• Sonuç bulunamadı

Aşkın Aldatan/Aldatılan Halleri

Ara Nesil döneminde olayların yasak aşk ekseninde geliştiği hikâyelere rastlamak mümkündür. Karısını aldatan erkekleri konu edinen hikâyeler olduğu kadar, kocasını aldatan kadınların aldatıldığı hikâyeler de vardır. Ama incelenen hikâyelerde aldatan erkeğin, aldatan kadına göre daha fazla olduğu görülmektedir.

Mehmed Celâl’in “Sadme-i Şebâb” isimli hikâyesinde Fuad, zevke, eğlenceye düşkün, içki müptelası bir delikanlıdır. Ailesi onu bu kötü alışkanlıklarından vazgeçer umuduyla Nevber isminde bir kızla evlendirir, hatta bu evlilikten bir kızları olur. Evliliğin ilk zamanlarında kendini biraz düzeltmek için çabalayan Fuad, kısa bir süre sonra yine içki âlemlerine geri döner ve karısı Nevber’i tiyatrolarda kanto söyleyen, yabancı uyruklu bir bayan olan Virjini ile aldatır. Bütün hatalarına rağmen Fuad’ı seven, ona yürekten bağlı olan Nevber, gururunu ayaklar altına alır ve Virjini’nin evine gider. Ona Fuad’ı bırakması gerektiğini anlatır. Bunu yaparken sükûnetini muhafaza eder:

“Ben kocası gasb olunmuş talihsiz bir kadınım! İsmim Nevber’dir. (…) Kızımı mesud etmek için kocamı istiyorum. Onu iade etmek çalmak kadar güç değildir. Bir şey bilmez gibi duruyorsunuz matmazel! Daha anlamıyor musunuz? Kocamı, âşıkınızı, Fuad’ı istiyorum. (…) Lakin ben tehdid etmiyorum, matmazel! Rica ediyorum. Hem ne yapacaksınız? Onunla tezevvüç etmek sizin için pek güç olur. Haydi, benim güzel kardeşçiğim! Bir kadını, kabahatsiz bir çocuğu mesud etmek isterseniz artık kocamı bu eve kabul etmeyiniz.” (Maarif, nr. 34,

s. 544)

Evli bir erkeğin başka bir kadınla ilişkide bulunması, hangi toplumda olursa olsun etik bir davranış değildir. Toplumun temel taşlarından biri olan aile kurumunun sevgi, saygı ve hoşgörü çerçevesinde yürütülmesi, gelecek kuşaklar adına oldukça önemlidir. Zira bu, onlar için rol model görevi üstlenecektir. Virjini’ye duyduğu hislerin etkisiyle evini ihmal etmeye başlayan Fuad’ın bu hallerine katlanamayan Nevber, öncelikle çocuğunun geleceğini düşünerek yuvasını ayakta tutmaya çabalar. Ama kendisini aldatsa da Fuad’ı sevmekten kendini alamaz. Çünkü erkek, geleneksel aile yapısı içerisinde evin direği ve güvencesidir. Nevber’in Virjini’nin ayağına kadar gidip onunla yüzyüze konuşması “güvencelerin yokluğundaki koşullarda yaşamanın neye

benzediğini iletme çabası”ndan (Laing, 2011: 38) başka bir şey değildir. Korumak

zorunda olduğu bir evladı olmakla birlikte, yuvasının teminatı olan kocasına da büyük bir aşkla bağlıdır.

Ebulfaruk A.’nın “Meşher-i Ahzândan Bir Levha” isimli hikâyesi de erkeğin eşine olan ihanetini konu edinmiştir. Mektup tekniği ile kaleme alınan hikâyedeki kadın kahraman ve kocası, birbirlerini çok severek evlenmişlerdir. Kadın, evliliğinin ilk dönemlerinde doğru tercih yaptığını ve aradığı insanı bulduğunu düşünür. Yuvasında huzurludur, mutludur. Kocası onun yüzünü güldürebilmek için çeşitli sürprizler yapar, ona hediyeler getirir. Ancak bu mutlu günler kısa sürer. Bir süre sonra adamın hal ve tavırlarında değişiklikler başlar. Artık karısıyla ilgilenmez. Günlerce eve uğramaz. Kadın, kocasının bir Yahudi kızına gönlünü kaptırdığını ve ona ev açtığını öğrenir. Hikâyede kadının dilinden dökülen şu sözler, “onun birey ahlakına ve evlilikte kadınla

erkeğin eşitliğine olan sarsılmaz inancını” (Argunşah, 2016: 117) yansıtmakla beraber,

Türk toplumundaki kadın ve erkeğin aldatması karşısında takınılan tutumlar arasındaki derin farka bir eleştiri niteliğindedir.

“Allah göstermesin? Şimdiye kadar göstermedi ya artık bu hâlimden sonra mı gösterecek? Sizin yaptığınızı ben yapmış olsa idim, yahûd harekâtınızın binde bir cüz’ini icrâ eylemek denaetini irtikâb edip mesela bir erkeği sevse idim. Sizin gibi haftalarca yanında bulunmak değil, yalnız sevmek olsaydı. Siz ne hale gelirdiniz? Yahûd şu halimde öyle bir yalan söylesem ne hale girersiniz? Fikrinizde bir muvâzene ediniz.” (Malumat, no.70, s. 444)

Hikâyede kocası tarafından aldatılan genç kadının, aşk konusunda uğramış olduğu mağlubiyet karşısında ruh âleminin alt üst olması ve nihayet ölüme yürümesi anlatılır. Yukarıdaki satırlarda adeta isyan eden kadın, “Sadme-i Şebâb” hikâyesindeki Nevber gibi kocasının tutulduğu diğer kadının yanına gitmez. O, bu satırlarla yasını zihninde tutan, kederi kalbinden fışkıran ve feryadını dile getiren bunalımlı bir ruhun acı hezeyanlarını aksettirir. Kadın, kocasının kendisini aldattığını bilir, ama aşkın ıstırabıyla yanmaktan kendini alamaz. Onun kocasına yazmış olduğu mektuptaki soru ifadeleri, “cevapları bulmaya çalışan bir öznenin tavrını yansıtmaktan ziyade, sahip

olduğu cevapları ispatlamaya yöneliktir” (Burcu Yılmaz, 2016: 107). Kendisinin içinde

kendisine neden ihanet ettiğini anlamaya gayret eder. İhanetin nedenlerini sorgularken bir yandan da bu ihaneti yapanın kendisi olsa ne gibi sonuçları olacağını bilmesine rağmen yine de cevabını almaya çabalar. Ancak karnında kocasının çocuğunu taşımasına rağmen, yaşadığı acıları kaldıramaz ve canına kıyar. Üzüntüsüne kaynaklık eden şey, kocasını bu kadar severken onun daha kendisi hayattayken gidip başka bir kadına yâr olmasıdır. Aşk, bu genç kadın için acımasız bir avcı niteliğindedir ve o da bir kurbandır.

Erkeğin aldatması üzerine kurulu olan bir diğer hikâye, Vecihi’nin “Netice

Yahûd Bir Yetimin Sergüzeşti” isimli hikâyesidir. Oldukça fakir bir ailenin çocuğu

olarak hayata gözlerini açan Vecdi, günübirlik işlerde para kazanmaya çalışan babası ve hizmetçilik gibi işlere giden annesinin ani ölümleri üzerine daha dokuz yaşında iken sokakta kalır. Karnını doyurabilmek için bakkal çıraklığı, kahvehane yamaklığı gibi işlere gider. Yaz aylarında da dilencilik yapar. Ancak Vecdi’nin doğasında hırsızlık, ahlaksızlık gibi olumsuz özellikler bulunmaktadır. Bu nedenle girdiği hiçbir işte dikiş tutturamaz. Tüm bunlara rağmen bir hayırsever onu evlatlık alır. Bu hayırsever, oldukça varlıklı bir adamdır. Daha sonra bu adamın kızıyla evlenen Vecdi, adam öldükten sonra kalan mirası kötü tabiatının tesiriyle har vurup harman savurur. Vuslat isminde hafifmeşrep bir kadınla ilişki yaşar ve karısını aldatır. Vecdi’nin karısı ihanetin acısıyla verem olur, yataklara düşer. Hasta yatağında ölmeden önce Vecdi’ye şunları söyler:

“Şu yatağın içinde kanlar kusarak geçirdiğim günlerin bu gün doksanıncısıdır. Bu üç ay içinde, belki üç gece zevkinizi, rahatınızı terk etmediniz. Üç defa Vuslat’ınızdan ayrılmadınız. (…) Sokaklarda sürünür bir bîkes iken bu gün nâil olduğunuz saadet kimin yüzünden olduğunu hatırınıza getirmediniz. Vakıa bunları söylemeye hakkım yoktur; çünkü kendi amelimin cezasını çekiyorum. Fakat siz de bugünleri baki sanmayınız. Bana teveccüh eden mücâzât-ı maneviye sizin de eteğinizi bırakmayacaktır.” (Netice Yahud Bir Yetimin Sergüzeşti, 1898,

s. 15-16)

Vecdi, çocukluk ve gençlik yılları zorluklarla geçmiş birisidir. O, kendisine Allah’ın bir lütfu olan hayırsever adam sayesinde o sefil hayattan kurtulmuştur. Adamın kızıyla da evlenerek mutlu bir geleceğe adım atmıştır. Ancak elindekilerinin kıymetini bilmez. Karısının yürek yakan konuşmaları Vecdi’de en ufacık bir etki yaratmaz.

Karısının üzülmesi, hayal kırıklığı yaşaması, ölecek olması umurunda bile değildir. Ama tüm bu yaptıkları yanına kâr kalmaz. Karısı sayesinde sahip olduğu serveti bitirir. Uğruna karısını aldattığı Vuslat, parası biten Vecdi’yi terk eder. Hikâyenin sonunda yine eski hayatına geri döner ve sefil bir şekilde ölür.

Mektup tekniğiyle kaleme alınan Mehmed Celâl’in “Mektup” hikâyesinde verem hastalığına yakalanmış ve ölmek üzere olan Zeliha isimli genç bir kız, arkadaşı Lütfiye’ye neden hastalanıp bu hallere düştüğünü anlatan bir mektup yazar. Zeliha, ta küçüklüğünden beri tanıdığı Necati’yle birbirlerini severler. Zeliha evleneceklerini düşünüp beklerken Necati, kıza annesinin bu evliliğe onay vermediğini, kendisinin de annesinin sözünü çiğneyemeyeceği için kızla evlenemeyeceğini söyler. Ancak gerçek bambaşkadır. Necati, Zeliha’yı başka bir kızla aldatır ve Zeliha’nın son nefesini vermek üzere olduğu gece onunla evlenir.

“O, sirişk-i samimânesine inandığım, muhabbetiyle bahtiyâr olacağını ümîd ettiğim Necati, bir başka kızı bedbaht etmek için, karşımızdaki eve giriyordu. Orada, sürûr, saâdet, düğün vardı. Lakin ben ölüyordum. (…) Ağzımdan kan boşanıyor.”

(Malûmât, nr. 191, s. 1434)

Zeliha, aşkla yeşeren, filizlenen bir mutluluğu evlilikle perçinleyeceğini düşünürken her şeyden çok sevdiği Necati’nin kendisine ihanet etmesinin ruhunda yarattığı tahribat ve acı, onun dayanma gücünü aşar. Onun için bu ihanetin acısından kurtulmanın en kolay yolu ölümdür. Burada Zeliha günahsız bir kurban, ona ihanet eden ve hayallerini altüst eden Necati ise acıması olmayan bir avcı olarak belirir. Aşkta mutluluğu yakalayamayan, ihanete uğrayan Zeliha’nın ölmesi mukadderdir. Âşık olduğu ve evlilik hayalleri kurduğu adamın ihanetiyle gönlünde kapanmayan bir yara açılan Zeliha’nın elem dolu ruh hali bütün hikâyeye yansır. Ruhunun yaşadığı ağır tahribat tüm vücuduna sirayet eder ve kahrından verem hastalığına yakalanır.

Ali Kemal’in “Şefika” isimli hikâyesinin giriş kısmında, elinde bohçayla Rusya Hastanesi’ne doğru yürümekte olan bir kadınla karşılaşılır. Hastaneye yaklaştıkça kadının kalbi hızla artar ve sonunda hastane kapısının önüne geldiğinde gözyaşlarına boğulur. Biraz kendini toparladıktan sonra kapının çıngırağını çeker. Az sonra yaşlı bir adam olan hastane kapıcısı karşısına çıkar ve ona hastası olup olmadığını sorar. Hastası olduğunu söyleyen kadına, yaşlı adam hastasının adını sorar, ancak bugün ziyaret günü olmadığı için hastasını göremeyeceğini söyler. Kadın, hastasının adının Rifat olduğunu

ve iki aydır burada yattığını söyler. Bu noktada hikâyede geriye dönüş tekniği devreye girer. Adının Şefika olduğu öğrenilen kadın, kendisini aldatan ve boşayan eşi Rifat’ın verem olduğunu öğrenince dayanamayıp ona bir bohça hazırlamıştır. Rifat’ın kendisine yaşattıkları bir film şeridi gibi Şefika’nın gözünün önünden geçer.

“(…) Birlikte ancak bir buçuk sene geçirmiştiler. Nihayet Rifat’ın iffet-i sebâbını tesmim eden, içini ve ona bu akdah-i mevti bilâ-fasıla veren barid-i katil, bir oyuncu kadın, bir serpâtin rakkasesi, biçâre Şefika’yı da o kadehlerle manen zehirlemekten hiçbir gece hali kalmıyordu. Altı ay müddet bu devre-i kerihanın bin türlü vekâyi-i sefilesiyle doldu taştı. Şefika’nın birkaç ufak mücevheratıyla Rifat’ın o refika-i vefâdârı saklayan evi elden gitti. Bu ayların hitamına doğru idi ki iki yıldır Rifat’ın dimağını yakan içkiler onu çıldırtmışçasına Şefika’nın üstüne hücum ettirdi, zavallı kız kaçtı, birkaç gün sonra boşandığını haber aldığı vakit bir odaya kapanarak saatlerce ağladı.” (Mecmua-i Kemal, nr.1, s.162)

Şefika ve Rifat birbirlerini severek evlenmiş iki insandır. Ancak Şefika, Rifat’la huzuru ve mutluluğu bulduğunu düşündüğü bir anda onun oyuncu bir kadınla olan ilişkisini öğrenir. Aldatılmasının sonrasında acılarıyla kendi kabuğuna çekilen Şefika, bir yandan ihanetin üzüntüsüyle boğuşurken, diğer yandan Rifat’ın oturdukları evi o kadın uğruna satması, Şefika’yı dövmesi ve onu boşamasıyla, kadının acısı katlanılmaz bir hal alır. Şefika’nın kısa süren mutluluğu yerini mutsuzluğa ve kedere bırakır. İhanete uğramış olmanın üzüntüsü ve Rifat’ın kendisini boşamasının ardından devamlı gözyaşı döker. “Dünya, sevilen varlıkla kurulacak bir içtenlik yuvasıdır” (Özcan, 2014: 42). Eğer sevilen kişi yoksa o hayatın bir mânâsı kalmaz. Çünkü âşık için sevdiği kişi, var oluşunun en önemli sebebidir. Onun olmaması, âşığın var oluşunun ortadan kalkmasıdır. Şefika, Rifat ile evlenerek dünyadaki içtenlik yuvasını kurmak istemiştir. Ancak Rifat’ın kendisini aldatması ve boşamasıyla var oluşunun sebebi olan adamı kaybeder. Şefika için bundan böyle bütün yollar acı ve kedere çıkar. Kendisine bunca hakareti reva gören adamın verem olduğunu duyduğunda bile, onun için üzülüp gözyaşı döker. Şefika için Rifat’ın olmadığı her yerde hüzün hâkimdir. Çünkü o, bütün varlığıyla Rifat’a bağlıdır. Bunu hikâyede geçen, “Çünkü hala onu, o artık yabancı

tevehhüm ediyordu.” ifadesinden de anlamak mümkündür. Nitekim Rifat’a getirdiği

bohçayı, kapının önüne gelen hastabakıcıya verirken Rifat’a bir şey söylemesinin gerekmediğini, onun bohçayı tanıyacağını ima eder. Şefika böyle bir eylemde bulunarak, ihanetin omuzlarına yüklediği ağırlığı bir nebze olsun hafifletmeye çalışır.

F. İskender’in “Bir Sergüzeşt-i Bedbahtâne” isimli hikâyesi, kadının aldatması üzerine şekillenmiştir. Hikâyenin adı belli olmayan talihsiz kahramanı, çocukluğunda çok acı günlerden geçmiştir. Babası annesini döver; annesi de hıncını ondan çıkarır, onu aç bırakır ve ne annesi ne de babası onunla asla ilgilenmez. Bu kara günlerde bir ihtiyar ona kucak açar. Onunla kendi evladı gibi ilgilenen ihtiyar, kahramanı iyi yetişmesi için okullara gönderir. İhtiyarın ilgisi, ona sağladığı eğitim meyvelerini verir ve kahraman bir öğretmen olur. Artık tek isteği mutlu bir yuva kurmaktır. O güne kadar çektiği acıları karısının kollarında unutacağının hayaliyle yanıp tutuşur. Bir gün yaşça kendisinden epeyce küçük, annesi yeni vefat etmiş bir kız görür. Görür görmez vurulduğu bu kızla evlenir. Evliliklerinin ilk zamanlarında kızın gözüne vahşi görünmemek adına, ona olan yoğun hislerini içine atar ancak bir süre sonra dayanamaz, kıza onu sevmesi için adeta yalvarır. Ancak kız onun bu sevdasına karşılık vermez. Onunla evlenmiştir, ama onu hiçbir zaman kocası gibi görmemiştir. Kıza göre bu evlilik merhametin sonucudur. Kızın bir gün kendisini sevebileceği umuduyla yaşayan kahraman, karısının isteklerini karşılayabilmek adına, talebelerinden birine evinde bir oda kiralar. Zaman içerisinde karısı ve talebesi arasında yasak bir aşk başlar. Zaten adam bir süredir bu konuda kuşku duyar. Bir gün her zaman geldiği saatten daha erken eve gelir. Karısı ve talebesini yakalar.

“Herif… Bir koltuk sandalyesinde oturmuş… Zevcem ayakları altında bulunan bir yastığın üzerinde oturmuş zevcem… Zevcem onun ayaklarına kapanmış… (…) Ben odaya girdiğim zaman bunların başları birbirine yaklaşmış olduğu halde gördüm. Ayrıldılar. Uzun bir buseden ayrılmışlardı… Her ikisinin dudaklarında henüz o busenin eseri görünüyordu. Yüzlerinde vuslat emâreleri görünüyor idi.” (Malûmât, no. 66, s. 358)

Eziyetler, kahırlar içinde büyümüş ve hayatın tüm zorluklarına göğüs gererek öğretmen olmuş adam, sevdiği biriyle evlenerek mutlu olacağını düşünür ve karanlıkların aydınlığa kavuşacağına inanır. Bu adamın huzuru, saadeti, toplum hayatındaki ilişkileri tamamen bu kadına bağlıdır. Hayatın hem yüreğinde hem

bedeninde açtığı yaraların acısını, bu kadına duyduğu aşkla dindirmiştir. Onunla düzeni yakaladığına inanır. Aşk ve evlilik kurumunun kendisine yüklediği sorumlulukların bilincindedir. “Artık o tek ve bütün bir oluş şeklinde değil bölünmüş bir oluş

halindedir” (Deveci, 2014: 120). Ancak bir süre sonra bunun böyle olmadığı gerçeği

yüzüne bir tokat gibi çarpar. Zevcesinin onu sevmemesi, inandığı şeylere büyük bir darbe vurur. Son olarak eşinin ihanetiyle adam adeta yıkılır ve zevcesini öldürür. Çünkü kadının ihanetiyle kurmak istediği düzen paramparça olur. Kadını öldürmesi de bu parçalanmışlığın derecesini göstermesi bakımından önem teşkil eder. Burada dikkat çeken husus, kadının aldatması karşısında kadına verilen cezanın ölüm olmasıdır. Kültürlerarası ölçüde belli başlı ayrımlar bulunsa da, genellikle tüm kültürlerde erkeğin aldatmasına gösterilen hoşgörü, kadın için geçerli olmayıp, bu durum bizim kültürümüzde daha baskındır.

Abdullah Zühdü’nün “Mürde” hikâyesinde karısının kendisini aldatması ve terketmesi sonucu avareye dönen bir adamın yaşadıkları kahraman anlatıcı tarafından aktarılır. Hikâyenin kahraman anlatıcısı, arkadaşı Ahmed Kâmî’yi ikinci defa olmak üzere yine oldukça sefil ve pejmürde bir halde görür. Gözlerinin yalnız beyazı görülen bir kör, yırtık pırtık elbiseler giymiş, saçı sakalı birbirine karışmış bir halde keman ile kemençe arası ismi geçmeyen bir çalgı çalar. Kör adamın yanında bir de kırk beş yaşlarında başka bir adam vardır. Kör içli içli çalarken yanındaki adam da kıraathânede masaları dolaşarak para toplamakla meşgul olur. Kahraman anlatıcının kör adamı gözü bir yerden ısırır, ama bir türlü onun kim olduğunu çıkaramaz. Kör adamın haline çok üzüldüğü için, onun yanında para toplayan adama para verir. Aradan bir süre geçtikten sonra kahraman anlatıcı, kör adamın çok iyi tanıyıp bildiği Ahmed Kâmî olduğunu anlar. Anlatıcı, onu ilk tanıdığı zaman Ahmed Kâmî bir dairenin tahsildarıdır. Ancak çevresindekiler ona Âşık Kerem lakabını takarlar. Bu lakabın kendisine takılmış olmasının sebebi onun kimin nesi olduğu bilinmeyen fakat oldukça güzel bir kadınla evlenmesi ve bu evlilikten hiçbir arkadaşına bahsetmemesi hatta evleneceğini bile haber vermemesinden ileri gelir. Bir gün âmirinden utana sıkıla izin ister ve sekiz gün sonra geri döner. İzinden döndükten sonra onun için artık her şey bambaşkadır. O günden sonra daireden hiçbir arkadaşıyla dışarı çıkmaz, hiç kimseyle bir yerde bulunmaz, hiçbir yerde dolaşmaz, bir yere davet edildiği zaman bir bahane bularak kaçar. Onun bu hallerinden şüphelenen ve peşine düşen arkadaşları onun evlenmiş olduğunu öğrenirler. Bu fakir, çirkin, ağır ve kaba adamın nasıl o kadar güzel bir kadınla evlendiğini

sorgulamaya başlarlar. Mutluluğuna gölge düşmesinden çok korktuğu için herkesten sakladığı karısıyla bir süre sonra sorunlar yaşamaya başlayan Ahmed Kâmî, kadının kendisini aldatıyor olmasından şüphe duyar. Özellikle bir gün dairedeki arkadaşlarından birinin imalı sözlerinden sonra kuşkularının yersiz olmadığını anlar ve adeta dünya başına yıkılır.

“Ahmed Kâmi birdenbire titredi. Benzi gül gibi uçtu. Çeneleri birkaç defa oynadı. Dişleri gıcırdadı. En şedîd bir buhrân içinde terleyen alnına kuzgunî siyah saçlarının bir kısmı yapışarak, acı acı sırıtarak arkadaşının yüzüne baktı. Hırz-i cân ile sönük duran gözlerinde bir şimşek çaktı. Yerinden biraz doğrularak bir savlet-i vahsiyâneye hazırlandı. Fakat diğer arkadaşları bir kahkaha koparınca derhâl kendini topladı. Hazin bir vaz-ı yeʽs ile oturduğu sandalyeye düşerek defterlerini açtı.” (Rehgüzâr-ı

Matbûâtta, 1896, s.151)

Karısının kendisini aldattığına dair şüpheler taşıyan, ancak bu şüpheleri bir şekilde bastıran adamın, arkadaşlarından da bu yönde imalı sözler işitince, kan beynine sıçrar. Bir an için o sözü söyleyen arkadaşına saldırmayı düşünür, ancak daha sonra sükûnetini muhafaza etmeyi başarır. Karısına deliler gibi âşık olduğu ve kendisi gibi bir adamla evlenmeyi kabul ettiği için minnetdârdır. Ona bu yönde bir şey sormaya, onu herhangi bir şekilde denemeye çekinir. Kendisini bırakıp gitmesinden çok korkar. Ancak korktuğu şeyler bir süre sonra başına gelir. Bir gün işten eve geldiğinde karısının evde olmadığını görür. Bugüne kadarki şüphelerinin yersiz olmadığı gerçeği tokat gibi yüzüne çarpar. Kadın onu aldatmış ve en sonunda da terketmiştir. Fakir, çirkin ve kaba bir adam olduğunu bilen, hayata dair yüreğinde bir umut beslemeyen Ahmed Kâmî hiç ummadığı bir anda aşka yakalanır. Hayatın ona bahsettiği ve sırılsıklam âşık olduğu karısını gözünden bile sakınır. Mutluluğuna nazar değmesinden korktuğu için, evleneceğini hiç kimseye söyleyemez. Evlendikten sonra da karısından önceki hayatıyla ilgili olan her şeye bir set çeker. Artık onun için yegâne varlık karısıdır. Ona duyduğu aşktan başka bir gerçeği yoktur. Ancak zamanla onun bu derin aşkının karısının gönlünde aynı yoğunlukta olmadığını hissetmek onun canını yakar, kalbini acıtır. Karısını kendisine karşı olan hal ve tavırlarındaki değişiklik de gözünden kaçmaz. İş yerindeki arkadaşların iması ise onun için bir yıkımdır. İçten içe hissettiği akıbetine gittikçe yaklaştığını hisseden adam, yine de karısını kaybetmemek adına sesini

çıkarmamaya gayret eder. Ama ne yaparsa yapsın aldatılmaktan ve terkedilmekten kendini kurtaramaz. “Bir sadakate yaraşır biçimde yaşamayı başaramamak, kişinin

olduğu ölümsüze ihanet etmesi” (Badiou, 2016: 68) bakımından kadın kötü bir

karakterdir ve kocasının aşkına ihanetle karşılık vererek onun mahvına sebep olur.