• Sonuç bulunamadı

Mehmed Celâl’in “Derd-i Dermân-nâ-pezîr” isimli hikâyesinde Aliye, henüz on yedi yaşında ama ölüm döşeğinde yatan bir genç kızdır. Bir gece annesine seslenir. Yatağından fırlayan kadın, kızının başucuna gelir. Aliye, annesine artık ölmek üzere olduğunu, ölmeden önce günahlarını itiraf etmek istediğini söyler. Aliye’nin annesi, önce kızının anlatıp daha fazla üzülmesini istemez. Ama Aliye gerçekleri anlatmakta kararlıdır. Geçen sene evlerine taşınan kiracıları Yüzbaşı Fatîn ve karısı Edibe’yi annesine hatırlatır. Edibe Hanımla görüşmek için evlerinin harem cihetine geçtiklerinde her defasında Fatîn Bey’e de rastlayan Aliye, adamın bakışlarından, tavırlarından kendisine karşı bir şeyler hissettiğini anlar. Adama karşı Aliye’nin gönlünde de kıpırtılar olsa da bunu adama belli edecek en ufacık bir harekette bulunmaz. Neticede Fatîn ve Edibe evlidir. Hatta Edibe, Aliye’ye “Kardeşim” diye hitap eder. Bir gün hep beraber köye giderler. Aliye istese orada Edibe’yi mahvedebileceğini söyler. Yüzbaşı Fatîn’in kendisine yazmış olduğu bir aşk mektubuna karşılık şunları yazar:

“Siz vazifesini bilmez bir adamsınız, hiçbir kabâhati olmayan melek gibi bir kadını muhabbet dediğiniz geçici bir heves uğrunda fedâ ediyorsunuz, yahu onu aldatıyorsunuz… Husûsâ hakkınızda zerre kadar bir muhabbet hissetmeyen, sizi daima yabancı tanıyan ve tanıyacak olan bir kıza karşı böyle bir mektup yazmak büyük cesaret!” (Malûmât, nr. 198, s. 38)

Aliye, Fatîn’e bu satırları yazarken aslında yalan söyler. Çünkü içten içe Fatîn’i sevmektedir, ancak yasak aşk endişesi ve bir masumun ahını alarak günah işleme korkusu onu bu sevdadan uzak tutar. Gayrimeşru aşk olarak da nitelendirilebilecek bu aşk, Aliye’yi tedirgin eder. “Günah düşüncesinin şuuraltına baskısı” (Ceyhan, 2009: 319) bu hikâyenin kaynağını oluşturur. Bu aşk olumsuzdur; çünkü Aliye, kendisine karşı duyulan ilginin farkındadır ama bu ilgiye karşılık veremez; Fatîn’i sevse bile, bunu ona asla belli edemez. Yalnızdır, çünkü böyle bir durumu hiç kimseyle paylaşma imkânı yoktur. Böyle bir durumun ortaya çıkması, onu toplumun gözünde kötü, hafifmeşrep bir kadın konumuna getirir. Umutsuzdur ve günden güne insanlardan uzaklaşır. Ortada fiili bir yasak aşk olmamasına rağmen, böyle bir aşkın olabileceği düşüncesi, Aliye’nin hayatında kıyametler koparır, ruh âleminde fırtınalar yaratır. Bu baskının ruhunda yarattığı ıstıraplar, Aliye’yi verem etmiş ve hikâyenin sonunda ölümüne neden olmuştur.

Ahmed Râsim’in “Mehâlik-i Hayat” isimli hikâyesinin başlıca dört kişisi vardır. Bunlar Nazım, Sadiye, Raif ve Ârife’dir. Nazım, Sadiye ile; Raif ise Ârife ile evlidir. Sadiye ve Ârife geçmişte gayriahlaki ilişkiler yaşamış ve kötü bir hayatın içinden bugünlere gelmişlerdir. Sadiye kötü günlerinden ders almasını bilmiş, evlenince evine, kocasına bağlanmış ve düzenli hayata uyum sağlamıştır. Ârife ise Sadiye’nin tam aksine bu gibi şeylere son vereceğine, eskiden olduğu gibi âlemlere devam etme alışkanlığını sürdürür. Nazım, yapı itibariyle düzenli bir hayata uyum sağlayabilecek bir erkek değildir. Sadiye’nin eski hayatını bildiği için onu sevmesine rağmen bir türlü itimat edemez. Raif ise Ârife ile evlendikten sonra karısına karşı olan sevgisi daha ileri boyutlara ulaşmıştır. Fakat onu, Ârife ile ilgili huzursuz eden bazı şüpheler içini kemirmektedir. Bu evli çiftler birbirleriyle samimi ilişkiler içerisindedir. Ancak zamanla aralarında kopmalar yaşanır. Sadiye, Ârife’den hoşlanmamasına rağmen geçmişten gelen münasebetleri nedeniyle zaman zaman onunla bir araya gelir. Bir gün Sadiye, Ârife ile annesinin evinde buluşur. Daha sonra oradan kalkıp bayan arkadaşlarıyla buluşmak için başka bir eve giderler. Sadiye, bayan arkadaşlarını beklerken iki erkek sesi duyulur. Kalkıp bir odanın kapısını açar. Sadiye odada geçmiş hayatından tanıdığı iki erkeği görür ve durumu anlar. Ârife, Sadiye’yi odaya doğru iter. Odanın içindeki adamlardan biri Sadiye’yi köşeye sıkıştırır, onu öpmeye kalkar. Ancak Sadiye bu duruma daha fazla dayanamaz ve kendini pencereden atar.

“(…) Artık tahammülü kalmadı. Çıldırmış gibi bir mekânet-i mahsusa ile “Nazım!” diye bağırarak açık pencereden aşağıya atladı. Bir cesîm-i sakilin sukûtundan tevellüt eden sada ile ıztırab-ı memâtı mu’lin olan bir âvâz üçünün de kulaklarında müthiş akisler peydâ eyledi. Hiçbiri şu halin böyle bir netice ile intihâ bulacağına inanmıyordu.” (Mehâlik-i Hayat, 1891, s.63)

Sadiye, Nazım ile evlenerek daha önce yaşamış olduğu kötü hayatı ve maddi sevgileri aşarak, bir anlamda kendi uyanışını gerçekleştirmiştir. Günübirlik, göstermelik ve madde kokan sevgileri, Nazım ile evlenerek geride bırakmıştır. O, Ârife gibi maddenin, paranın, içki âlemlerinin bulunduğu içgüdüsel arzuların etkisi altına aldığı biri değildir. Bir başka ifade ile Sadiye, “manaya odaklanan ve sonsuzluğa kadar

uzanan aşk anlayışı” (Fındıkçı, 2010: 85) ile hareket eder. Bu yüzden yeniden böyle bir

âleme girip eşini aldatma ve günah işleme düşüncesi onu intihara sürükler. Sadiye, Nazım’a ihanet etmemek için kendinden, varlığından vazgeçmiştir.

Ahmed Râsim’in “Bîçâre Genç” isimli hikâyesindeki yasak aşk ise erkek tarafından bilinçli bir şekilde yaşanan bir duygu değildir. Hikâyede matbaada çalışan Râsim, bir gün yakın arkadaşı olan Sâlim’den bir mektup alır. Mektupta Sâlim üç gündür evde yattığını, ağzından gelen kanın dermanını kestiğini ve Râsim’e anlatmak istediği şeylerin olduğunu yazar. Râsim, arkadaşının bu hale gelmesine çok üzülür. Onun bu duruma düşmesine neden olan şeyi de çok merak eder. Sâlim’in Kadıköy’de bulunan evine gider. Eve gittiğinde Sâlim’i çok değişmiş bulur. Onun solgun çehresi ve hüzünle bakan gözleri Râsim’i derinden etkiler, arkadaşının bu haline üzülür. Biraz oturduktan sonra pencereden bir küme kadının hızlı hızlı geçtiklerini görürler. O anda Sâlim, sevdiği kadını Râsim’e gösterir. Ancak Râsim durumda bir gariplik olduğunun farkındadır ve Sâlim’e her şeyi anlatmasını rica eder. Sâlim bu kadınla ilk kez Kâğıthane’de karşılaşır. Bir süre sonra aralarındaki muhabbet mektuplar vesilesiyle de ilerler. On bir ay bu şekilde geçer. Bu süre zarfında bir kere bile elleri birbirine değmez. Dört gün önce gecenin bir vakti hizmetçi kadın, Sâlim’e onu bir adamın görmek istediğini söyler. Sâlim adamın içeri buyur edilmesini söyler. İçeri giren adamı tanımamaktadır. Adam, Sâlim’e onları dinleyen birisi olup olmadığını sorar. Sâlim kendilerini dinleyen birisi olmadığına dair güvence verir ve merakı iyiden iyiye artar. Adam kendisine bir münasebetten bahsedeceğini ve bu münasebetin dokuz on aydan beri devam ettiğini düşündüğünü söyler. Sâlim bu sözler karşısında şaşkınlığını gizleyemez ve adamın ne demek istediğini anlamadığını söyler. Adam elini paltosunun yan cebine sokarak bir demet kâğıt çıkarır. Bu kâğıtlar, Sâlim’in sevdiği kadına gönderdiği mektuplardır. Adam durumu anlayıp anlamadığını sorar. Sâlim durumu anladığını belirtince adam hıçkıra hıçkıra ağlayarak odadaki karyolanın üzerine düşer. Bir süre sonra toparlanır ve Sâlim’in kalbine bir bıçak gibi saplanan şu sözleri söyler:

“Teşekkür ederim. Ben yarın çiftliğe çekiliyorum. Onu tatlîk ettim. Severdim fakat namussuzluğu kabul edemedim. Eğer siz de benim hissime iştirâk ederseniz, siz de namus sahibi iseniz benim gibi hareket edersiniz. (…) Allaha ısmarladık. Benim namusum size vedîʽdir.” (Bîçâre Genç, 1894, s.47)

Samimi bir aşk duygusu çerçevesinde hem seven hem sevilen Sâlim, aslında bir ihanetin parçası olduğundan habersiz sevdiği kadına dair hayaller kurar, hayatın acı ve sıkıntılarla dolu olan elemlerini aşk duygusuyla yener. Bazen sevdiğini günlerce göremez. Ancak bu durumun kızın ailesinden izin alıp gelemediği olduğunu düşünür.

Yine de isyan etmez. Onun gözünde aşkın ve hasretin husule getirdiği ıstırabın önemi yoktur. İlişkileri bu şekilde on bir ay devam eder. Bir gece yarısı kapısına gelen adam, gönül verdiği, gelecek adına hayaller kurduğu kadının kocası çıkar. Sâlim farkında olmadan onca zamandır bir ihanet sarmalının içinde olduğunu o gece anlar ve gerçekler yüzüne bir tokat gibi çarpar. Kadın, yüzüne bir aşk maskesi takarak Sâlim’in gönlünü çalmış, aynı anda da duyguları konusunda dürüst olmaktan korktuğu için kocasına da her şeyin yolunda gittiğini göstermiştir. Kadın ortalığı alevlendirmekten kaçındığı için hem kocasını hem de âşığı olan Sâlim’i her şeyin yolunda gittiğine inandırır. Ancak sahte sevinçlerden yola çıkılarak varılmaya çalışan mutluluğa erişmek kâbil değildir. Kadının kocası ve âşığı arasında kurduğu bu ihanet sarmalı, kocasının durumu fark etmesi ve bunu gelip Sâlim’e anlatmasıyla son bulur. Adam, kadını boşar. Sâlim’e de eğer namus sahibi bir erkekse onu terk etmesini söyler. Hem sevdiği kadın tarafından kandırılmak, hem de evli bir kadının ihanetinin parçası olmak Sâlim’e çok ağır gelir. Kadını çok sevmesine ve kadının da onu sevdiğini bilmesine rağmen, bundan sonra onunla bir araya gelmesi imkânsızdır. Üçüncü kişi olarak evli bir çiftin ayrılmasına neden olur. İstese kadınla bir araya gelebilir, onunla evlenebilir, aşkına özgürce yaşabilecek olan Sâlim, hem toplum yapısına uymayan bu ilişkiyi devam ettirme cesaretini gösteremez; hem de “diğer bir ruhsal gereksinim olan güvenli bağlanma”yı (Hasanoğlu, 2013: 52) sağlayabileceğine olan inancını kaybeder. Günahlarının ağırlığı ruhunu darmadağın eder. Yaşadığı hayal kırıklığı ve ıstırap onu hasta eder, yataklara düşürür.

Selanikli Tevfik’in herhangi bir isim vermediği, başlığını “…..” şeklinde verdiği hikâyesindeki yasak aşk çetrefilli bir biçimde karşımıza çıkar. İkisi de çocukluklarından beri iyi dost olan ve Beyoğlu’nda bir ayakkabı dükkanında çırak olarak çalışan Hristo ve Paul, Tatavla (İstanbul’un Şişli semti)’dan iki Rum kızı beğenir ve hemen hemen aynı dönemlerde bu kızlarla evlenirler. Ancak bu evliliklerin üstünden 7-8 ay geçtikten sonra işler tersine dönmeye başlar. Paul’ün kendini içkiye vermesi zevcesinin ondan iğrenmesine neden olur. Hristo da çeşitli sebeplerle eşinden soğur. Paul’ün zevcesi ve Hrsito bir gün sohbet ederlerken kadın, Paul’ün kötü özelliklerinden Hristo’ya bahseder. Hristo da eşinin beğenmediği yönleri kadına anlatır. Bu iki insanın eşlerinden olan şikâyetleri ile başlayan yakınlıkları zaman içerisinde yasak bir aşka dönüşür ve zaten memnun olmadıkları eşlerinden tamamen uzaklaşırlar. Kadın ve adam duygularına hâkim olamaz. İki günahkâr, kavuşabilmenin tek yolunun eşlerinden kurtulmak

olduğuna kanaat getirirler. Eğer Hristo’nun zevcesi ölürse, Paul de ayyaşın biri olduğundan bir araya gelmeleri mümkün olacaktır. Bu doğrultuda bir plan yaparlar.

“(…) buna muvaffak olacak olurlar ise Paul mest-i müdâm olduğu cihetle birleşmeleri gayet sehl olacak idi. Lakin Hristo’nun zevcesini meydandan kaldırmak için zabıtanın nazar-ı şüphesini celp etmeyecek bir tedbir nasıl bulunabilirdi böyle bir şeyi bulabilmek için müddet-i medîde amâl-i fikr etmek iktizâ ediyordu. Âşık ve âşıka geceleri herkes yattıktan sonra birleştikleri zaman hep tedbir-i mezkûru taharri ile iştigâl etmeye başlamışlar ve nihayet Hristo’nun odasında bulunan bir tüfengi bir gece kurcalarken kazaen olmuş gibi patlatıp çıkan kurşun zevcesine isabet edecek olur ise vuku-ı vefatının eser-i kaza olduğundan bahs etmesi hususuna karar vermişlerdi.”

(Malûmât, nr.45, s. 992)

Hristo ve Paul’ün zevcesi Hristiyan olup Ortodoks mezhebine mensupturlar. Biri zevcesini diğeri zevcini terk edip kaçarak beraber yaşamayı düşünürler. Ancak Patrikhane’nin baskısından çekindikleri için bütün bütün rahatsız olmaktansa şimdilik kısmen var olan rahatsızlığa katlanmayı daha uygun bulup kaçmaya yeltenmezler. Patrikhane’nin gözünde günahkâr olmaya cesaret edemeyen kadın ve adam, daha büyük bir günah işlemeyi göze alarak korkunç bir plan yaparlar. Bir cumartesi akşamı Hristo eve gelir ve karısına yarın Pazar günü olması nedeniyle dükkanın kapalı olacağından konu açarak av kıyafetlerini ve çantasını hazırlamasını rica eder. Her şeyden habersiz kadın, denileni yapar ve kocasının çantasını hazırlar. Ertesi sabah şafak sökerken Hristo uyanarak zevcesini de uyandırır. Av kıyafetiyle av çantasının ve tüfeğinin sırtına birleşmesi için eşinden yardım ister. Adamın amacı tüfeği omzuna koyup daha sonra av çantasını omzuna yerleştirirken bir şekilde tüfeğini ateş ederek karısını vurmaktır. O anda Paul’ün zevcesi de olan biteni görebilmek amacıyla Hristo’ya haber vermeden pencereden odanın içini izler. Ancak patlayan silah camı kırarak Paul’ün karısını vurur ve kadın ölür. Herkes olayın bir kaza olduğuna, o anda abdesthaneye gittiği düşünülen kadına kurşunun isabet ettiğine inanır. Paul evlendikten sonra kendini içki âlemlerine atıp evini ihmal etmeye başlayınca, karısının kendisine olan ilgi ve sevgisinde azalma olur. Hristo da karısının hal ve tavırlarından memnun değildir. Her ikisi de evliliklerinde aradıklarını bulamaz. Eşlerinin davranışları hakkında açılan sohbetler neticesinde

birbirlerini yakından tanıma fırsatı bulan kadın ve adam, aslında pek çok ortak noktaya sahiptir. Aşkı ve düzeni bulamayan bu iki insan birbirinin ilgisini celp edince yeniden hayata döner. “Bu, boğulmak üzere durmadan denizin derinliklerine doğru çekilirken

tutunabilecek bir şeye bağlanarak güneşe ve havaya çıkmak gibidir” (Gariper-

Küçükcoşkun, 2009: 173). Ancak hem kadını hem adamı kısıtlayan şey, başka insanlarla olan evlilik bağıdır ve bu bağın içinde sürdürülmeye çalışılan bir ilişkinin içinde hayal kırıklığının, üzüntünün, umutsuzluğun ve hatta tehlikenin olması kaçınılmazdır. Birlikte kaçarlarsa Patrikhane tarafından dışlanacaklarını düşünen, sözde günah işleme korkusu yaşayan kadın ve adam yaptıkları korkunç planla kendilerini tehlikeli bir oyunun içinde bulurlar. Hristo ve kadın “kısa süreli bir coşkuyla

birbirlerinde yaşamışlar ve o kısa ömürlü hallerinde hislerine tam karşılık bulmuşlardır, hatta coşkunun ötesine geçen bir karşılık” (Dilman, 2011: 63) ile yarını

hiç düşünmezler. Toplumun gözünde günahkâr yaftası yememek için bir insanı öldürmek gibi korkunç bir günahı işlemeyi planlayan ve yarın gelip çattığında işledikleri günahın bedelini kadın canıyla, adam da sevdiğini kaybetmenin acısını bir ömür boyu çekerek öder. Bütün yaşananlar Hristo’ya manevi bir ceza hükmündedir. Hiç düşünmeden atıldıkları bu oyunun kaybedeni kendileridir.

Nabizâde Nâzım’ın “Hasba” isimli hikâyesinde Behzad kırk yaşlarında, evli, bir çocuk babası bir bey olup, geçici bir memuriyet görevi için üç dört aylığına Ürdün dolaylarına gider. Görevi bittikten sonra İstanbul’a dönmek üzere bir gemiye biner. Bu gemi yolculuğu esnasında gemideki tek Türk olan Galip Bey ile tanışır. Sohbetleri ilerledikçe uzaktan akraba oldukları ortaya çıkar. Galip Bey ve eşi Aliye Hanım’ın yanlarında daha on iki yaşında olan kızları Şahinde de bulunmaktadır. Çocuk iyi tahsil görmüş, terbiyeli, biraz cilveli, afacan bir kızdır. Bu küçük kız, Behzad’ın dikkatini celp eder. Küçük Şahinde de Behzad’dan, onunla oynamaktan çok hoşlanır. Sohbeti ilerlettikçe çok iyi dost olurlar. Behzad, Şahinde’ye baktıkça onun birkaç sene sonra herkesi kendine meftun edecek derecede güzel bir kız olacağını düşünür. Şahinde ile vakit geçirmeye devam ettikçe Behzad içindeki duyguların gittikçe kabardığını hisseder. Şahinde ise bu gibi şeyler düşünebilecek yaşta değildir. Behzad, bu gibi hislere engel olmak için Şahinde’nin babası Galip’e İstanbul’a dönünce Şahinde’yi yatılı bir mektebe göndermesini teklif eder. Şahinde mektebe giderse içinde husule gelen onu görme isteğini bastıracağını düşünür. İstanbul’a döndükleri zaman Behzad, dokuz gün boyunca Şahinde’yi görmemek, unutmak için çabalar. Onuncu gün dayanamayıp Galip’in evine

gider. Behzad’ın ortaya attığı mektep fikri, Şahinde’nin hiç hoşuna gitmez, çok ağlar. Ancak mektebe gittikten kısa süre sonra mektep ortamına ve orada bulunan arkadaşlarına ısınır. Aradan dört sene geçer. Şahinde artık büyür ve evlenecek yaşa gelir. Kendisine gelen taliplerden uygun birisiyle nikâh kararı alınır. Nikâh için Şahinde, Behzad’ı vekil tayin eder. Bütün bunlar yaşanırken Behzad, aklı ve kalbi arasında gidip gelmektedir.

“Henüz iş işten de geçmemişti. Bir cüretle gönlünü mutmain etmek hâlâ mümkündü. Fakat bu cüretin netâyicini de düşündü. Ne olacaktı! Haydi Şahinde Münire üzerine Behzad’a varmaya rıza göstersin… Bu hal temin-i saadete kâfi miydi? Ne gezer! Belki! Belki değil muhakkaken bir büyük felaketi müeddi olacaktı. Böyle bir cüretin herkesçe suret-i telâkkisini de hesaba katınca kendinden utanmaya başladı.” (Nabizâde Nâzım, 1961,

s.159)

Şahinde, küçük bir kız olmasına rağmen büyüleyici bir güzelliğe sahiptir. Bu güzelliğin hassas bir kalbe tesir etmemesi mümkün değildir. Bu tesiri oluştururken bir sınır ya da bir yaş kestirmek oldukça zordur. Kalpte böyle bir hissin husule gelmesi insanoğlunun doğasında vardır. Onun cazibesine genç bir delikanlı da tutulabilir, yaşını başını almış bir adam da. Behzad kırklı yaşlarında bir adamdır ve böyle bir sevdaya tutulmuştur. Bu küçük ve oldukça güzel olan kızla iletişime geçmesi, Behzad’ın

“kişiliğinin derinliğinde uyuyan örtülü ve örtüsüz birçok hissin uyanışına sebep olması bakımından” (Özcan, 2002: 93) dikkate değerdir. Bu noktada ya Şahinde ile evlenip

karısını ve oğlunu terk edip aile boyu bir faciaya sebep olacak ya da kalbindeki duyguları ezip geçecektir. O, ikinci ve mantıklı olan seçeneği tercih ederek geleceğini kötü sonuçlardan kurtarmış olur. Bu hareket, kurallarla oluşmuş toplum hayatından aşk duygusunun her şeye hükmettiği bir faciaya doğru yol alırken, Behzad’ın yeniden reel dünyaya geri dönmesini sağlamıştır. Çünkü böyle bir aşkın toplum nezdinde kabul görmesi imkânsızdır.

Ara Nesil Dönemi hikâyelerinde toplum yapısına uymayan yasak ilişkilerinden ötürü bu aşkı yaşayan çiftlerde açığa çıkan günah işleme korkusu, ya hikâyedeki kahramanın acılar içinde kıvranıp kahrından ölmesine neden olur ya da aşkını yüreğine gömüp her şeyi bir kenara bırakarak hayatına kaldığı yerden devam eder. Ancak devrin

olumsuz havasının ağır basmasından ötürü kahramanların hayat seyri de olumsuz yönde gelişir.