• Sonuç bulunamadı

Aşkın En Acı Hali: Ayrılık

Dünyadaki bütün edebi eserlerde en çok ele alınıp işlenen temalardan birisi sevdiğine kavuşamama ve bunun kişiye verdiği yürek sızısıdır. Ara Nesil döneminde kaleme alınan bu gibi hikâyelerde ya âşıklar çeşitli engeller neticesinde birbirine kavuşamaz, ya da âşıklardan birisi ölür ve geride kalan diğer âşık ölen sevgilisinin ardından karanlıklara gark olur.

Bir Kari imzasıyla yayımlanan “Sergüzeştim” isimli hikâyenin adı verilmeyen kahramanı, bir gün babasıyla beraber babasının arkadaşı olan Mösyö Marsel namında bir adamın evine ziyarete giderler. Bu ziyaret esnasında hikâyenin başkahramanı olan delikanlı, Mösyö Marsel’in kızı Jülyet’i görür ve ona âşık olur. O günden sonra babasıyla beraber birkaç ziyaret daha gerçekleştirirler. Bir süre sonra delikanlının babası oğlunu karşısına alır ve artık evlenmesini istediğini söyler. Hatta onunla evlenmesi için Mösyö Marsel’in kızı Jülyet’e talip olduğunu ancak Jülyet’i başka biriyle nişanladıklarını oğluna anlatır. Jülyet’in kendisini sevdiğinden emin olan delikanlı derhal bir mektup yazar. Delikanlının mektubuna karşılık olarak yazdığı mektupta Jülyet de ona karşı hislerinin olduğunu, ancak artık başka biriyle nişanlandığını ve ailesine karşı gelemeyeceğini anlatır. Artık kavuşamayacaklarını anlayan delikanlı kahrolur.

“(…) Şimdi senin tatlı muhabbetini gönlümden çıkarmaya, latif hayalini zihnimden hazf etmeye mecburiyet görüyorum. Ah Jülyet seni keşke görmeye idim de şu mehâlik-i aşka giriftâr olmaya idim. Senin muhabbetini gönlümden, kalbimden çıkarmaya çalışıyorum. Acaba buna muvaffak ve muktedir olabilecek miyim? Pederim bana bir diğeriyle izdivaç teklif ediyor. Acaba bu izdivacı kabul etmeli miyim? İşte buna bir türlü cevap veremiyordum. Bir uzun düşünceden sonra buna cevap verdim. Evet, teehhülü ret edecektim.” (Malûmât, nr.63, s.

293)

Jülyet’e olan aşkını tüm yoğunluğuyla yaşarken kızın bir başkasıyla evlenecek olması, delikanlı için ayrılığın ilk basamağıdır. Bununla beraber Jülyet’e yazdığı mektuba karşılık olarak kızın ailesine karşı gelemeyeceğini bildirdiği bir mektup alınca ayrılık kesinleşir. Delikanlı için aşk ve âşık olduğu Jülyet ile bir ömür boyu birlikte yaşama arzusu hayatın en önemli değeridir. Bu değer, dünyasının dışına itilen genç için

“hamlelerinin boşlukta ve neticesiz kalması, itilen varlığın trajik çukura düşmesine yol açar” (Özcan, 2007: 167). Taraflar arasında oluşan acı sebebiyle aşk, genç kahramanın

başka bir şehre giderek uzaklaşması gibi bir duruma yönelir. Çünkü aşktan beklediği karşılığı bulamayan delikanlı için, çektiği acı ve ıstıraptan kurtulmanın tek yolu yaşadığı yerden uzaklaşmaktır. Oğullarının daha fazla acı çekmemesi adına ailesi de böyle bir fikre razı olur. Seçimini yapmak durumunda kalan kahramanın, Jülyet’e olan hisleri aynı derinlikte devam etse de, bir yetişkin erkek gibi hareket etmesi gerektiğinin bilincindedir. Kızın ailesinin kararına karşı gelememesi sonucu Jülyet’e kavuşamayan delikanlı, başka biriyle evlenme fikrine de yanaşmaz. Sonuç olarak Jülyet’in ailesine karşı gelememesi gerçeği, bu aşkı ayrılıkla neticelendirmiş ve delikanlı gönlüne söz geçirebilmek adına yaşadığı yerden uzaklaşmayı tercih etmiştir.

Mehmed Celâl’in “Bakışlarımız Yekdiğerinin İçinde Bayılıyordu” hikâyesinin başkahramanı olan delikanlı sanata meraklı, şiir sevdalısı bir gençtir. Ancak kendisinde genç yaşta sinir hastalıkları baş göstermiştir. Bir gün kendi kendine gezerken bir evin balkonunda sarı saçlı, mavi gözlü bir kıza rastlar. İlk etapta onu unutmaya çalışsa da bu güzel kız belleğine kazınır. Ne yapıp edip onunla iletişim kurmaya karar verir. Kızın babasıyla tanışır, onları ailece evine davet eder. Daha sonra da onlar, genci davet eder. Artık ikisi de birbirlerine karşı olan duygularını açığa vurur. Aşkları hızla ilerler.

Gencin en büyük korkusu, kendisinde var olan sinir hastalıklarından dolayı aşkına gölge düşecek olmasıdır. Ancak ona değil, kıza olur. Sevdiği kız hastalanır, verem olur. Delikanlı, hasta yatağında olan kızın yanına koşar. O anda yaşananlar hikâyeye şu satırlarla yansır:

“Ben gözlerimi silerken hafif bir ses: -Vay! Siz misiniz? dedi.

Baktım: O, zayıf kolları üstünde yükselmiş, son, müteellim, uhrevi bir nazarla bana bakmaya başlamıştı! İkimiz de ağlıyorduk! Bakışlarımız yekdiğerinin içinde bayılıyordu!”

(Hazine-i Fünûn, nr.20, s. 163)

Ölümün kendisinden ayırdığı sevgilisiyle yaşadığı anları anlatan ben anlatıcı, olayları geçmişe dönerek aktarır. Birbirlerine olan son bakışlarındaki hüzün ve akıttıkları gözyaşları birbirlerine asla kavuşamayacaklarını bilen iki âşığın acısının dışa vurumudur. Aşk teması, iki sevgilinin acı ve ıstırabını hissettirerek egemen kılınmıştır. Aşk derdiyle birlikte baş gösteren ayrılık, hikâyedeki âşıklar için yas tutulacak bir trajedi hâlini almıştır. Ayrılık acısını, hem ben anlatıcı hem de ölüm döşeğindeki sevgilisi aynı yoğunlukta yaşar. Ben anlatıcı, sevdiği kızla yaşadığı son anları kalplerine kor ateşin düştüğü bir zaman dilimi olarak yansıtır. Yokluğuna alışmanın mümkün olmadığı sevgilisinin bıraktığı boşlukta uzun seneler keder girdabında bir o yana bir bu yana savrulur, yüreğini aşk acısı dağlar. İki âşığın karşılıklı akıttıkları gözyaşları ayrılığın akabinde tezahür eden hasretin doğurudğu acının bir göstergesidir.

İmzasız olarak yayımlanan “Sevda-yı Masûmâne” isimli hikâyenin kahramanları olan Sesil ve Marsel, daha küçük yaşlardan beri birbirlerine sevdalıdırlar. Yaşları on dört on beşe gelince artık eskisi gibi görüşememeye başlarlar. Bazen iki haftada bir sadece uzaktan uzağa bakmakla yetinirler. Bu durum ikisini de çok üzer, ancak ellerinden bir şey gelmez. Bir süre sonra yaşadıkları derin üzüntüden Sesil’de hafif öksürük, Marsel’de baş dönmeleri hâsıl olur. Önceleri ailelerin dikkatini çekmeyen bu durum bir gün Sesil’in evde bayılması ile son bulur. Hemen eve hekim çağırılır ve Sesil’e verem teşhisi konur. Ailesi Sesil’i İsviçre’ye götürür ve farkında olmadan kızlarının yüreğini daha çok acıtırlar. Aradan on beş gün geçer. Sesil’i artık hiç göremeyen Marsel de yataklara düşer. Marsel de verem olmuştur. Sonunda iki sevgili ölür, cenazeleri aynı gün aynı mezarlığa defnedilir.

“Haziranın yirmi yedinci günü Röpodemor makberesinin pişgâhında bir cenaze göründü. Mezarlığa girilecek mahalde iki cenaze karşılaştı. Bunun birisi Sesil’in vücudunu kaplayan bir mahal-i felaket diğeri Marsel’i hâmil olan bir tabut!” (İkdâm,

nr. 130, s. 3)

Küçük yaşlarından itibaren birbirlerine meftun olan Sesil ve Marsel’in yaşlarının büyümesi daha doğrusu olgunlaşmaları koşullarının da aynı oranda olgunlaşmasını sağlamamıştır. Bu hikâyedeki ayrılık, hem âşıkların ailelerinin engellemesi neticesinde kavuşamamaları; hem de kavuşamayan âşıkların kahırlarından yataklara düşerek her ikisinin de ölmesi şeklinde ortaya çıkar. Onları birleştiren tek şey aynı kabristana gömülmeleridir. Sesil ve Marsel için katlanılmaz olarak algıladıkları ayrılık duygusu, acı ve hüzünle birleşip çoğalınca bu iki âşık kurtuluşu ölüme sığınmakta bulur. İki sevgili kavuşamayacaklarını anladıkları için, ayrılık acısına karşı ölüme sığınmayı yeğler. Bu noktada aşk, ölüm olgusuyla ilişkilendirilmiş şekilde karşımıza çıkar. Kederin ve ölümün verdiği acının iç içe geçtiği ayrılık duygusu, tüm çıplaklığıyla gözler önüne serilir. Aşk ile ölüm arasında gidip gelen döngüde, varlık ve yokluk arasındaki mücadelede yokluk ağır basmış ve kazanmıştır. İki sevgili de birbirinin olmadığı bir hayatı reddeder. Çünkü “sevgili kozmostur ve düzen düşüncesi, sevgilinin varlığının bir

neticesidir” (Özcan, 2014: 38). Sesil ve Marsel için ideal düzen, kavuşup beraber

oldukları düzendir. Ancak iki sevgili kavuşamaz, kozmos yerini kaosa bırakır.

Benzer yapıda olan bir diğer hikâye Vecihi’nin “Heyhât” isimli hikâyesidir. Birbirlerini dört senedir seven Râik ve Mâlike evlendikleri gecenin sabahında Mâlike’nin Râik’i yatağında ölü bulması, Mâlike’nin felç olması ve bundan dört ay sonra da vefat etmesini işler. Mâlike için Raik’in cenazesinin kalktığı an, can damarının koptuğu ve yüreğindeki kanın son damlasına kadar dökülüp tükendiği bir ana benzer.

“Râik’in yeni güveyi olduğunu anlatmak için güveyi kadar tezyin olunan tabutu kapıdan çıkarken minder üzerine düşmüş olan Mâlike’nin bir âh-ı hazin ile beraber yüreğine isâbet eden nüzul ondan sonra ömrünün ancak dört ay kadar devamına müsaade etti.” (Hikâye-i Müntehabe Mecmuası, 1898, s.34-35)

Hikâyenin ismi olan “heyhat” kelimesi “yazık, ne yazık; ne kadar uzak” (Devellioğlu, 2004: 360) anlamında kullanılır. Hikâyede gerçekleşen olaylarla hikâyenin ismi arasında sıkı bir ilişki bulunmaktadır. Öyle ki, dört senedir birbirlerine

büyük bir aşkla bağlı olan Râik ve Mâlike bütün engelleri aşarak evlenmişlerdir. Ancak tam birbirlerine kavuşmuşken her şey altüst olur ve hiç beklemedikleri, akıllarının ucundan bile geçirmedikleri ölüm, adeta bir düşman gibi onları vurur. Râik’e tam kavuşmuşken onu sonsuza dek kaybeden Mâlike, Râik’in cenazesi kaldırılırken üzüntüden felç olur ve bu şekilde ancak dört ay yaşar. Mâlike’nin hiç ummadığı anda yaşadığı acı olaylar ve Râik’i sonsuza dek kaybetmesi “yalnızlaşmış bir ruhun

trajedisidir” (Korkmaz, 2013: 590). Mâlike, sevdiği adama kavuşmuşken ondan

ayrılmanın acısını ancak ölümle sonlandırabilir. Zira ayrılık duygusunun yürekte yarattığı acı, dayanma sınırlarının üzerindedir. Bu acıdan kurtulmanın en kısa ve kolay yolu ölümde aranır.

Bedri Ziya’nın “Agâh” isimli hikâyesinde yazar-anlatıcı bir sabah kalkar ve denizi seyretmek için bir gazinoda oturmaya başlar. O, denizi seyrederken omzuna bir elin dokunduğunu hisseder. Dönüp baktığında karşısındaki yüz ona tanıdık gelir ama önce hatırlayamaz. Daha sonra o kişinin eski bir dostu olan Agâh olduğunu fark eder. Ancak Agâh daha genç yaşında çok değişmiş, fiziksel olarak adeta çökmüştür. Artık o eski yakışıklı, sevimli, çalışkan hallerinden eser yoktur. Neden bu hallere düştüğünü arkadaşına anlatmaya başlar. Bir kızı sever. Aşktan adeta kör olur. İşi gücü de bırakır. Ailesinden kalan servetle yaşamını idâme ettirir. Kızla evlenmek ister. Kız da Agâh’ı çok sevdiğini ama evlenmeleri için önce ailesinin rızasını alması gerektiğini söyler. Ailesini bu evliliğe ikna etmeye çalışan kız, bu arzusunu gerçekleştirmeye nail olamaz, ailesi bu evliliğe onay vermez. Kız, Agâh’a durumu haber veren bir mektup yazar.

“Pederim, validem izdivacımızın kâbil olamayacağını katiyen söylediler. Birincisi senin işi terkin, ikincisi hiçbir şeyle meşgul olmayarak istikbâlini ayaklar altında çiğnemekliğin sebep gösterilir. Agâh! Vicdâniyet-i ilâhiyeyye kısm ederim ki seni çok severim! Fakat ebeveynimin mugâyir-i emr ü rızasına olan, şeriata münâfi gelen bir şeyin teklifini tekrar red ediyorum. (…) Artık seninle hiçbir mahalde görüşemeyeceğim. Tezkere de yazamam. Beni unut. Mümkün olursa ben de buna çalışacağım.”

(Malûmât, nr.28, s. 624)

Bu mektubu aldıktan sonra beyninden vurulmuşa dönen Agâh, yerlere kapanarak hıçkıra hıçkıra ağlar. Sevdiği kızdan ayrılmanın acısı onda hayata dair ufacık bir umut dahi bırakmaz. Bundan böyle onun duygu değeri, sevdiği kıza karşı hissettiği derin

bağımlılık ve bu bağımlılıktan ileri gelen çaresizliktir. İstanbul’a iki gün mesafede olan bir köyde ikâmet etmeye başlar. Onun bu köye yerleşmesi, sevdiği kızın aşkını kalbine gömüp onu unutma çabasından ileri gelen bir durumdur. Ancak bu kaçış onun acılarına son vermez ve ona “kaçış eylemini başarısızlıkla sonuçlandıran bir süreci” (Bayrak- Dağ, 2013: 1013) yaşatır. Kısa süre sonra kahrından verem olur. Artık ölmek üzeredir. Yazar-anlatıcı, Agâh’la konuşmalarının üstünden iki ay sonra onun ölüm haberini alır. Hikâyede santimantalizmin dramatik şekilde hissedildiğini söylemek mümkündür. Zira Agâh, haddinden fazla duygulu bir kişiliğe sahiptir. Davranışlarına duygularıyla karar veren bir insan olup aşkını ya kavuşma ya ölüm gibi bir yaklaşım üzerine temellendirir. Onun sevdiği kıza duyduğu derin aşk yüzünden işi bırakması, onu düşünmeden geçirdiği tek bir anının olmaması ve baktığı her yerde onun hayalini görmesi, aşkın insanın günlük hayatını nasıl etkilediğini göstermesi çabasının bir ürünüdür. Aşk, toplumsal yaşayışın gerçek düzleminde kendini ortaya koyar. Agâh’ı derin düşüncelere iten, içe kapalı bir kişiliğe bürünmesine neden olan ve alışkanlıklarını ters yüz eden tek amil aşktır. Aşk onun zihnini devamlı meşgul eder, hal ve hareketlerinde gariplikler göstermesine ve unutkanlık göstermesine neden olur. Aşkın yol açtığı dalgalanmalar, toplumsal hayatta yer alan Agâh’ın günlük hayatına fazlasıyla tesir eder. Tüm bunlar onun geleceğini de şekillendirmiştir.

Ara Nesil Dönemi hikâyelerinde ayrılık teması, birbirini çok seven iki gencin genellikle aile faktöründen ötürü kavuşamamaları ekseninde ele alınır. Bununla birlikte birbirine kavuşmak üzereyken çiftlerden birinin ölümü de yine ayrılığın nedenlerinden birisi olup kahramanların trajik halleri dramatik bir şekilde yansıtılır.