• Sonuç bulunamadı

Hayatın Taşrasında Olmak: Yoksulluk

Geleneksel toplumun içinde orta ya da üst sınıf olarak tanımlanabilecek toplum kesimleriyle etki ve etkileşimleri daha düşük seviyede bulunan kesimin yaşadığı yoksulluk, sosyal bir sorun olarak toplumda baş gösterir. Bu bakımdan yoksulluk kavramıyla “gelir veya tüketim düzeyinin yetersiz olmasının yanı sıra ekonomik, sosyal

ve siyasal katılım olanaklarından yoksun kalmayı da içeren çok boyutlu” (Şenses, 2001:

16) olarak karşılaşılır. Aslında yoksulluğun genel anlamının ihtiyaç duyulan, istenen ya da bir değer taşıdığı düşünülen herhangi bir şeyden mahrum olma durumu olmakla beraber, “yoksulluğun temelinde eşitsizliğin yattığını” (Özdoğan, 2009: 50) da göz ardı etmemek gerekir. Ara Nesil dönemi hikâyelerinin kaleme alındığı zamanlarda Osmanlı Devleti, hem içeriden hem dışarıdan pek çok tehditle karşı karşıya olup, yıkılmanın ayak sesleri yoğun bir şekilde hissedilmektedir. Böyle bir dönemde toplumdaki yoksulluğun artması da şaşırtıcı değildir. Hikâyelerdeki yoksulluk temasının büyük ölçüde ülkenin içinde bulunduğu durumdan kaynaklandığı söylenebilir.

Yoksulluğa aşina olmak, yoksulluğun kişinin omuzlarına yüklediği sıkıntıların ağırlığını azaltmak ve kişinin içinde bulunduğu duruma bir çözüm önerisi sunmayı bilmesi açısından yarar sağlar. Bu açıdan bakıldığında yoksulluğa aşina olan bir kişinin durumu, zengin bir kişinin bir anda yoksul bir konuma düşmesine göre daha avantajlıdır.

Tanzimat dönemiyle beraber, edebi eserlerin konuları arasına toplum hayatındaki değişimler ve dönüşümler girmeye başlar. Edebi eser böylelikle az da olsa toplumsal bir vasıf kazanmaya başlar. Yoksulluk teması da toplumsal nitelik kazanmış bir edebi eserin ya tam merkezinde ya da kıyısında yer alır. “Hangi çağda, hangi

dilden, hangi toplumda ve hangi dinden olursa olsun yoksulluk edebiyat için en az aşk kadar önemli bir kaynak ve bitmez tükenmez bir malzeme olmuştur. Şiirde, tiyatroda, masalda, romanda bütün edebi türlerde tartışılmaz bir yere sahiptir. Toplumsal eleştiri temelli yapıtlardan, konusu aşk, kahramanlık, fedakârlık olanlara değin sayısız çalışmanın merkezinde, başında ya da sonunda yoksulluk vardır. Yoksulluğun acısına, neden olduğu sorunlara ve umutsuzluğa adanmış olan eserlerin yanında zaman zaman dramatik etkinliği artırmada ikinci derecede bir öğe olarak da kullanılmıştır”

(Boynukara, 2003: 197). Yoksulluk, dışlama, korku, hatta nefret nesnesi olarak kullanılabilir. Ancak Ara Nesil döneminde yazılan hikâyelerin neredeyse tamamında yoksulluk, bir acıma nesnesi olarak belirir. Örneğin Seyyid Kemal’in “Ulüvv-i

Sahâvet”i, yoksulluğun acıma nesnesi olarak ele alındığı bir hikâyedir. Hikâyenin giriş

kısmında ocak ayında soğuk bir kış günü yağan karı tüm tabiatı kaplaması tasvir edildikten sonra, bir kulübede hayatlarını sürdürmeye çalışan anne ve küçük kızıyla karşılaşılır. Yoksulluğun şiddetli darbelerine maruz kalan anne ve kız, buz gibi havada yaşam mücadelesi verir.

“Bir valide ile altı yaşındaki kızcağızı… Bu kulübenin-hayır; bu kulübenin değil; bu fakrın bu zaruretin, bu bedbahtlığın- sahipleri işte bunlar idi! Valide, ciğerpâresini bağrına basarak nagmât-ı müşfikânesiyle ısıtıyordu. Yavrucağız annesinin koynuna, cenâh-ı meshane sokuldu: Anne üşüyorum, dedi. Evet, üşüyor idi. Hayf, şu küçük vücudu sarsılıyor; bu soğuk onu öldürüyor idi.” (İrtikâ, nr. 79-31, s. 124)

Yoksulluk tek bir tanımla sınırlandırılamayacak olmakla beraber, insan hayatını pek çok yönden etkileyen sosyal bir problem olduğu aşikârdır. Hikâyede acınacak bir halde beliren anne ve küçük kızı, buz gibi bir havada kulübeden bozma bir yerde hayata karşı direnmeye çalışır. Küçük kızının üşümesine dayanamayan anne, ona sıkıca sarılır. Ancak elinden daha fazlası da gelmemektedir. O anda gözlerinden yaşlar süzülür. Küçük kız titrek bir sesle annesine üşüdüğünü, ateş yakmasını istediğini söyler. Ancak evde kibrit de yoktur. Kadın bu soğuk havada onu bile dilenme imkânı bulamamıştır. Kızına cevap veremez. Bu sırada karların arasında hareket eden siyah bir cisim görür. Yaklaştıkça onun bir adam olduğunu fark eder. Adam gitgide yaklaşır. Fakir kadın yavrusunu sımsıkı kucaklayarak açlıktan ve soğuktan mecalsiz kalmış vücuduyla bu adamdan dilenmek için kapıya kadar sürünür. Kadın, genç adamın karşısına çıkınca önce konuşamaz. Genç adam şefkat ve merhamet barındıran bir ses tonuyla kadına ne istediğini sorar. Genç adamın o anda kadının kucağındaki küçük çocuk dikkatini çeker. Acıyarak ona bakar. Kadın elini bu çocuk için açtığını söyler. Genç adam, kadına çocuğun adını sorar. Kadın, Nimet diye cevap verir. Hikâyede bu noktadan sonra bir zaman atlaması yaşanır. Aradan on bir yıl geçer. Genç adam, o gece kadın ve küçük kızını yanına alır, onlara el uzatır. Şimdi Nimet büyür, serpilir, genç bir kız olur ve kendilerine yardım eli uzatan genç adamla evlenir. Hikâye mutlu sonla biter. Nimet ve

annesinin yaşamaya çalıştıkları kulübede sağlıklarını korumaları olanaksızdır. Açlık ve soğuk, hem kadının hem kızının bedenini yıpratır, hastalıklara açık hale getirir. Özellikle kızın küçük bedeni bunları kaldırabilecek kapasitede olmayıp onu soğuğa karşı koruyacak kıyafetlere de sahip değildir. Bu noktada, hastalık kaçınılmazdır. Zaten

“hastalık yoksulluğun içkin bir parçasıdır” (Hatun, 2002: 30) ve ölüm onu takip eder.

Bu açıdan bakıldığında, Nimet ve annesi, karşılarına çıkan genç adam sayesinde yoksulluğun yarattığı olumsuz tahribattan çok fazla zarar görmeden kurtulabilmiş şanslı insanlardır. Yoksulluk içinde yaşamak özellikle çocukları büyüme, gelişme ve hayatını sürdürme açısından ihtiyaç duydukları imkânlardan yoksun bırakmaktadır. Bu olanaklardan yoksun büyüyen bir çocuğun fiziksel, zihinsel, ruhsal ve sosyal gelişim de olumsuz bir şekilde etkilenir. Yoksulluğun çocuklar üzerindeki etkileri, yoksulluk durumu devam ettiği müddetçe ve zaman olarak uzadıkça daha dramatik bir şekilde kendini göstermektedir. Çocukların yaşı küçüldükçe yoksulluğun olumsuz etkileri de artar. Nitekim hikâyenin küçük kahramanı Nimet, soğuktan ölmek üzeredir. Annesi ona sımsıkı sarılıp, üzerindeki kıyafetleri ona sarmaya çalışsa da küçük kızın titremelerine mani olamaz. O gece kulübelerinin yakınından geçen genç adam bu yoksul anne ve küçük kızın hayatını değiştirir. On bir sene o merhametli delikanlıya hizmet ederler. Sonunda Nimet ve delikanlı evlenir.

Ömer Aziz’in “Sirişk-i Hicrân” isimli hikâyesinin kahramanları da yine bir anne ve evladıdır. Ancak burada onların yoksulluk yüzünden ayrı kalmak zorunda olmaları anlatılır. Anne ve çocuk için o gece beraber geçirdikleri son gecedir. Çocuk uyumaktadır; kadın ise hem onu izler, hem de zihninden hayatın kendisine hiç aman vermeden yaşattığı sıkıntıları geçirir. Kadın, zaten gurbette olan kocasının vefat etmesi üzerine iyice perişan olur. Çocuğunu amcasının yanına göndermekten başka bir çaresi yoktur. Bu sefalet içinde ona iyi bir hayat sunabilmesi mümkün değildir. Çocuğunun hayatını kurtarabilmek adına bu hasretliği çekmeye rıza gösterir.

“Çocuk, birçok seneden beri gurbette bulunan pederinin vefatı üzerine amcasının âgûş-ı himâyetine ilticâ etmeye gidiyordu, zavallının kalbinde açılan dağ-ı hasrete şimdi de bâr-ı sefîl-i maişetin ıztırâbâtı munzimm oluyordu. Fakat bundan başka ne çareleri vardı? Mutlaka ayrılmak… Mutlaka o yükün altına girmek lâzım geliyor. Bîçâre valide buna mümkün değil tahammül edemeyeceğin lakin câzibe-i pâydâr-ı maişete karşı

şefkat ve muhabbetin ebrâm-ı refiki fâide-pezîr olamıyordu.”

(İrtikâ, nr. 50-2, s. 8)

Hikâye, ekonomik ve sosyolojik açıdan bir ailenin maddi ve manevi çözülüşü trajik bir şekilde ele alır. Anne ve çocuk, evin reisi olan babanın vefat etmesinden sonra olumsuz koşulların neticesinde yoksulluğa sürüklenir. Yoksulluk, anne ve çocuğu en temel insani ihtiyaçlarından azade bir hayata mecbur kılar. Bilhassa çocuğun eğitim imkânından mahrum kalışı, annesini en çok düşündüren mevzudur. Kocasının ölümüyle beraber maddi sıkıntılarla yüzleşmek zorunda kalan kadın, evladının bundan olumsuz etkilenmemesi adına onu amcasının yanına göndermeye karar verir. Kadın, bireysel bir varlık oluşturamadığı için, yalnızlık ve sahipsizlik onu çaresiz bırakır. Kadın ve çocuk, hayatın şiddetli darbelerine karşı savunmasızdır. Hayatın çetin şartları etraflarını çepeçevre kuşatır. “Maddi yokluklar ve bireysel/sosyal dayanıksızlık” (Eliuz, 2004: 117) anne ve çocuğu bu zorunlu ayrılığa mecbur kılar.

Vecihi’nin “Hakikat” hikâyesinde sekiz yaşındaki Ahmet isimli çocuğun yoksul hayatından okuyup çalışıp güç sahibi olarak kurtulması ele alınır. Anne ve babası öldükten sonra hayatta tek başına kalan, kitap, dergi satarak az da olsa para kazanıp karnını doyurmaya çalışan, parklarda, sokaklarda yatan bu çocuk, bazen yiyecek bir ekmeği bile zor bulur. Çocuğun bu içler acısı hali dramatik bir şekilde gözler önüne serilir.

“Eğer o gün kitapların hepsini satabildiyse, o vakit gidecek yer düşünmez, yalnız ertesi gün nereden sermâye tedârik edebileceğini düşünür-satamadıysa elinde ancak ekmek alacak para bulunur, yatacağı yeri düşünürdü. (…) Beş altı seneden beri hâb-gâh-ı dâimisi olan kaldırımlara, havlulara bir türlü alışamamıştı. Fakrden büyük belâ, sefaletten büyük derd-i ser, yani fakr ü fâka içinde izzet-i nefs o küçücük vücudda da hükm- fermâ idi.” (Hikâye-i Müntehabe, 1898, s.8)

Hikâyedeki yoksulluk teması, “büyük kentin kendi küçük yaşama telaşı içinde

koşuşturan” (Andı, 2010: 204) yoksul çocuğun, bir kodlaması şeklinde

değerlendirilebilir. Toplumun yoksulluktan etkilenen en duyarlı grubu çocuklardır. Yoksul bir çocuk kendisine göre daha iyi durumda olan başka bir akranından sağlık, gelişim ve sosyal yönden dezavantajlı olmakla beraber, yine akranlarından daha fazla sorunla boğuşur. Bu durum, yoksul bir çocuğun hayatta yapmak ve gerçekleştirmek

istediklerinin önünde büyük bir duvar örer. Ancak Ahmet, hayatta yaşadığı tüm olumsuzluklara inat, okumak ve âlim olmak ister. Bir gün onun bu isteğini duyan bir müşteri onunla alay eder. O günlerde onun okuma ve öğrenme hevesini fark eden bir hayırsever, Ahmet’e sahip çıkar ve onu okutur. O güne kadar korkak ve kanadı kırık bir şekilde hayatta kalmaya çalışan Ahmet, karşısına çıkan fırsatı iyi değerlendirerek yüreğindeki umudu yeşertmeyi başarmış ve okuyup yüksek mevkilere gelmiştir. Ahmet küçücük yaşına rağmen yoksulluğunun nedenlerinin farkındadır ve bu halini kadere bağlayıp kabul etmez. Hayatının yönünü belirleyecek mücadelede etkin bir tarzda tepkisini ortaya koyar ve hedeflerine ulaşmasını bilir.

Abdullah Zühdü’nün “Mışır Buyday” hikâyesinde de küçücük yaşında sokaklarda mısır satarak yaşamını sürdürmeye çalışan bir çocuğun yoksulluğu ele alınır. Ben anlatıcı ve bir arkadaşı soğuk bir kış gecesi Şehzadebaşı’nda bir kıraathanede oturur. Hava çok soğuk olduğu için, sokaklarda gelip geçen insan neredeyse yoktur. O sırada oradan geçmekte olan ve buz gibi havada mısır satmak için uğraşan on yaşlarında bir çocuğa denk gelirler. Çocuğun sepetinin üzerine kar dolar, yüzü soğuktan kıpkırmızı olur, küçücük elleri donar. Soğuktan tir tir titremesine rağmen, mısırlarını satmak ve para kazanmak zorundadır. Ancak onun tüm uğraşlarına rağmen mısır alan hiç kimse yoktur. Çocuğun haline acıyan ben anlatıcının arkadaşı çocuktan mısır alır. Mısır satabildiği için çocuk mutluluktan havalara uçar. Mısırın parasını verirken çocuğun topallayan bacağı ve çıplak ayakları onların içini acıtır.

“Zavallı çocuğun bir sokaktan geçerken dizini bir köpek ısırmış. Topallıyordu. Arkadaşım sordu:

-Çocuğum dizine ne oldu? -(Göstererek) Köpek ısırdı. -Şimdi paranla ne alacaksın? -Çorap…

Dizini gösterirken koca, ağır, altları iki parmak, avcı çizmesi gibi çivili kunduraların içinde ayaklarının çıplak olduğunu gördük. İkimiz de acıdık. Bu çocuk ne kadar alicenâb imiş. Pekçok çalıştığımız halde yine masanın üzerine birkaç teneke mısır bırakmaktan onu men edemedik. O, güle güle sevine sevine tıpkı mesrûrâne bir şarkı söyler gibi “Mışır buyday” diye diye

çıkıp giderken biz düşünüyor idik.” (Rehgüzâr-ı Matbuâtta,

1986, s.12)

Hikâyedeki çocuk, yaşı gereği düzenin, huzurun özümlendiği ve dengelendiği ara bir evrededir. Gerilimlerin ve huzursuzlukların onun için henüz söz konusu olmadığı çocuk, “çocukluğun gerek kendine özgü, gerekse genel tüm özelliklerini kendinde

toplamıştır” (Yavuzer, 2012: 117). Ancak, küçücük yaşında hayatını idâme ettirebilmek

için sokaklarda mısır satan çocuk, hayatın karşısına çıkardığı zorluklardan ve ihtiyaçlarını karşılayamadığından, buz gibi havada bile durup dinlenmeden mısır satmak mecburiyetindedir. Ancak küçük çocuğun yoksulluğu, fiziksel gücünü ve sağlık durumunu dramatik bir şekilde etkiler. Yine bir gün sokakta mısır satarken karşısına çıkan bir köpek onu ısırır ve ayağının topallamasına sebep olur. Her şeye rağmen olumsuzluğa kapılmaz, yüzünden gülümsemesini eksik etmez. Vücut sağlığını ve aklını kullanarak kazancını sağlayabileceğine olan inancı tamdır. Mısır satarak kazandığı paralarla çorap alarak hem ayaklarını ısıtacak, hem de sokakta karşısına çıkabilecek başka bir köpeğe karşı savunma sağlayacaktır. Çocuğun yoksul dünyasındaki hayat mücadelesi, ben anlatıcı ve arkadaşının içini acıtır. Onun, yoksulluğun getirdiği yıkıma karşı bir çocuk olarak dirençli olabilmesi durumu, hem ben anlatıcıyı hem de arkadaşını derinden etkiler. Mısırını sattıktan sonra açığa çıkan mutluluğu, hayatın daha zorlu deneyimlerine karşın, çocuğun hayata tutunma çabasını güçlendiren en büyük gücüdür.

Abdullah Zühdü’nün “Sefil” isimli hikâyesinin ben anlatıcısı bir yazardır. O günlerde yazmakta olduğu bir romanın sefalete ait olabilecek kısmını tasvir edebilmek, romanına kahraman olabilecek yoksul bir insan seçebilmek için, bu gibi insanların vakit geçirdikleri yerleri gidip görmeye karar verir. Bunun için bir arkadaşından yardım ister. Bu arkadaşı böyle bir yer bildiğini ve onu oraya götüreceğini söyler. Birkaç gün sonra bir gece yarısı arkadaşının bahsettiği yere giderler. Önce bir meyhaneden içeri girerler. Bu meyhanenin içi görenleri ağlatacak, insanlığından iğrendirecek, içini titretecek, merhametkârâne bir nefret içinde bırakacak kadar sefil bir yerdir. Yazarın acıyla karışık şaşkınlığı meyhanenin fiziksel özelliklerini görmekle sınırlı kalmaz. O, meyhanedeki insanların yoksulluk görünümlerini şu şekilde aktarır:

“(…) Ah pis, evet hepsi de pis idi. Saçlar, sakallar hep karışık, hep perişan… Hep kirden, yağdan birbirine yapışmış… Hep tırnaklar uzamış. Hep eller murdâr. Hep yüzler kirli. Hep elbiseler pejmürde idi. Hayır onların arkasında bulunan yırtık

pırtık şeyleri anlatmak için “fakirâne”, “pejmürde” gibi sıfatlar pek ruhsuz, pek tesirsiz kalırdı. Bunlar anlatılamaz, tarif edilemez bir şeyler idi. Onların kimi çıplak vücudunu bir çuval ile setr etmiş… Kimi çamurlu, kırk yerinden yamalı ne olduğu belirsiz paltomsu bir şey giymiş. Galiba hiçbirinde çamaşır yok… Pantolonların yırtık dizlerinden, ceketlerin düğmesiz önlerinden kir içinde simsiyah vücutları görülüyor. Bazısının ayağında çamurlu, yırtık bir koca kundura var. Ekserisinin ayağı çıplak… Ayak denilemeyecek bir koca siyah taş parçası. Ayak kütüğü zan edilebilecek bir halde… Hepsinin benzi soluk… Hepsinin gözleri donuk…” (Rehgüzar-ı Matbuatta, 1896, s.46)

Yazarın tasvir ettiği bu insanların neredeyse tamamı dilencilik yapar. İçlerinde yan kesici ve hırsızlar da vardır. Yalnız hepsinin tek bir mecburiyeti vardır. O da sabahtan akşama kadar kazandıkları parayı hiç harcamadan getirip meyhaneciye teslim etmeleridir. Kazandıkları paranın az ya da çok olması mühim değildir. Buna karşılık meyhaneci bu insanlara genelde fasulye haşlamasından ibaret olan bir kap yemek ve istedikleri kadar rakı verir. Geceleri de meyhanede kalmalarına müsaade eder. Bu insanlar yeterli geliri olmadığı için dışlanmış, terk edilmiş, unutulmuş bir kesim olarak karşımıza çıkar. Buradaki herkesin tek derdi, bir kap yemek, biraz rakı ve başlarını sokabilecekleri bir damdır. Tüm olumsuzluklara rağmen bu koşulların sağlandığı bir ortam onların yaşaması için yeterlidir. Zaten yoksullukla baş edebilmek için bundan başka yapabilecekleri bir şeyleri yoktur. Hayatlarını gündüz dilenciliğe, hırsızlığa ya da yan kesiciliğe; geceleri de bu meyhaneye göre düzenleyen insanlar, kendilerini iyi hissetmelerini bu meyhanede bir arada bulunmalarına bağlarlar. Çünkü onlar için meyhane korunaklı bir mekândır. Gece olunca dışarısı soğuk ve tehlikelere açıktır. Meyhanecinin onlar için koyduğu kurallara uymadıkları takdirde dışarıdaki hayat içerisinde “tutunamayacaklarını tecrübeleriyle görmüşlerdir” (Özcan, 2013: 249). Mutlak bir uyum içerisinde gündüzleri dilencilik, hırsızlık, yankesicilik yaparlar, geceleri de kendilerini meyhaneye atarlar. Gün boyu dilenen ya da hırsızlık yapan bu insanlar, akşamları bu meyhanede sağlıksız koşullarda ve karın tokluğuna yaşamlarını idâme ettirirler. Tüm bunlar olayın trajik boyutunu gözler önüne sermesi ve düşündürmesi bakımından önemlidir.

Yine Abdullah Zühdü’nün “Bir Çiçek Açmamış Mezarında” hikâyesinde yoksulluk teması, zenginler ve yoksullar arasında karşılaştırma yapılarak dramatik bir şekilde ortaya konur. Hikâyenin ismi belli olmayan ben anlatıcısı bu karşılaştırmayı Şişli’deki Rum Kabristanı’ndaki biri zengin biri yoksul iki ölmüş insanın mezarları üzerinden gerçekleştirir. Kabristana giren ben anlatıcı önce zenginlere ait yerlere gider. Orada gördüğü bir mezar dikkatini celp eder. Bu mezar her yönden ölen kişinin zengin bir aileye mensup olduğunu ortaya koyar.

“(…) latîf bir mezar idi, kimbilir kim bu mezarın üzerine bir kameriye yaptırmıştı. Kameriyenin bütün etrafını yaseminler, sarmaşıklar kuşatmış idi. Etrafına en nâdire, en zarif, en nazar- rübâ çiçekler dikilmiş idi. Bir taş; taşın ortasına büyük bir sanatla küçük bir hücre yapılmış, hücrenin içine orada yatan şahsın fotoğrafla alınmış resmi konulmuş! Taşın üzerinde mermerden bir güvercin var. O da pek mâhirâne traş edilmiş. Güvercinin önünde mini mini bir havuz. (…) mezarın her yerinde fevkalade intizâm ve memuriyet eseri var.” (Rehgüzâr-ı

Matbuâtta, 1896, s.69)

Ben anlatıcı, kabristanda zenginlere mahsus yerleri geçer ve yoksullar için ayrılan mahale gelir. Yoksulların kabirlerini son derece metruk ve unutulmuş bir halde görmek onu derinden etkiler. Ama gördüğü bir mezar onun adeta içini parçalar.

“(…) Kuru topraktan siyah topraktan ibaret bir mezar gördüm. Evet, yalnız kuru bir topraktan ibâret idi. Üzerine yalnız enlice bir tahta konulmuş idi. Mezar olduğunu yağmurlardan rengi atmış, çürümüş olan bu tahta isbât ediyordu. Eyvah o ne garîb, o ne bî-kes, o ne yetîm, o ne fakîr bir mezar idi. Bir çiçek değil… Bir sade çemen… Bir tek çemen bile o mezarı tezyin etmiyor, o mezara ruh vermiyordu. Toprak… Yalnız siyah toprak… Yalnız bir tahta… Yalnız bir çürük tahtadan ibâret bir mezar.”

(Rehgüzâr-ı Matbuâtta, 1896: 72)

Ben anlatıcının istemeden girdiği kabristanda başlayan hikâyede ekonomik yönden güçlü birisinin mezarı ile ekonomik bakımdan zayıf birisinin mezarlarının karşılaştırması gözler önüner serilir. Zenginlere ayrılan yerde ben anlatıcının dikkatini çeken mezara kameriye yaptırılır, etrafına yaseminler, sarmaşıklar ekilir. Ölen şahsın

fotoğrafı mezarına konulur. Mezarın önüne havuz yaptırılır. Ekonomik yönden güçlü olan kişinin bu gücü mezarına da taşınır. Zira mezarın bu derece özenli yapılması maddiyata dayanır. Daha sonra zenginlerin mezarlarının olduğu yerden çıkan ben anlatıcı yoksullara ait olan bölüme geçer. Zenginler ve fakirler olmak üzere ikiye ayrılan kabristan, sosyal hayatın adaletsiz ortamının ölümde bile devam ettiğinin göstergesi olarak karşımıza çıkar. Yoksul bir insanı hem bedenen hem de ruhen tüketen yoksulluk, mezarda bile varlığını hissettirir. Hayatın zor koşulları, yoksul bir insanı öldükten sonra bile etkilemeye devam eder, onun kabrinin bir zengininki gibi olmasına müsaade etmez. Maddiyatın gücü, ölümden sonrasına bile hâkimdir. Öyle ki, ölümden sonraki dengeleri bile elinde tutacak güce sahiptir. Zenginlik sosyal, maddi ve manevi yönden güvende olmayı ve tercih imkânını sağlarken; “yoksulluk maddi olanaksızlığı,

güvensizliği, dışlanmayı ve psikolojik sıkıntılar ile tercihte bulunma imkânının olmamasını” (Batal, 2016: 304) ifade eder. Bu durum, yoksul insanların derdini

anlatamamasına ve var olduklarını ispatlayamama duygusu yaşamalarına neden olur ki, bu, öldükten sonra bile devam eder. Yoksulluğun hem bedenlerini hem ruhlarını tahrip ettiği insanların mezarları da kendileri gibi çaresiz, yıkık ve çürümüştür. Hayata karşı direnecek gücü olmayan yoksul insan, mezarında bile kimsesizliğini yansıtır. Zenginlerin ve yoksulların mezarlıklarının fiziksel zıtlığı, bu iki grubun hem fiziki hem