• Sonuç bulunamadı

İtiraf Edilemeyen Aşkın Biçimleri

Mektup tekniğiyle vücuda gelmiş olan Abdullah Zühdü’nün “Ya Leyl” isimli hikâyesinde adı belli olmayan başkişisi, Saliha isminde Şamlı bir Musevi kızına karşı derin duygular beslemektedir. Türkçe’yi tam olarak bilmeyen ve çat pat konuşan Saliha ile imkânlar elverdiği ölçüde bir araya gelen ben anlatıcı, Saliha’ya olan sevgisini asla ona belli edemez. İçini kemiren duyguları Saliha’ya açamayan kahraman, Saliha’nın Şam’a dönmesiyle iyice alt üst olur. Kahraman, Saliha gibi Şamlı bir Musevi kızına âşık olarak pek çok farklılığı geride bırakarak ruhunu sonsuzluğa taşımış ve özgür kılmıştır. Ancak bu aşk bir açılım alanı oluşturamadığı için, sadece bir bağlanma halinden ibaret kalmıştır. İtiraf edemediği aşkının ve onu bir daha hiç göremeyecek olmanın kederiyle baş başadır.

“Sanki bunları neye yazıyorum? Niçin yazıyorum? Ne lüzumu var? Ben bittikten sonra… Mademki onu bir kere daha göremeyeceğim… Mademki artık o gitti… O halde? Of Saliha. Seni artık bir kere bile… Bir kerecik bile göremeyeceğim değil mi? Sen artık bana bir kere bile güzel dudaklarına pek yakışan latife bir tebessümle yalan söyleyemeyeceksin… Bana bir kere bile “Vallah…” diyemeyeceksin, ben sana bir kere bile “Saliha” diye hitap edemeyeceğim değil mi? Ah Saliha…”

(Rehgüzâr-ı Matbuâtta, 1896, s. 55-56)

Aşk, sevginin bir tutkuya, derin bir muhabbetin akışına kapılmış halidir. Hikâyenin başkişisi, somut, elle tutulur, gözle görülür haz ve tatmin arzusundan ziyade iradeye ve mantığa dayalı bir sevgiye oradan da ruhun tatminine yönelmiş bir aşka yelken açar. Ancak kahraman, bu yolda ilerlerken daha itiraf edemediği aşkını kaybeder. Yukarıdaki satırlar da aşkın meydana getirdiği çaresizliği ve düşürdüğü acıklı durumu kuvvetle sezdirir. İtiraf edememenin acısı, kahramanın içinde bulunduğu olumsuz koşullardan, ruhuna zarar veren kederden kaynaklı yıkıcı bir çaresizlikle gönülde alevlenen yakıcı bir ateş halini alır. Saliha için söylediği “Sen artık bana bir

kere bile güzel dudaklarına yakışan latife bir tebessümle yalan söyleyemeyeceksin.”

ifadesi yalan söylediği zaman bile ona duyduğu bağlılığı ve yüreğinde ona karşı beslediği aşkın derinliğini sezdirmek içindir. Umutsuzluk ve yalnızlık cenderesi içinde sıkışıp kalan kahraman için aşk artık gerçek değil bir hayaldir. Saliha’ya itiraf edemediği aşk ve Saliha’nın gidişi, yalnızlığını ve iç dünyasına hâkim olan kederini körükler.

Namık Sadri’nin “Jülyet” hikâyesinde Namık isimli genç, komşu kızı olan Jülyet ile ilgili anılarını anlatmaya başlar. Onun kemana başlayıp saatlerce keman çalışmasından; siyah gözlerine bütün arkadaşlarının meftun olduğundan; birbirlerine sokakta tesadüf ettiklerinde sadece “Bonjour” ya da “Bonsuvar” dediklerinden; bazen odasının penceresinden Namık’ın odasının penceresine bakmasından hayranlıkla bahseder. Namık, sonbaharın sonlarına doğru bir gece bir arkadaşıyla beraber rıhtımda yürüyüşe çıkar. Bu yürüyüş esnasında Jülyet’e rastlar. Jülyet’in yanında pederi de vardır. Bir iki adım ayrılınca Jülyet, şiddetli bir öksürük nöbetine tutulur. O an Jülyet’in yanına koşmak ister ama yanındaki arkadaşı ona engel olur. Namık, o gece Jülyet’e karşı olan hislerinin aşk olduğuna emin olur. Ancak Namık, Jülyet’e karşı duyduğu

hisleri ona asla açamayacaktır. Çünkü Jülyet, verem olmuştur. Günler geçer, Namık ona hiçbir şekilde ulaşamaz. Kısa bir süre sonra Jülyet’in ölüm haberi gelir.

“Koştum… Koştum… Şehirden dışarıya kadar kaçtım, bir dere kenarına uzandım, hava yine gayet soğuk idi. Abşârlar efrah- bahş olacağı yerde beni muazzeb ediyorlardı, ıztırâb içinde ne yapacağımı bilemiyordum, bir dalın çıtırtısı bir yaprağın sukûtu kudûret-âver idi. Nereye gitsem, nereye baksam önümde Jülyet’in simâsını görüyordum. Onun kemanının âhengini işitiyordum.” (İrtikâ, nr. 90-42, s. 168)

Namık, her ne kadar Jülyet’e olan aşkını dile getiremese de aşkta anlamak ve anlaşılmak için her zaman sesli iletişim kurmaya ihtiyaç yoktur. Aşkın en belirgin anlatım aracı sözden ziyade davranıştır. İfade edilmesi kolay olmayan hisler kalpte çoğalır ve bu çoğalan hisler dışa yansıdığında anlamını bulur. Aşk duygusu, kişinin hal ve hareketlerinde tezahür eden sessiz bir anlatım şekline bürünür. Kelimelerin yetmediği yerde gizli bakışmalar ve kalplerin hızlı çarpıntıları devreye girer. Bütün bunlar, itiraf edilemeyen duyguları anlama ve anlatmada gerekli güce maliktir. Nitekim bu hikâyede de Namık ve Jülyet arasında intikal eden duygu yoğunluğu, aşkın ta kendisidir. Onların birbirlerine olan duygu akışında, “aynı salınıma sahip tellerin

birlikte yükselmeye başlayan tınılarla karşılıklı iletişimi söz konusudur” (Willi, 2012:

235). Namık kendi duygularını, Jüljet’in duyguları gibi hissedebileceği bir konuma uyarlar. Ancak uzun bir süre ona ulaşamayan ve sonunda Jülyet’in ölüm haberini duyunca kahrolan Namık, o anda Jülyet’le arasındaki duygu akışını sağlayan unsurları zihninden geçirir. Bunlar, Namık’ın aşkını itiraf edemediği için derinden hissettiği pişmanlık ve ruh âleminde canlanan acıların yansımasıdır. Namık’ın hayatını çepeçevre kuşatan ancak hem itiraf edemediği hem de tamamen kaybettiği aşkı, hikâyeye derin bir hüzün uyandırarak yansır. O, aşkını yaşayamamış, özlemini giderememiş ve hayata karşı yılgın bir tavır takınmıştır.

Mehmed Celâl’in “İtirâf-ı Muhabbet” isimli hikâyesinin ben anlatıcısı genç bir muallimdir. Genç bir kıza ders veren bu muallim, bir süre sonra bu kıza gönlünü kaptırır. Ancak kız, muallimin kendisine beslediği duygulardan haberdâr değildir. Muallim, uzun bir zaman kıza duyduğu aşkı itiraf edip etmemenin kararsızlığıyla kendini yiyip bitirir. Sevdiği kızdan aşkına karşılık olabilecek herhangi bir işaret

almadığı için, her defasında itiraf etmekten vazgeçer. Devamlı surette hayaller kurar, beklentiler içine girer.

“(…) kaç kere itirâf-ı muhabbet etmek istedim, enzâr-ı garîbânem, bu itirafı meşʽar olarak kaç kere ona initâf etti! Lakin neye yarar? İşte bu gece de geçiyor. Muhabbetimi, kederlerimi bir türlü gösteremiyorum! Kim bilir? Katrât-ı bârân eşia-i hûrşîd ile tenevvür ettiği gibi belki bu gözyaşları da onun tebessüm-i latifine karşı parlar, belki o tebessüm, mahzun gönlümde bir şuâ-i ümîd uyandırmaya kâfidir!” (Malûmât, nr.

177, s. 1147)

İstem ve iradesi dışında filizlenen bu aşkı başlarda bir hata olarak nitelendiren ben anlatıcı, kıza karşı olan duygularını bastırmaya çalışır. Ona göre bu aşk, uygun kişiye yöneltilmiş bir duygu değildir. “Oysa irade ile kontrol edilemeyen, duyguların

uçuştuğu duygu dünyasından aşk doğar” (Karagöl, 2015: 147). Zaman içerisinde bunun

bilincine varan ve duyguları daha çok büyüyen ben anlatıcı, her defasında aşkını itiraf etmeye niyetlense de bunu başaramaz. Çünkü kızdan aşkına karşılık sayılabilecek bir umut ışığı görmez. Bu durum onun hayatını zehir eder ve onu dış dünyaya küstürür. Bir gün tüm cesaretini toplar ve aşkını itiraf etmeye kararlı bir şekilde kızın evine gider. Ancak kızın annesi dersi erken bitirmelerini, çünkü kızı biriyle nişanladıklarını söyleyince muallimin dünyası başına yıkılır. Aşkını itiraf edemeden geçen günler onun aleyhine işlemiş, sevdiği kızı bir başkasına vermişlerdir.