• Sonuç bulunamadı

Evlilikte Geleneksel Olanın Korunması/Eleştirisi

2.4. Geleneğin İzinde: Kadın-Erkek İlişkileri

2.4.1. Evlilikte Geleneksel Olanın Korunması/Eleştirisi

Evlilik tarihi, insanlık tarihi kadar köklü bir geçmişe dayanır. En eski çağlardan günümüze evlilik farklı biçimlerde kendini gösterir. Evlilik, bir kadın ve erkeğin kendi hür iradeleriyle, severek ve arzu ederek bir çatı altında cinsel ve duygusal açıdan birbirlerini tamamlamalarına olanak sağlayan kutsal bir beraberliktir. Bu beraberlik nikâhla yasal hale getirilir ve toplum tarafından da onaylanır. Evlenen eşler birbirlerine olan bağlılıklarını atfederler. Bundan böyle eşler birbirine karşı sorumludur ve hayatlarını paylaşma hususunda anlaşırlar. Bununla beraber evlilik, eşlere bazı haklar, görevler ve sorumluluklar yükleyen bir kurumdur. Ayrıca, “toplumların kendi

kurallarını, değer yargılarını ve kültürlerini aktardığı bir yaşam biçimidir” (Göknar,

2016: 70). Kuşakların devamına zemin hazırlayan ve çocukların dünyaya gelmesiyle zenginleşen bir birlikteliktir.

Evlilik kurumunda geleneksel yönün yoğunlaştığı, bu kuruma ait değerlerin farkında, ayakları yere sağlam basan karı ve kocaların ön plana çıktığı kahramanları, Ara Nesil dönemi hikâyelerinde görmek mümkündür. Mehmed Celâl’in “İki Hayat” isimli hikâyesinde yazarın ağzından evli, yuvasına bağlı, örnek bir erkeğin tanımı bir örnekle gözler önüne serilir. Evinden işine giden adam, iş çıkışı arkadaşlarının kendisini davet ettiği gece âlemlerine gitmeyi kabul etmez. İşten çıkar, evine, karısına ve çocuğuna gider. Yazar, bunun bir ilerleme göstergesi olduğunun altını çizer.

“Haydi birader! Bu akşam Galata’ya geçelim. Eğleniriz.” Bunlara şöyle cevap verir: “Pek mazurum kardeşlerim! (…) Yalnız çarşıya uğradı. Güzel kızına bir fanila, sevgili zevcesine bir terlik aldı. Yarım saat sonra kızının alnını buselere gark edecek, zevcesinin kolları arasına atılacak. Bu bir terakkidir.”

(Hazine-i Fünûn, nr. 30, s. 242)

Hemen her toplumda olduğu gibi Türk toplumunda da kadın-erkek beraberliğine bir şekil verilmiş ve bu, gelenek göreneklerle düzenlenmeye çalışılmıştır. Çünkü kadın ve erkeğin beraberliği insan neslinin devamı için zorunlu bir olgudur. Bu zorunluluk, Türk toplumunun yapısı doğrultusunda evlilik kurumu aracılığıyla gerçekleşir. Sağlıklı toplum, sağlıklı bireylerin bir araya gelmesiyle teşekkül eder. Bu da evlenen karı ve kocaların kurdukları sağlam aile düzeniyle mümkündür. Hikâyedeki genç adam da aile ortamında bulduğu huzuru ve rahatı hiçbir yerde bulamayan bir birey olarak ortaya çıkar. Adam, evinden, eşinden ve küçük kızından gördüğü sıcaklığı, sevgiyi ve mutluluğu başka yerde bulamayacağını bilir. İyi bir eş ve iyi bir baba olmanın sorumluluğunu, eğlence âlemlerinin gerisine itmez. Bu yüzden onu gece âlemlerine davet eden arkadaşlarını huzurlu aile hayatının bozulmaması için reddeder. Çünkü

“ideal bir yuvanın işi olabilir, ama işi olanın ideal bir yuvası olmayabilir” (Işıldak-

Yiğit, 2013: 31). Bu açıdan hikâyenin kahramanı olan bu örnek adam, evlilik kurumunun kutsallığını somutlaması bakımından önem teşkil eder.

Ahmed Râsim’in “Afife” isimli hikâyesinde on sekiz yaşında, güzel, akıllı ve terbiyeli bir genç kız olan Mediha’nın Türk örf ve âdetlerine uygun bir şekilde evlendirilmesi anlatılır. Bir gün evlerine görücü gelir. O güne kadar evlilik ve zevç kelimelerine dair hiçbir şey düşünmeyen kız oldukça heyecanlanır. Annesinin yönlendirmeleri ve almış olduğu terbiye ile görücülerin karşısına çıkan kız, gelen kadınlar tarafından çok beğenilir. Aradan iki hafta geçer. Bu süre zarfında anne ve babası arasında kendisi ile ilgili geçen konuşmaların farkındadır. Bir akşam da halası ve eniştesi yemeğe gelir. Mediha’ya o akşam onu evlendirmek istediklerini söylerler ve kendisinin bu konuda ne düşündüğünü sorarlar. Oldukça utanan genç kız, ailesinin kararına saygı duyar ve onun için münasip gördükleri kişiyle evleneceğini söyler. Düğün hazırlıkları başlar. Bohçalar, sandıklar alınır. Kız, düğün gününe kadar evleneceği adamı görmez. Nihayet düğün günü gelir. Kadınların ve erkeklerin bulunduğu yerlerde ayrı ayrı eğlenceler tertip edilir. Akşam olunca düğün halkı

dağılmaya başlar. Evde aile erkânı ile bir de erkek tarafından iki kadın kalır. O sırada damat namaza durur. Evlendiği delikanlıyı ilk kez o anda gören ve ona uzun uzun bakan Mediha, kocasını çok beğenir. Namazdan sonra yenge kadın, karı ve kocayı el ele tutuşturarak odalarına götürür. Mediha’nın duvağını usullere uygun bir şekilde açar ve evliliklerinin temelini inşa edecekleri şu sözleri söyleyerek Mediha’ya ümit, kuvvet ve cesaret verir:

“Size mâlikiyetim benim için her türlü hevesât ve âmâle bir had çekti. Bu emel ve heves ne olursa olsun size aid olacaktır. Bu sözüm hayal değildir. Kalbimin istikbâli tefekkür ederek bulduğu neticededir. (…) Size izdivâcdan bahs etmek istemem. Zirâ sizin müktesebâtınız terbiye-i izdivâciyeyi kâmilen şâmildir. Size bahs etmek istediğim kalb daha ahvâl ve rûhiyedir. Sizin teessürünüz bende teessür, benim mesrûriyetim, siz de sürûr hâsıl ederse o zaman ittihâd-ı âmâle nâil olduğumuzu bilerek zaten hayâtın en birinci mahreki olan refâh hâli iktisâb etmiş oluruz.” (Afife, 1893, s.43-44)

Bir yuva kuran eşlerin birbirine sağlam bir şekilde bağlı olması, sevgi ve saygı çerçevesi içerisinde evliliklerini bir ömür boyu sürdürmelerini sağlar. Delikanlının ilk gecelerinde Mediha’ya söylediği sözler bunun teminatıdır. Eşlerden birinin hüznü diğerinin de hüznü; birinin sevinci diğerinin de sevinci oluyorsa orada kuvvetli bir bağlılık söz konusu olup bağlılık, bir evliliğin temelinin sağlam atılması ve devamlılık göstermesi için gereken şartlar arasında en önemlilerindendir. Zira geleneksel Türk aile yapısı islamiyetin de tesiriyle, kadın ve erkeği ayrı ayrı değil bir arada düşünür ve bütünün ancak bir araya gelerek tamamlanacağını bildirir. “Kadın cazibesiyle

nezaketiyle zerafetiyle huzur kaynağıdır. Erkek hiçbir yerde bulamadığu huzuru onunla bulur, onda sükûna erişir” (Sofuoğlu, 2013: 181). Böylece bütün bir araya gelir ve

evlilik kurumunu ortaya çıkarır. Bağlılığın olmadığı yerde evlilik kurumunun olması mümkün değildir. Hikâyede dikkat çeken bir diğer husus, o günkü şartlar içerisinde aile büyüklerinin karar vermiş olduğu bir evlilik olarak karşımıza çıkan bu evlilik yolunda atılan adımların tek tek ele alınmasıdır. Mediha’ya görücü gelmesi, kahve pişirip en güzel elbiselerini giyerek misafirlerin karşısına çıkması, görücülerin Mediha’yı beğenmeleri, ailesinin Mediha’yı evlendirmek istediğini ona söylemesi, onun da buna riayet etmesi, düğün hazırlıklarının başlaması, düğün günü gelini süslemenin sevap

olduğu inancıyla kadınların genç kızı hazırlamak için sıraya girmesi, babasının kızının beline kırmızı kuşak bağlaması, annesinin Mediha’ya gerdek odasına girmeden önce neler yapılacağını anlatması, gelin ve damadın gerdeğe girmeden önce iki rekât namaz kılması, yenge kadının gelin ve damadı odalarına alması gibi evlilikte geleneksel olan her şey ayrıntılı bir şekilde yansıtılır. Bu durum yazarın geleneksel olanı tercih etmesi ve bunun doğrulunu ispat etmek adına bunları ön plana çıkarmak istemesinin bir sonucudur.

Ahmed Râsim’in “En Uzun Gece” isimli hikâyesinde ben anlatıcısının karısı Râsime, çocukları Mazhar ve Sadiye bir gün köye giderler ve gece orada kalırlar. O gece evde yalnız kalan adam, başlarda o akşamı kafa dinlemek için uygun bir zaman dilimi olarak tasavvur etse de evin, karısı ve çocukları olmadan hiçbir tadı olmadığını görür. Onun yuvasını anlamlandıran, hayatına neşe katan karısı ve çocuklarıdır.

“(…) Oh ne ala! Bir akşam da vahdet-güzîn olarak kendimi dinleyeyim. Fakat hatırât insanı yalnız bırakır mı? Sofaya çıktım. Râsime’nin urbası asılı. Bir cebr-i derûnî o nur-i didenin urbasını öptürdü. Aşağıya indim. Mazhar’ın kırbacı. Mütehassirâne güldüm. Sofrayı kurdum. Yemeğe başladım. Yanlışlıkla Sadiye’nin düdüklü kaşığını almışım. Bir düdük de ben öttürdüm. Ne çare? İnsan böyle hislerle mevcudiyetini anlıyor.” (Hazine-i Fünûn, nr. 30, s. 241)

Bir insanın aile ortamında bulduğu huzuru ve mutluluğu, başka bir yerde bulması mümkün değildir. Hikâyenin ben anlatıcısı geleneksel Türk aile yapısı içerisinde örnek bir karşılık olarak belirir. Zira adam, eşi ve çocuklarının köye gittiği günün gecesini arkadaşlarıyla ya da dışarılarda geçirmez. Çünkü eşiyle ve çocuklarıyla tattığı mutluluğu başka bir yerde arama ihtiyacı hissetmez. Evine gelir. Evine gelir gelmez de eşine ve çocuklarına ait eşyaları görünce onlara olan sevgisini daha iyi anlar. Bu anlamda evlilik kurumu hem sosyal, hem psikolojik, hem de ekonomik açıdan eşler ve çocuklar için bir teminattır. Onlardan ayrı geçirdiği tek bir gece bile adamı duygusal yalnızlığa itmeye yeter de artar. “Bunun önüne geçecek tek şey, aile bağları ve aile içi

iletişimdir” (Tarhan, 2013: 16). Çünkü evli bir insanın hayatı daha düzenli ve rahattır.

Ben anlatıcının, “İnsan böyle hislerle mevcudiyetini anlıyor” ifadesi, onun eşiyle uyum ve bağlılık içinde bir birliktelik sürdürdüğünü ve bunu çocuklarıyla pekiştirdiğinin bir

göstergesidir. Bu açıdan ben anlatıcının eşi ve çocuklarından ayrı geçirdiği bir gece bile onu son derece etkiler.

A.Nadir’in “Hande” isimli hikâyesinde evlilik kurumuyla beraber iyi bir aile olmanın ve bu iyi ailenin yetiştirdiği bireylerin topluma olumlu yansımalarının önemine değinilmiştir. Hikâyenin ben anlatıcısı, on beş senedir tanıyıp görüştüğü bir dostunun yazlık evine davet edilir. Ben anlatıcının dostu olan adam gayrimüslimdir, ancak onu pek çok kişiden daha çok sever ve üstün tutar. Bunun en önemli sebebi adamın pek çok yönden örnek bir insan olması ve ailesini de bu şekilde bir arada tutmasıdır. Adamın bir oğlu ve iki kızı vardır. Oldukça zengin olmalarına rağmen çocukların şımarık yetiştirilmesine müsaade etmemiş ve onların eğitimlerine, terbiyelerine son derece imtina ederek örnek birer insan olarak toplum içindeki yerini almasını sağlamıştır. Üstelik aile bunu gerçekleştirirken kız çocuklarını kimliksizleştirmemiş ve onları arka planda bırakmamıştır.

“En-güzîn ahbabımdan bir zât vardır ki (…) ahlâk-ı faziletine, mezâyâ-yı vicdaniye ashabından bulunduğum için her görüştükçe ellerini öperim. Müşârün-ileyh kaffe-yi secâyâ-yı ber-güzîdesine ilâveten bir haslete daha mâliktir. Evlâdını nümûne-i imtisâl olacak surette terbiye etmiştir. Cenâb-ı Hakkın kendisine ihsân eylediği iki kız ile bir erkek çocuğun senelerine göre müktesebât-ı ilmiyyeleri sahîhan şâyân-ı hayret olduktan başka meziyyât-ı ahlâkıyyeleri de tasavvurun fevkindedir. (…) Pederleri kendilerini iyi düşünmeye alıştırmış, nazarlarına bedâyi-i ulviyeyi, mekârim-i vicdâniyeyi arz edegelmiştir. İyiliği çok görürler, iyi anlarlar. Fenalığı kat kat perdeler altında hayal meyâl hiss ederler. Görmek arzusunda bulunmazlar.”

(Maârif, nr. 7, s. 218)

Aile, evlilik ve kan bağıyla temellendirilmiş, kadın, erkek ve çocuklar arasındaki ilişkilerin ortaya çıkardığı toplum içindeki en küçük birimdir ve bu birimde herkes üstüne düşen rolü en iyi biçimde oynamalıdır. Aile, kişinin hayatında önemli bir yer tutan bakım, sevgi, duygusal ve psikolojik gelişim, eğitim, sağlıklı gelişimini devam ettirme gibi en temel ihtiyaçların karşılandığı ilk yerdir. Bir toplumda medeniyetten ve ilerlemeden bahsedilecekse bunun temeli aile ortamında atılır. Ben anlatıcının eski dostu olan adamın aile bireyleri arasındaki ilişkilerde her bir birey kendine güvenen,

kendine ve etrafındaki diğer bireylere sevgi ve saygı duyan, kimlik kazanmış, kişilik gelişimini, sosyal becerilerini geliştirmiş kişiler olarak hikâyedeki yerini alır. Çocukların düzenli bir eğitime tabii tutulmalarında ve örnek bir birey olarak yetiştirilmelerinde aile üyelerinin özellikle de anne ve babanın sorumluluğu büyüktür. Ben anlatıcının dostu olan adam, davranışları ile çocuklarına çok şey kazandırır. Ailenin toplumun kurallarını temsil etmesi gereğinden hareketle çocuklarının hal ve tavırlarını kurallara göre düzenlemeleri gerektiği şeklinde onları yetiştirir. Çocuklarının eğitimi, terbiyesi ve yetiştirilmesinde birinci derecede rol üstlenir. Böylece tüm aile birlik, dirlik ve verimlilik içinde yaşar.

Mehmed Celâl’in “Mutrib” hikâyesinin başkişisi hikâyenin isminden de anlaşılacağı üzere keman, tambur gibi çeşitli çalgılar çalan aynı zamanda sesi de oldukça güzel olan ellili yaşlarda bir adamdır. Bir ziyafet gecesinde kendisini dinlemeye gelen yirmili yaşlarda genç bir kızın kendisini devamlı surette izlediğini fark eder. Genç kız, mutribe âşık olur ve aracılar vasıtasıyla onunla evlenmek istediğini söyler. Mutrib de bu genç kızın güzelliğinden oldukça etkilenir, ancak böyle bir evliliğin aradaki yaş farkı sebebiyle doğru olmayacağını ve yürümeyeceğini düşünür.

“Bu iyi olmaz. Ben hayatta böyle tenâkuzları hiç sevmem. Her şeyde küfv aramak lâzım olduğu gibi sen meselesinde de küfv aramak lâzımdır. Bu hâlde elli senelik bir ömrü yirmi senelik bir hayata karıştırmak müthiş olur.” (Maârif, nr. 137, s. 84)

Bir süre sonra kalbine söz geçiremeyen mutrib, doğru olmadığını bildiği halde genç kızla evlenir. Ama bu evlilik yalnızca bir sene sürer. Bir evliliğin sağlıklı bir biçimde yürümesi eşler arasındaki ilişkiye bağlıdır. Evlilikteki temel gaye, sevgi dolu ve sağlıklı bir ilişkinin ortaya çıkmasıdır. Ancak aradaki yaş farkının çok olması mutribin evliliğinin sürekliliğini baltalar. Aslında adam en başından itibaren böyle bir evliliğin hata olacağının farkındadır. Çünkü elli yaşında bir adamın yirmili yaşlarda genç bir kızın beklentilerine cevap vermesi mantıklı değildir. Zira bu iki insanın aradaki yaş farkının çok olması nedeniyle yetiştirilme tarzları ve buna bağlı olarak hayat görüşleri oldukça farklı olacaktır. Ancak tüm bunları bilmesine rağmen mutrib, gönlüne söz geçiremez. “O büyüleyici duyguların etkisiyle eşler arasındaki sevgi, uyum sanki

ömürlerinin sonuna kadar sürecekmiş gibidir” (Göknar, 2016: 84). Aradaki büyük yaş

farkının ortaya çıkaracağı anlaşmazlıklar ve görüş ayrılıkları görmezden gelinir. Ancak aradan geçen bir senede genç kadın için, mutribin çalgı çalmasının ya da sesinin

güzelliğinin bir cazibesi kalmaz. Günlük hayat kendisini gösterince, problemler ve çatışmalar da gün yüzüne çıkar. Genç kadın çatışmadan kaçınmak için gerçek duygularını bastırmaya çalışır, çünkü bu evlilik için özellikle o, çok ısrarcı olmuştur. Ama mutrib, onun kendisine karşı duyduğu heyecanı ve duygu bağlantısını kaybettiğinin bilincindedir. Böyle şevksiz ve mutsuz bir hayat sürmemek adına kadını boşar.

Mehmed Celâl’in “Aşk-ı Masûmâne” isimli hikâyesinde Masûm, yakın arkadaşı olan İrfan’ın kız kardeşi Cemile’ye karşı derin hisler besler ve bu hisleri karşılıksız değildir. Cemile de Masûm’u sever. Bu masum sevda, Cemile’nin gururunu incitecek, kalbini yaralayacak hiçbir şeye imkân vermez. Masûm, Cemile’ye yazdığı mektuplarda bile namuslu bir ailenin saadet dolu geleceğini teşkil etmeye aday bir genç kızı aldatacak, onu sefalet girdabına atacak, bir kısım gençler tarafından icat olunmuş kelimeler, yalanlar ihtiva etmez. Kıza yazdığı tüm mektuplar saf duygularla başlar ve yine saf duygularla biter. Cemile’nin hislerine dair hiçbir şey yazmaz. Mektuplarda yalnızca delikanlıyı bu hayatta mutlu edecek tatlı bir sevdadan bahsedilir. Bu sevdanın kederlerinden, ıstıraplarından şikâyet eder. Bir gün iki âşık korular içinde karşı karşıya gelirler. Masûm, Cemile’nin ellerini tutmak için teşebbüste bulunur. O zaman genç kız Masûm’a “Siz beni böyle mi seversiniz?” diye sorar. Masûm, mutluluğunun felâkete sürüklenebileceğini düşünerek yaptığından pişman olur. Bir başka gece de evlerine misafirliğe gelip gece onlarda kalan Cemile’nin odasına gizlice girer. Uzun bir süre kızı uyurken seyreder. Kız gözlerini açıp karşısında Masûm’u görünce yine “Siz beni böyle

mi seversiniz?” diye sorar. Masûm hemen odadan çıkar. Yaptığı şeyden çok utanır,

ağlaya ağlaya karyolasına uzanır ve sevdiği kızın masumiyetine hakaret ettiğini düşünür. Tüm cesaretini toplayarak yakın arkadaşı İrfan’a kız kardeşi Cemile ile evlenmek istediğini söyler. İki âşık evlenir. Hikâyenin sonunda Cemile, kocası Masûm’a gençlik heveslerinin gelip geçici, gerçek ve kalıcı olanın masum aşk olduğunu ve bu masumiyetin korunarak evlilikte mutluluğun yakalanabileceğini ifade eder.

“Nasıl? Şimdi daha iyi olmadı mı? Hevesât-ı nefsâniyemiz aşk-ı masûmânemize galebe etmiş olaydı, belki mesûd olamazdık! Artık ikimiz de bahtiyârız. Değil mi?” (Aşk-ı Masûmâne, 1900,

s. 16)

Evlilik, yaşayan bir süreçtir. Bir aşkın doğması, büyümesi, sağlıklı olabilmesi ve bunun evliliğe gitmesi kişilerin ona verdiği değere ve gösterdikleri gayrete bağlıdır.

Aşk, insanın her daim yaşayamayacağı, kolay bulamayacağı bir duygu olup, bunu büyüsünü bozmadan sonsuz bir sevgiye dönüştürmek ya da ölüme terk etmek, birbirini seven iki kişinin elindedir. Bazı insanlar evlenirler ve aşklarını süreklilik taşıyan bir sevgiye dönüştürebilirler; bazıları da bilinçsizce hatalar yapar ve aşklarının tükenmesine, evlilik kurumunun zedelenmesine neden olurlar. Masûm ve Cemile aşklarını yaşarken toplumun kendilerine çizdiği sınırlara azami derecede dikkat ederler. Masûm, Cemile’ye yazdığı mektuplarda süslü püslü kelimeler kullanmaktan imtina eder, sadece kendi duyduğu hislerden bahseder. Her ne kadar elini tutmaya çalışsa ve o uyurken odasına girip onu izlese de kızın gururunu rencide edecek hiçbir davranışa teşebbüs etmeyerek olumlu bir görüntü çizer. Zaten, İslami normların şekillendirdiği geleneksel Türk aile hayatında evlilik öncesi görüşme konusunda dikkat edilmesi gereken önemli nokta, “bu görme ve görüşmenin, tarafları rencide etmeyecek tarzda

olması” (Yaman, 2013: 35) olup, Masûm da gerekli hassasiyete sahiptir. Cemile de aynı

şekilde heveslere kapılıp aşklarını tüketecek her davranıştan hem kendini hem Masûm’u korur. İstese Masûm’un elini tutmasına, kendisini öpmesine izin verebilir, ancak o, aşklarının masumiyetine gölge düşürmeden bir evlilik gerçekleştirmeyi ve tüm bunları evlendikten sonra yaşamayı arzu eder. Yaşadıkları aşkı hızlı ve günübirlik bir ilişkiye dönüştürme niyetinde değildir. Zira böyle bir durumda aşkları çok çabuk tükenecek, evliliklerinden zevk almamaya başlayacak ve ilişkilerinde güven sarsıcı, üzücü sonuçlar ortaya çıkacaktır.

M. Nigâr ve F. Mürüvvet’in beraber yazdığı “Nevbahâr Yahûd Saâdet-i Aile” hikâyesinde Nevbahâr ve teyzezâdesi Alaaddin küçük yaşlarından itibaren birarada büyür ve her ikisi de aileleri tarafından iyi bir eğitime tabii tutulur. Yaşları ilerleyince Alaaddin, eğitim hayatına devam etmesi için gece mektebine gönderilir. Nevbahâr da evlerine gelen muallimlerle derslerine devam eder. Bir süre sonra aralarında duygusal açıdan bir etkileşim olan Nevbahâr ve Alaaddin bu durumu kendilerine dahi itiraf edemez. Aradan birkaç sene geçer. Alaaddin okulunu bitirir, kalemde memur olarak çalışmaya başlar. Her ikisi de evlenir, yuva kurar ve çocuk sahibi olur. Bir gün gezinti yapmak için aileleriyle birlikte Çamlıca’ya giden Nevbahâr ve Alaaddin, uzun bir aradan sonra yeniden karşılaşırlar. Ancak artık her şey değişmiştir. Bir zamanlar gönüllerinde yeşeren aşkı bir kenara bırakan Nevbahâr ve Alaaddin, başkalarıyla evli, çocuk sahibi birer anne ve babadır.

“(…) Bir akşam gezinti yapmak için Küçük Çamlıca’nın rûhfezâ yolunda bahtiyâr refîk ve refîka ailelerinin goncası demek olan sevgili yavruları beraberlerinde olduğu halde güneşin hâl-i gurubunda deniz üzerinde vücuda getirmiş olduğu levha-i şâirâneyi temâşa ediyorlar ve yavrularının küçük bir nevâzişini gördüklerinde kendilerini müstagrak-i saâdet addediyorlardı. Çünkü artık saâdet-i ebediyeye nâil olmuşlar idi.” (Hanımlara

Mahsus Gazete, nr.94, s.3)

Birkaç sene öncesine kadar birbirlerine gizli bir aşk ile sevdalı olan Nevbahâr ve Alaaddin, hayatlarına bambaşka yönler vermiş ve başka insanlarla evlenmişlerdir. Kurdukları yuvalarında çocuk sahibi de olan bu iki insan mutlu bir aile hayatına sahip olmuşlardır. Evlenmek ve ebeveyn olmak bir insanın hayatındaki en önemli merhalelerden birisidir. Evlilikle birlikte karı koca olan bireyler, dünyaya gelen çocuklarıyla “anne baba olma rolünü de hayatlarına eklerler” (Canel, 2012: 123). Geçmiş hayatlarındaki hatıraları bir yana bırakan Nevbahâr ve Alaaddin, anne-baba olmayı öğrenmiş ve bu rollerini benimserken diğer yandan eşlerine karşı olan sorumluluklarının da bilincindedirler. Evlenmek ve çocuk sahibi olmak hem kişisel hem de evli birer insan olarak onların karakterlerine yansır ve onları geliştirir.