in annesi kızını o kadar uzaklara göndermek istemez. O yüzden bu iş bozulur. Bu

durumdan cesaret bulan Saadet, annesine Fuat’ı sevdiğini söyler. Kadın, Saadet’e bu durumu neden kendinden gizlediğini sorar ve Fuat’la evlenmelerine karşı gelmeyeceğini bildirir. Artık iki genç âşığın kavuşmalarının önünde herhangi bir mani kalmamıştır.

“İşte bu iki genç artık beraber yaşayacak, şehrâh-ı hayatlarında tesadüf edecekleri musibet, felâket, meyusiyet gibi âlâm-ı beynlerinde taksim edecekler. Birinin mesrûriyetine diğeri de iştirâk edecek. Yekdiğerini seven iki genç için ne büyük saadet!”

(Hazine-i Fünûn, nr. 41, s. 422-423)

Hikâyede aşkla büyüyen, kök salan mutlulukları, sevenlerin ayrılmak zorunda kalmasıyla yerini çaresizliğe bırakır. Birbirlerine mutlulukla gelen ve birliktelikleriyle birbirlerinin hayatına anlam katan iki âşık, ayrıldıklarında içlerini yakıp kavuran bir hasret ateşinin içine düşer. Bu iki âşığın kavuşması, iki âşık için umutsuz bir vakaya dönüştüğü anda, kader bu iki gencin yüzüne güler. Bu hikâyede dikkati çeken en önemli nokta, geleneksel Türk aile yapısı içinde kız çocuğunun evleneceği insanı seçme konusunda söz sahibi olamamasıdır. Saadet, yıllardır Fuat’ı sevmesine rağmen annesi kendisini başka bir delikanlıyla evlendirme kararı alınca buna rıza göstermekten başka çare bulamaz. Ancak annesi vermekten vazgeçince konuşabilir. Saadet, o dönem için bir emsaldir. Zira pek çok genç kız hiçbir şekilde kendisine danışılmadan, tamamen ailesinin istediği kişiyle evlenmek mecburiyetinde kalır. Ancak aşkın, Saadet’i “ataerkil

bir toplumda tüm geleneksel değerleri karşısına alacak kadar sardığı ve değiştirdiği”

(Korkmaz, 2008: 139) gerçeğini yadsımak mümkün değildir.

Mustafa Reşîd’in “Çiçekçinin Kızı” isimli hikâyesinde bir arkadaşının düğünü için İstanbul’a gelen Lord İstefanson, düğüne götürmek için bir çiçek demeti yaptırmaya karar verir. Beyoğlu’nda bir çiçekçi dükkânına gider. Dükkânın sahibi olan yaşlı adam, Lord İstefanson içeri girer girmez onun önemli bir zat olduğunu anlar ve hemen onunla ilgilenmeye başlar. Lord, beş yüz frank vererek çok güzel bir çiçek demeti hazırlanmasını ve hiçbir eksiğinin olmamasını talep eder. Yaşlı adam, Lord’a hiç merak etmemesini ve bu demeti kızı Viyolet’in hazırlayacağının teminatını verir. O anda çiçekler arasından Viyolet görünür. Viyolet’i görür görmez kalbi hızla çarpmaya başlayan Lord İstefanson, kızı çok beğenir. Lord’un bakışlarından, tavırlarından kendisini beğendiğini anlayan Viyolet, bu duruma çok memnun olur. Çünkü o da Lord’u çok beğenmiştir. Küçük yaşlardan beri böyle yakışıklı, güçlü ve zengin bir adamla evlilik hayalleri kuran Viyolet’in zihninden o anda türlü türlü düşünceler akıp

gider. Lord İstefanson, arkadaşının düğünü sona erdikten sonra çiçekçi dükkânına tekrar gelerek yaşlı adama kızını çok beğendiğini ve onunla evlenmek istediğini belirtir. Yaşlı adam bu istek karşısında önce şaşırır, sonra çok memnun olur. Viyolet de hayallerindeki adamın kendisiyle evlenmek istemesinden ötürü çok mutludur.

“İhtiyar çiçekçi sevincinden lordu der-âgûş etti. Müteâkiben koşarak kızının yanına gitti. Eşk-i şâdi dökerek teveccüh eden ikbâli tebşir eyledi. Viyolet beyân-ı teşekküre gelir iken Lord şitâb ile elini takbîl etti. Üçü de ifâ-yı teşekkür için kelâma arz-ı ihtiyaç etmedi. Gözleri, bu vazifeyi beligâne-i edâ eyledi.”

(İkdâm, nr. 93, s. 3)

Hikâyeye genel olarak bakıldığında ilk görüşte ortaya çıkan bir aşkın varlığı söz konusudur ve bu aşkın oluşmasında tesadüfler zincirinin büyük payı vardır. “Aşk ölümü

bekleyen bir ruhun yeniden dirilmesi gibidir, insana yaşanmaya değer güzelliklerin tükenmediğini hatırlatır” (Çetindağ, 2011: 26). Aşk, insanın hayatını monotonluktan,

basitlikten arındırır, kişiye kendisini daha yakından tanıma olanağı sağlar. Ne kadar farklı özelliklere sahip olduğunu gösterir. Lord İstefanson, görmüş geçirmiş, hayat tecrübesi olan ama aşktan yana umudu kalmamış bir adamdır. Pek çok ortamda bulunan, pek çok insan tanıyan Lord, Viyolet’i daha önce tanıdığı kadınlardan farklı bulur. Kızın güzelliğine hayran kalmakla beraber masumiyeti de onu cezbeder. Anlık etkileşim, ilk görüşte birbirini beğenen bu iki insanın yakaladığı en büyük değerdir. Yüreğini kuşatan aşk duygusunun etkisiyle, kendinde başka bir İstefanson bulur. Düğünden sonra tekrar çiçekçiye gelip kızın babasına Viyolet’le evlenmek istediğini söylemesi bundan ileri gelir. Zira aşırı beğeniyle ortaya çıktığı görülen sevgi ve bağlılık duygusu, çok kısa bir