• Sonuç bulunamadı

2.4. Geleneğin İzinde: Kadın-Erkek İlişkileri

2.4.5. Evlat Sevgisi

İki karşı cinsin birbirini benimsediği ve birlikte yaşadığı, düzenli bir bağlılık olan evliliğin temelini oluşturan kadın-erkek beraberliği insan türünün üremesi için devam etmesi gereken zorunlu bir olgudur. Kadın ve erkeğin beraberliğinden çocuklar dünyaya gelecek ve insan türü yaşayacaktır. Dünyaya gelen çocuğa karşı anne ve babanın yüreğinde ellerinde olmadan büyüyen, karşılıksız, masum, derin, insana kendi benliğini unutturan, hayattaki tüm öncelikleri geride bıraktıran bir sevgi yeşerir. Bu sevginin adı evlat sevgisidir. Bu sevgi hiçbir koşula bağlı olmayıp, anne ve baba, çocuğunu “bazı özel koşulları yerine getirdiği için ya da özel bir isteğini doyurduğu

için değil” (Fromm, 1995: 45) kendi öz çocuğu olduğu için sever. Ara Nesil dönemi

hikâyelerinde özellikle evlat sevgisinin vurgulandığı hikâyelerle karşılaşmak mümkündür. Ahmed Râsim’in “Ak Saç” isimli hikâyesinde ayağını kırıp yatağa düşen küçük bir erkek çocuğunun babası, evladının bu hali karşısında tarifi olmayan acılara sürüklenir. Evladına sonsuz bir sevgiyle bağlı olan babanın içinde bulunduğu çaresizlik hali acısını katmerleştirir. Bütün gece oğlunun başında bekler.

“Ben bütün gece onun çehre-i asferine bakarak uyudum uyandım. Bütün gece onun feryâd-ı enini ile en tâkat-güdâz kederler içinde vücudumu yıprattım. Bu keder, bu nümâyiş-i hazin, bu tecelli-yi meşum, bu hiss-i nedâmet, hayatıma târî olan o za’f-i meçhul, gözlerimi yakan o sirişk-i ıztırâb, beynimi pür- şûriş eden o hâtırât-ı elem, dudaklarımı yakan ah-ı derûn bana mazideki neşelerimin cümlesini ayrı ayrı yâd ettirerek âşiyânede iki muztarib-i hakikinin vücudunu, iki hastanın esir-i mihnet olduğunu, iki derdnâkın intikâl-i âlâm ile muazzeb kaldığını anlatıyordu. Benim de bacağımda bir ağrı, bir kırık var gibi sızlıyor. Onun pây-i zaîfine dokunup kıran taş, benim ta kalbimin üzerine fırlayıp ezmiş, beni rencide-i hâtır, şikeste-dil etmiş idi.” (Hazine-i Fünûn, nr. 47-48, s. 471)

Evladın, özellikle de erkek çocuğun Türk aile yapısı içerisindeki önemi bilinen bir gerçek olup, her şeyden önde gelir. Zira erkek çocuk, baba için neslinin devamını sağlayacak olan kişidir. Oğlunun ayağında açılan yara ve ayağının kırılması sonucu yatağa düşen çocuğun çektiği acılar, ettiği feryatlar, inlemeler babasını derinden yaralar. Gözünden sakınıp binbir çileyle büyüttüğü oğlunun bu hali babanın içini titretir,

yüreğini yakar. Çocuğun o halini gördükçe “temsil ettiği erk gücünü” (Deveci, 2014: 194) muhafaza edemediğini düşünen adam, vicdan azabından kıvranır. Yaşadığı derin acının etkisiyle birlikte oğlunun bedeninde hissettiği acıları kendi bedeninde hissetmeye başlar. Bu hissediş o kadar derin bir biçimde gönlüne ve bedenine işler ki, ertesi sabah kalktığında saçının beyazlamış olduğunu, oğlundan biraz büyük olan kızı fark eder. Çocuğunun acı çekmesi karşısında kendi acısını fark eden baba, kaybetme korkusu yaşadığı ve özdeşleştiği evladına duyduğu sevgisini de yansıtmış olur.

Ahmed Râsim’in “Mini Mini Yaramaz” isimli hikâyesi de bütünüyle bir annenin çocuğuna duyduğu sevginin ifadesidir. Hikâyede küçük çocuğun “bahçedeki kuyuya

düştüğünü sanan bir annenin yaşadığı ıstırabı gerilimi yavaş yavaş yükselterek”

(Yeşilyurt, 2017: 25) verilir. Bu annenin üç çocuğu vardır. Her bir evladını ayrı ayrı sever ve düşünür. Evin en küçüğü Nâhid’dir. Henüz daha tam olarak konuşamayan bu sevimli çocuk ufak ağızlı, kıvırcık lapiska saçlı, gözleri parlak, bakışları canlı ve insanı neşeye davet eden, kendini sevdiren küçük Nâhid, evin gözbebeğidir. Annesi bir gün büyük çocukları, onları derslerini düşünmeye dalar. Bir süre sonra Nâhid’in ortalıkta olmadığını fark eder. Her yeri arar, ancak küçük çocuğu bulamaz. İlk başlarda sakinliğini muhafaza etmeye çalışsa da gittikçe gücünü yitirmeye başlar. Bu esnada en büyük çocuğu olan dokuz yaşındaki kızı gelir. Nâhid’i aramaya o da katılır. Kadının aklına birdenbire bahçedeki kuyu gelir. Nâhid’in oraya düşmüş olabileceğini düşünür. Kendi ihmali yüzünden evladını kaybettiğini düşünerek kahrolur.

“Teessürün ne fâidesi var? Bilmeyerek döndü. Ağlayamıyor. Gözleri kurumuş nazarı sönmüş. Bir yeri göremiyor. Evet. Hala o seğirtme devam ediyor. Fakat sağ gözünde ümîdsiz bir ruh rencide bir kalb, zebun bir vücûd, mükedder bir beyin, müteessir bir vâlide. Büyük kız bunların cümlesini anladı. Bir feryâd! O sâkin duvarları çınlattı. Kardeşi kuyuya düşmüş.” (İkdâm, nr.

121, s. 4)

Her şeyin bittiğini ve yavrusunun öldüğünü düşünen kadın, son bir umut olarak kuyucu çağırmayı düşünür. Hemen eve girer, merdivenlerden çıkar, çarşafını almak için odaya girer. O anda odanın perdesinin kıpırdadığını fark eder. Perde kalkınca Nâhid’in orada saklandığını görür. Evladını karşısında sapasağlam gören kadın ona sıkıca sarılır ve az önce yaşadığı sıkıntılı anları Nâhid’in tebessümleriyle geride bırakır. Bir annenin evladına olan sevgisi hiçbir şarta bağlı olmayan bir sevgidir. Annenin istediği ve

beklediği tek şey, evladının sağlıklı olması yani var olmasıdır. Bu sevginin denetlenmesi ya da yaratılması imkânsızdır. Evladını kaybeden bir anne için hayatın anlamı kalmaz, tüm güzellikleri yok olur. Nâhid’i kaybeden ve onun kuyuya düşüp öldüğünü düşünen kadın için de durum böyledir. Perde arkasına saklanan çocuğunu bulan kadına hayat, evlat sevgisinin ne kadar yüce bir sevgi ve evladını kaybetmenin ne kadar ıstırap dolu olduğunu bu vesileyle anlatır.

Mehmed Celâl’in “Avdet” hikâyesinin başkişisi ismi belli olmayan bir validedir. Bu kadının dünyada oğlu Fazıl’dan başka kimsesi yoktur. Fazıl, yirmi bir yaşında bir genç olup, mekteb-i tıbbiyeden yeni mezun olur. O, artık bir yüzbaşıdır. Oğlunun eve dönmesine çok sevinen kadın, bir süre sonra oğlunun eğitim için Almanya’ya gitmek istemesiyle allak bullak olur. Oğlundan ayrı kalmak, onun hasretini çekmek kadın için bir ıstıraptır, ancak oğlunun eğitiminin aksamasına da gönlü razı gelmez. Fazıl, Almanya’ya gider. Kadın, iki sene boyunca her gün gözyaşı dökerek çaresiz ve gönlü yaralı bir şekilde oğlunun yolunu gözler. Bir gün oğlundan döneceğinin haberini veren bir telgraf alır. Dört gözle evladını bekleyen kadın, evladına kavuşur ve dünyalar onun olur. Yazar, hikâyenin sonunda araya girerek evlat sevgisinin ne kadar kuvvetli ve yüce bir sevgi olduğunu kendi ağzıyla aktarır.

“Nasıl? İki sene pek çabuk mu geçti dersiniz? Hayır! Mesele orada değil! Vâlide, karyolasından çıkarak masa üstündeki ilaç şişesini pencereden attı. Herhalde fena yapmadı. Zaten maksadım bir rûh-ı muztaribin bir kalb-i cerîhadârın- mâdî ilaçlara mukâbil- bir tebessüm, bir gözyaşıyla tedavi edileceğini anlatmak idi.” (Maârif, nr. 128, s. 374)

Hikâyedeki anne, oğlu Fazıl’ı babasız büyütmüş ve hayattaki tüm zorlukları evladına duyduğu derin sevgi ile aşmıştır. Fazıl da annesinden gördüğü destekle hayat dersindeki her sınavdan başarıyla çıkar. Oğlunun gözünün içine bakan kadın, onun sevgisi sayesinde dopdolu ve güzel bir hayat yaşar. Oğlunu büyütürken ve onun okulu bitirmesi için beklediği zamanlarda bir kere bile söylenmez. Oğluna karşı her zaman pozitif ve mutludur. Fazıl, eğitim için Almanya’ya gitmek istediğini ancak istemezse gitmeyeceğini söylediğinde bile annesi onun hasretinden yanacağını bildiği halde bencil davranmaz. Oğlunun eğitim hayatı her şeyden önemlidir. Bu noktada annenin koşulsuz sevgisi dramatik bir şekilde açığa çıkar ve bu durum hikâyenin sonunda yazarın kendisi

tarafından aktarılır. Evlat sevgisi, bir anne için en şifalı ilaçtır. Evladının yanında olmasıyla hastalıklardan, dertlerden, üzüntülerden en kısa sürede kurtulur.

Mehmed Celâl’in “Karlar Altında” hikâyesinde Hilmi isminde bir süvari, karısından oğlu Refik’in hasta olduğuna dair bir mektup alır. Oldukça endişelenen Hilmi Efendi, derhal İstanbul’a dönmeye karar verir. Ertesi sabah yanındaki diğer süvari ve aynı zamanda uşağı olan adamla beraber yola çıkar. Ancak kar yolları kapatmıştır, oldukça zor ilerlerler. Biraz daha ilerledikten sonra atının bir şeyden korktuğunu fark eder. Dikkat ettiği zaman karların altında küçük bir şey görür. Biraz daha dikkatli baktığında bu küçük şeyde bir kımıldama olduğunu hisseder. Hilmi Efendi atından iner ve karların altında küçük bir çocuk olduğunu görerek onu kurtarır. Bu küçük kızın hali yüreğine dokunur. Çünkü ona evladını hatırlatır. Çocuğu karlar altından kurtardıktan sonra civar köylerden birine gidip kalacak bir yer bulurlar. Hilmi Efendi çocuğu yatırır ve fanila ile vücudunu ovmaya başlar. Adam ilk başta çocuğun sağ kalacağına dair şüpheler taşısa da sonradan çocuğun hareket edip ağlaması ile onun kendine geldiğini görür ve bundan çok mutlu olur. Ertesi gün sabah Hilmi Efendi, küçük çocuğu da yanına alarak Edirne’ye gider. Bir sonraki gün trene binerler. Daha sonra tren yolda durur. Bu sırada bekleyenlerin arasına giren Hilmi Efendi, karlar arasında bulduğu çocuğu göstererek bir tanıyan olup olmadığını sorar. Bu soru üzerine kadınların olduğu yerden herkesin kalbine işleyen bir çığlık kopar. Bu kadın, Hilmi Efendi’nin bulduğu küçük kızın annesidir. Kadın, heyecandan bayılır. Kendine geldiği vakit evladını kaybetmiş olmanın verdiği derin ıstırap yerine ona kavuşmanın sonsuz mutluluğuna bırakır.

“Anası çocuğunu buldu. Kadın ayıldığı vakit, kolları arasına verilen masuma, valideler için âlem-i bâlâ-yı ser-mediyyetten inmiş olan bir nazarla baktı. Sonra bu nazar-ı mâderâneye bir hiss-i mahbûbâne ilâve ederek, etrafında bulunanlardan istifsâr- ı mütâlaa ediyor gibi, o aralık gül rengine tahavvül eden dudaklarından bu kelimeler döküldü: “Bu Fahriye değil mi? Rûyâ görmüyorum ya?” Vâlide temin edildi. Fahriye’nin melekleri bile handân eden tebessümü her ıztırâbı unutturdu.”

(Mehmed Celâl, 2014: 123)

Karlı yolda ilerlerken küçük kızı Fahriye’yi düşüren anne, onu bulamaz ve onun öldüğünü düşünerek kahrolur. Anne ve baba için evladının ölümü altından kalkılması

güç bir travmadır. Özellikle anne için bu zor durumu kavramak ve kabullenmek çok daha zor bir süreçtir. Zira evlat sevgisi bir anne için her şeyden üstün olmakla beraber anne ve çocuk ilişkisinde çocuk yardıma gereksinim duyan taraftır, anne ise bu gereksinimi karşılayan kişidir. Bundan ötürü “anne sevgisi en yüce sevgi türü, duygusal

bağların en kutsalı sayılır” (Fromm, 1995: 53). Kadın karlı köy yollarından geçerken

düşürdüğü Fahriye’yi bulamamış ve bir anne olarak onun gereksinimi karşılayamadığı için öldüğünü düşünerek vicdan azabından yanıp tutuşur. Onu bir daha görebileceğine dair hiçbir umudu da kalmaz. Yaşadığı evlat acısının hiçbir tarifi yoktur. Ancak bir mucize sonucu o yoldan geçen Hilmi Efendi’nin küçük Fahriye’yi bulması, onu hayata döndürmesi ve onu annesine teslim etmesi kadını evladına kavuştuğu için mutluluktan havalara uçurur. Çünkü bir anne, evladı sayesinde hayatına anlam ve değer katar.

Mehmed Celâl’in “Bir Tebessümün Tesîri” hikâyesinde evlat sevgisi ve evladın yaratmış olduğu etkinin anne ve babada ortaya çıkardığı görüntüler oldukça dramatik bir şekilde gözler önüne serilir. Hikâyede ismi belli olmayan bir kadının iki sene evvel evlenmiş olduğu kocası kendini içki âlemlerine kaptırır. Her gece eve geç geç gelen adam, kadın kendisine en ufacık bir şey diyecek olsa onu öldüresiye döver. Kadın ve adamın evliliklerinin meyvesi olan küçük bir evlatları vardır. Teselliyi bu yavruda bulan kadın, kocasının yaptıklarına evladı sayesinde direnmeye çalışır. Yine bir gece eve sarhoş bir halde gelen adam, çocuğuna su verdiği için kapıyı geç açan karısına hakaret etmeye başlar. Kadın, çocuğun uyanabileceğini söyleyerek adama bağırmaması için ricada bulunur. Adam, kadının bu sözlerine iyice hiddetlenir. Kadın, evladının korkabileceği endişesiyle kocasından kendisine dokunmamasını ister. O anda yatağının içinde gözlerini açıp bir annesine bir babasına bakan minik çocuk daha sonra onlara gülümser. Onun bu bakışı ve gülümseyişi, hem annesine hem de babasına ayrı ayrı şekillerde tesir eder.

“(…) Çocuk bir hareket etti, uzun kirpiklerle müzeyyen gözlerini açtı. Bir validesine, bir pederine baktı, bu masumâne bakışı en kederli insanları bile müstagrak-ı şetâret eden dudaklarında peydâ olan melekâne bir tebessüm takîb etti, bu tebessüm iki rûh üzerinde büyük bir tesir husûle getirdi. Peder geri çekildi, bir lâkırdı söylemeye muktedir olamadı, bu sihirli tebessüme karşı titreyerek yatağına yattı; vâlide her şeyi unuttu, gözyaşlarını bu tebessümden intişâr eden hevâ-yı nesîm-i masumiyet kuruttu,

mükedder ruhu bir âlem-i şetârete daldı.” (Resimli Gazete, nr.

21, s. 260)

Evlat, “aile ve evlilik kurumunu tamamlayıcı varlık” (Deveci, 2014: 192) olmakla beraber ailenin bir arada kalmasını sağlayan, en acı kederleri unutturan, en vahim olayların önüne geçen birleştirici bir unsurdur. Hikâyedeki çocuk, daha doğru dürüst konuşmayı bile bilmeyen bir yavrudur. Bir çocuk doğumunu takip eden ilk senelerde en çok annesine bağlıdır. Günden güne yürümeye, konuşmaya çalışan ve hayatı tanımaya başlayan çocuk, annesine bağlı olmakla beraber babasını da tanıyıp ona bağlanmaya başlar. Babasının devamlı surette içki içip eve gelmesini, annesine kötü davranmasını ve annesinin hüzünlerini gözlemleyebilecek, yaşananları idrâk edebilecek çağda değildir, ama babasını tanır. Babasının annesine kötü muamelede bulunduğu bir anda gözlerini açıp her ikisine bakıp, daha sonra tebessüm ederek bir anda ikisini de reel dünyadan kendi masum dünyasına çeker. O masum dünyanın içine giren baba, evladının bakışının ve tebessümünün ruhunda yol açtığı titremeyle karısına bir şey söyleyemez ve yatağına yatar. Anne ise bu masum dünyanın içine girince yaşadığı yüm olumsuzlukları bir kenara bırakır. Evlat sevgisi, anne ve baba nezdinde farklılıklar gösterir.

Abdullah Zühdü’nün “Zevk-i Hakiki” hikâyesinde evlat sevgisi teması, bir babayı doğru yola sevk eden ve ona hayatın gerçek zevklerini duyumsatan bir yapıda karşımıza çıkar. Hikâyenin başında henüz genç bir kız olan Taze Hanım, daha sonra Aziz isminde bir adamla evlenir. Evliliklerinin ilk iki ayı mesut bir şekilde geçer. Ancak ondan sonra Aziz Bey eski alışkanlıkları olan zevk ve sefa âlemlerine geri döner, eve geç gelmeye başlar. Bu durum, Taze Hanım’ı çok üzer. Taze Hanım’ın gençlik yıllarından itibaren en büyük arzusu bir çocuk sahibi olmaktır. Evlenmeden evvel kendi diktiği al takıyeyi saklar. Ancak Aziz Bey, evlat sahibi olmanın bela sahibi olmaktan başka bir şey olmayacağını söylediğinden kadın yıkılır. Çünkü hamiledir, ama bu durumu korkusunda kocasına söyleyemez. Bir gün Aziz Bey akşam eve erken döner. Kadın kocasının o saatte eve gelmesine çok şaşırır. Adam, bir at arabasının anne ve çocuğuna çarptığını, kadının evladının başında haykırdığını ve bunun kendisini çok üzdüğünü karısına anlatır. Taze Hanım o anda eteğinin arkasına sakladığı al takıyeyi yere düşürür. Aziz Bey bunun kendi çocukları için olduğunu anlayınca mutluluktan havalara uçar. Adam, çocuğu doğduktan ve evlat sevgisini yüreğinde hissettikten sonra bambaşka bir insana dönüşür.

“Saâdet! Saâdet! Bu mini mini çocuk bu ailenin en büyük medâr-ı saâdeti en kavî-rişte-i bahtiyârisi olmuştu. Gülgûn tırnaklarla müzeyyen mini mini parmakları pederinin sakalını sıkı sıkıya tutmuştu. Onu bir yere bırakmıyordu. Artık Aziz Bey pederlik sayesinde saâdet-i hakîkiyeyi bulmuş, zevkini ailesinde aramaya başlamış ciddi akıllı bir adam olmuş idi. Artık bülbülün sadâsından değil, kuzunun melemesinden lezzet alıyordu.” (Rehgüzâr-ı Matbuâtta, 1896, s.67)

Bir evladı olacağını anladığı andan itibaren adamın birinci hedefi karısını ve doğacak çocuğunu mutlu etmektir. Eğer adam bunu başarabilirse kendini başarılı sayacak ve hayatın gerçek zevklerini duyumsayacaktır. Evlat sevgisinin yüreğinde yeşermeye başlamasıyla dünyaya karşı olan bakış açısını değiştiren adam, ailesini mesut edebilmek için onların bütün isteklerini karşılamaya gayret eder ve onun bu gayretleri sonuçlarını verir. Dünyaya gelen evlatları, Taze Hanım ve Aziz Bey’in bu dünyadaki en büyük saadet kaynağı olur. Umursamaz, aldırış etmez tavırlar içinde bulunan Aziz Bey, evladı olduktan sonra ciddi ve aklı başında bir adam haline gelir. Zevk ve sefa âlemlerinin gelip geçici olduğunu, hayattaki gerçek mutluluğun yalnız aile saadeti ile gerçekleşebileceğini idrâk eder.

Vâsıf’ın “Benim Babam Yok Ki” hikâyesinde ismi belli olmayan genç delikanlı, sevdiği kız olan İsmet’e kavuşur ve evlenirler. Kısa süre sonra bir çocukları dünyaya gelir. Birbirlerini çok seven ve kavuşan karı kocanın hayatı çocuklarının doğumuyla beraber çok daha mutlu bir döneme girer. Bir gün karı koca otururken odaya çocukları girer. Önce babasının kucağına atılan küçük çocuk babası onu öpüp kokladıktan sonra annesinin kucağına atılır. Karı ve koca o anda konuşmasalar da ikisinin de birbirlerine olan bakışlarında yavrularını ne kadar çok sevdikleri ve evlat sevgisinin onlar için ne kadar yüce bir duygu olduğu hissedilir.

“(…) Şimdi iki göz yekdiğerini karşıladı. Sonra yine o nazarlar yâdigâr-ı hayâtları olan bu yavrucuğa atf edildi. Ah, bu nigâh-ı âşıkâne pek latîf idi. Çünkü bu nazarlar bir bakış, bir görgüden ibâret değil. Belki merbûtiyet-i kalbiyyelerinin serâir-i hafiyelerini hâvî birer tercümânı idi.” (Maârif, nr. 151, s. 196)

Hikâyede yoğun bir aşk duygusuyla evlenen karı ve koca arasındaki etkileşim süreci birbirlerine karşı mutlu ve uyumlu davranışlar sergilemeleri ve bu davranışların

onlara olumlu şekilde yansıması ile karşımıza çıkar. Birbirlerine karşı hoşgörü ve uyum içinde olan karı ve koca, mutlu evliliklerini çocukları ile taçlandırır. Evlatları onların mutlu evliliklerinin meyvesidir. Evlerinde mutlu mesut bir şekilde oturdukları bir gün çocukları oturdukları odaya girer. Karı ve koca için evlatları, Allah’ın onlara sunduğu bir emanettir. Onu eşsiz ve biriciklikleriyle kabul eden anne ve babası için evlatları bir mucizedir. Sırayla önce babasının sonra annesinin kucağına atılan çocuk için “sarılmak

güven ve sevgiyi besleyen en önemli kaynaktır” (Gerçik, 2014: 143). Aralarındaki

sevgiyi çocuklarına da sağlıklı bir biçimde aktaran karı koca için evlatları gönül bağlılıklarını bünyesinde barındıran bir tercümandır.

Ara Nesil Dönemi hikâyelerinde evlat sevgisi, hem annenin hem de babanın bakış açısından yansıtılmaya çalışılmıştır. Çocukları hasta olduğunda ya da başlarına bir şey geldiğinde anne ve babanın içinde bulunduğu ruh hali, hikâyelerde dramatik bir şekilde yansıtılır. Anne ve babanın sağlam bir temel üzerine inşa ettiği evliliklerde yetişen çocukların ruh dünyalarının da sağlam olacağı ve iyi yetişmiş bir birey olarak toplumda yer alacağı yine dikkat çekilen önemli bir husustur.