• Sonuç bulunamadı

Dünyalığı Bir Kenara Bırakmak: Kahramanlık

Kahraman kelimesi Türkçe sözlükte “savaşta veya tehlikeli bir durumda

yararlılık gösteren kimse, alp, yiğit; bir olayda önemli yeri olan kimse” (Türkçe Sözlük

2, 1998: 1158) gibi anlamlara gelmektedir. Kahramanlık da “kahraman olma durumu;

kahramanca davranış, yiğitlik" (a.g.e.: 1158) anlamında olup kişinin kutsal kabul ettiği

şeyler için canından, malından ve kendisi için kıymetli olan her şeyden vazgeçme halidir. Türk milletinin tabiatında bulunan en önemli özelliklerden birisi de kahraman olmasıdır. İslamiyet’ten önce Türk toplumunun en önemli olgularından biri kahramanlıktır. Eski Türk devletlerinin kağanları “cihana hâkim olma” düşüncesiyle devleti yönetir. Türklerin İslamiyet’i kabul etmelerinden sonra devleti yönetenlerde “cihad” düşüncesi egemen olur. İşte bu düşüncelerden mütevellit tarih boyunca Türk milletinin pek çok yiğit kahraman yetiştirdiğini görmek mümkündür. Ara Nesil’in edebiyat sahnesinde olduğu dönemde Osmanlı Devleti içte ve dışta zor süreçlerden geçmektedir. Bu zor zamanlarda yazarların kahramanlık teması ekseninde hikâyeler kaleme aldıklarını görmek ve bu gibi hikâyelerle halka moral aşılamak istediklerini hissetmek mümkündür.

Selanikli Tevfik’in “Bir Şehidin Vasiyeti” isimli hikâyesi, seksen yaşındaki Hâfız Abdülezel Paşa’nın Yunan Muharebesi’ndeki kahramanlığını ele alır. At üstünde savaş meydanına gidişi ve onun içinde dinmek bilmeyen kahramanlık duygusunun tüm askerlere sirayet etmesi dramatik bir şekilde yansıtılır. Yaralandığı anda bile kendisini düşünmez. Yere düşse de askerin üstünden geçmesini, düşmanın peşini bir an bile bırakmaması ister. Bu onun ölmeden önceki son isteğidir.

“(…) Hâfız Abdülezel Paşa “Ben Rusya Muhârebesi’nde bir an bile hayvanımdan inmemiş iken Yunan Muharebesi’nde mi ineceğim?” diye ezhâr-ı celâdet eylemiş ve fakat bu sırada bir dâne-i kazâ sol koluna isâbetle delip geçtiği gibi biraz sonra ikinci bir kurşun dahî sağ elini delmiştir. İki yerinden cerîhadâr olmakla beraber Abdülezel Paşa yine metânet-i kahramânânesine halel getirmeyerek asâkir-i şâhâneyi teşci eylemekte devam göstermiş ve hatta rivâyete göre kendisi bî-tâb olarak yere düşse dahî askerin üzerinden geçip düşmanı takîb eylemeleri hakkında birçok teşvîkâtta bulunmuş ve şâyed asker dediğini icrâ etmeyip de kendisi irtihâl edecek olursa ferdâ-yı kıyâmette huzur-i shkem-ül-hâkiminde vatan ve devletin hakkını kendilerinden dua edeceğini beyân ile son tebligatta bulunmuş.”

(Bir Şehidin Vasiyeti, 1893: 5-6)

Osmanlı Devleti’nin geçirmekte olduğu şiddetli sarsıntılar toplumdaki bireylerin her birini ilgilendiren bir meseledir. Kadınlar ve erkekler, gençler ve yaşlılar, öyle ya da böyle herkes kendini etkileyen meseleler hakkında bir şeyler yapmak zorundadır. Milletlerin tarihini oluşturanlar ruhen kuvvetli, dahi insanlar yani kahramanlardır. Abdülezel Paşa da bu tür bir insan olarak belirir. Onun için bu dünyadaki en değerli varlık vatanıdır ve vatan için her türlü fedakârlığı yapmaya hazırdır. Seksen yaşında at sırtında savaşa gidip meydandaki askerlere kahramanlık duygusunu aşılaması ve şehit olması bunun en büyük ispatıdır. Yazar, Abdülezel Paşa’nın kahramanlığı üzerinden milletin içinde uyuyan kahramanlık duygularını uyandırma çabası taşır. “Eğer bir millet

büyüklük ve kahramanlık özelliklerini taşıyorsa, ondan liderler, kahramanlar yıldırım gibi parlayabilir” (Petrov, 2013: 24). Büyüklük ve kahramanlık özelliklerini

bünyesinde barındıran Türk milletinde Abdülezel Paşa gibi insanlar birer buluttur. Onlar gibi kahraman yürekli insanlar bir araya gelerek yıldırımları meydana getirir.

Hüseyin Servet’in “Son Kurşun” hikâyesinde savaş meydanında ağır yaralanmış bir asker olan Haydar karşımıza çıkar. Adam, bir yamacın dibinde arkası üstü düşmüş ve öylece kalmıştır. Üç kurşun yiyen adam yarasının kendisine verdiği ıstıraba aldırış etmeyerek doğrulmak için gayret eder. Etrafı dinlediği zaman düşman askerlerinin yakınlarda bulunduğunu fark eder. O anda vatanını savunabilmek için Allah’tan kendisine son bir kuvvet vermesi için yalvarır. Yaralı dizinin verdiği korkunç acıya rağmen şiddetli bir zorlama ile ayağa kalkar. Sağ elinde tuttuğu tüfeği yayına basar ve açılan deliğe bir kurşun savurur. İleri gitmek istese de yaraları buna müsaade etmez. Olduğu yerden karşıki dağda bir noktaya nişan alır. Dağ dumandan görünmez olur. Haydar canı pahasına son bir hamleyle düşman askerine zayiat verdirir.

“(…)Cesîm dağ parçaları havada uçuyordu. Bu hal-i harikuladeye sebeb ne? Haydar’ın raşedâr elleriyle attığı son kurşun. Cenab-ı Hakkın emr-i samedânîsiyle bâd-ı fezâ o tüfengden değil, kalbindeki bir kân-ı hamiyetten çıkan o kurşunu bir düşmen cihânesi üzerine sevk etmiş.” (İrtikâ, nr. 54-6, s. 24)

Osmanlı Devleti’nin son dönemleri istilâlar, isyanlar ve toprak kayıplarıyla geçmiş olup “yağmalanmış bu coğrafyanın insanlarının aşina oldukları en büyük

gerçek savaştır” (Özcan, 2005: 124). Savaş hali, tarihin pek çok döneminde devam

ettiği gibi o günkü şartlar içerisinde de bütün acımasızlığıyla devam etmektedir. Kahraman asker, ağır yaralı haline aldırmayarak son bir hamleyle düşmana büyük zarar verir ve o haliyle yine tüfeğini doldurup savaşmak için var gücüyle mücadele eder. Halini, yaralarını bir kenara bırakıp ileri doğru atılmak ister. O esnada kulağının dibinden bir düşman kurşunu geçer. Sonra birkaç kurşun daha gelir. Artık Haydar’ın kendini koruma imkânı kalmaz. Kurşun kafasına isabet eder ve kahraman asker orada şehit olur. Onun için vatan aşkı, kendi varlığının çok üstünde yüce bir değerdir. O, ağır yaralı ve tehlikede bulunduğu bir anda halini ve yaralarını bir tarafa bırakıp vatanı kurtarma gayreti içerisindedir ve bunu hiçbir çıkar amacı gütmeden sadece vatan toprağı için yapar. O, vatanına canı gönülden bağlı kahraman bir askerdir. Vatan için hiçbir karşılık beklemeden canını feda eder.

Hikmet Şinasi’nin “Hüsn-i Hizmet Mükâfâtsız Kalmaz” isimli hikâyesi ölen bir askerin cenaze töreni ile başlar. Tabutun başında yaşlı bir adam vardır. Bu adam, ölen askerin babasıdır. Oğlunu kaybetmenin acısıyla hüzünlere gark olan ihtiyarın gözlerinden yaşlar boşanır, vücudu tir tir titrer. Onun bu haline şahit olan ve durumuna

çok üzülen Mareşal, General’i yanına çağırır ve bu yaşlı adam hakkında malumat toplamasını ister. General’in öğrendiğine göre, ihtiyar adam bir zamanlar askerdir ve üsteğmen rütbesine kadar yükselmiştir ancak bir savaş esnasında ağır yaralanıp sakatlandığı için askerlik görevini bırakıp emekli olmak zorunda kalmıştır. Bu adamın iki oğlu vardır. Bir baba için evlatları “hayatî bağlanışların, moral değerlerin

habercisidir.” (Arslan, 2007: 499). Hele erkek çocukları savaş dönemlerinde asker,

koruyucu gibi kimlikleri de kişiliklerine eklerler. Bir zamanlar asker olan bu adamın iki oğlu da babalarının izinden giderek askerlik gibi kutsal bir mesleği tercih etmiş, ancak ikisi de şehit olmuştur. Savaşın adeta kaderi ve hayatını sürdürme şekli olan bu adamın hikâyesini öğrenen Mareşal, bundan çok etkilenir. Kendisi vatan için sakat kalan, iki evladını da vatan uğruna şahit veren bu adamın bir kahraman olduğunu düşünür ve ona hizmetlerinin karşılığı olarak bir kıta nişan, iki adet zarf takdim ederek şu sözleri söyler:

“Arkadaş! Hüsn-i hizmet hiçbir zaman zâyi olmaz. Ne vakit olsa

mükâfâtını görür. Bu zarfın birinde nişanınızın, diğerinde de franga iblâğ edilen tekâüd-i maaşınızın beratları vardır. (…) dedi ve hitâm-ı taâmı müteâkib muhterem ihtiyarın elini elinin içerisine alarak birkaç kereler muhabbet ve hürmetle sıktıktan sonra otelden çıkıp gitti.” (İkdâm, nr. 107, s. 4)

Ordu, bir halkın en önemli, en mesuliyetli ve necibâne kurumudur. Bir ülkenin nüfusunu oluşturan en ücra yerlere varıncaya kadar sağlıklı pek çok genç en etkin dönemlerinde seçilir, ailelerinden ve işlerinden ayrılarak orduya katılır. Savaşlarda vatanını korumak için her ordu işte bu genç kahramanlar vesilesiyle canlı duvarlar örer. Canlı duvarları oluşturan kahramanların bazıları ya bu dünyadan göçüp gider ya da bundan sonraki hayatını sakat bir şekilde geçirir. Bu kahramanlardan birisi de, kendisi daha önce asker olan, ağır yaralandığı için askerliği bırakmak zorunda kalan ve iki oğlunu da vatan uğruna toprağa veren yaşlı adamdır. Mareşal, bu yaşlı adama çok üzülür, ama onun yiğitlik ve mertlikte yol gösterici ve örnek bir kahraman olduğunun farkındadır. Belki kendisi ölmemiştir, ancak vatan için kahramanlık göstererek sakat kalmış ve iki oğlunu da yine bu vatan uğruna toprağa vermiştir. Mareşal, böyle bir insana kıymet verildiğini göstermenin boyunlarının borcu olduğuna inanır ve bunu icraâte dökerek adama nişan takar, para verir.

Selanikli Tevfik’in “Bir Askerin Nişanlısına Mektubu” hikâyesinde savaş meydanında vurulup yaralanan ve gözünü açtğında kendisini hastane odasında bulan

asker halini merak edip aynaya baktığında yüzünün ciddi değişimlere maruz kaldığını fark eder. Sürekli savaş meydanında olduğu için güneşten ve baruttan yüzü simsiyah kesilir. Kulağının parçalanmış, bıyıklarının ise yanmış olduğunu görür. Hastaneden köydeki nişanlısına bir mektup kaleme alır. Mektupta nişanlısına savaş alanındayken birdenbire yağmur yağmaya, şimşek çakmaya başladığını ve o anda onun yüzünün gözünün önüne geldiğini söyler. Meğer o anda yaralanıp düştüğünü ve kendine geldiğinde bir hastane odasında gözlerini açtığını anlatır. Daha sonra mektubunda fiziksel halinde ortaya çıkan kusurlardan bahsetmeye başlar. Bu şekilde evlenmelerinin mümkün olmadığını belirtir. Çünkü nişanlısının kendisini bu haliyle beğenmeyeceğinden şüphesi yoktur. Başka bir sebepten ötürü ondan mahrum kalacak olsa perişan olacağını ama vazifesinden dolayı bu duruma geldiği için teselli bulduğunu söyler. Yakında köye döneceğini, gelmeden önce mektup yazacağını yazar. Asker nişanlısının mektubunu alan genç kız, onun vatan uğruna hiç düşünmeden savaşa gittiğini, onun bir kahraman olduğunu belirtir. Onun yaptıklarını köydeki bütün kızlara anlattığını, herkesin ona ne kadar şanslı olduğunu söylediğini iletir. Genç kız da kendini çok şanslı sayar. O, “varlık alanının ihlal edilerek yaşama hakkı elinden alınan masum

insanlar” (Kanter, 2013: 69) ve vatan için canını siper etmiş, bu yolda gazi olmuş

kahraman bir askerin nişanlısıdır. Böyle kahraman ruhlu, cesur yürekli bir adam olmasa onunla evlenmeyeceğini belirtir. Sureti, fiziksel hali nasıl olursa olsun ondan başka kimseyle evlenmeyeceğini söyler.

“Ben sana yiğitliğin, vatana bir hizmet edebileceğin için nişanlanmış idim. Meydân-ı harbe gidip de böyle iftihâr nişâneleri alamamış olaydın işte o zaman seninle teehhül etmezdim.” (Bir Askerin Nişanlısına Mektubu, ?: 10)

İsyanlarla, çatışmalarla ve savaşlarla geçen bir dönemde tarihe karşı direnişini devam ettirmek, kendi milli çıkışını bulmak isteyen Türk milleti yolunu kendi ışığıyla aydınlatmak mecburiyetindedir. Yabancı devletlerin boyunduruğu altına giren, onun

“kılavuzluğunda yol ve yön arayan bir milletin geleceği yoktur.” (Çetin, 2010: 9) Bu

açıdan bakıldığında savaşlar, yapılan mücedeleler ve gösterilen kahramanlıklar o dönem insanlarının kişiliğinin bir parçasıdır. Hikâyenin başkişisi olan asker, vatanın tehlikede olduğu zaman bir an bile tereddüt etmeden mücadele edip savaşmak için cepheye koşar. Ancak en çetin mücadelelerin yaşandığı anlarda bile sevdiği aklından çıkmaz, yaralandığı zaman onun gülümseyen yüzü gözünün önüne gelir. Savaş alanında

yaşadıklarını nişanlısına anlatan asker, savaşın fiziksel görünümü üzerindeki olumsuz etkiden de bahsetme zorunluluğu hisseder. Nişanlısının onun bu halini gördüğü zaman onunla evlenmek istemeyeceğine emindir. Askerin bu mektubu yazarken amacı kendi kahramanlıklarını ön plana çıkarmak, kendini övmek veya kendini acındırmak değildir. Düşmana karşı kahramanca savaşmasına ve ağır yaralanmasına rağmen yüreğinde taşıdığı aşkın büyüklüğünü hissettirmekle birlikte eskisi gibi olmayan fiziksel görüntüsü hakkında nişanlısına bilgi verme mecburiyeti duyar. Asker nişanlısının mektubunu okuyan genç kız, onunla gurur duyar. Kızın gözünde sevdiği adam bir kahramandır. Çünkü o, bu vatan için ateşlere atılıp çarpışmaktan bir an bile çekinmemiştir. Patlayan ateşlerin askerin yüzünde bir ömür boyu kalıcı hasarla oluşturması genç kızın umrunda bile değildir. Her haliyle onu sevdiğini ve ondan başka kimseyle evlenmeyeceğini söyleyerek, kız vefakâr kişiliğini yansıtmakla birlikte kendi kahraman ruhunu da ortaya koyar. Hikâye erkeğiyle kadınıyla milli benliğe bağlılığın önemini vurgulaması bakımından da dikkat çekicidir.

Ara Nesil Dönemi hikâyelerinde az da olsa yer bulan kahramanlık teması, Türk insanı ve Türk tarihi çerçevesinde ele alınır. Yazılan hikâyeler, kişiler ve vatan ekseninde Türk insanının kahraman yaradılışını ön plana çıkarır. Türk insanı için vatan toprağının kutsallığının, bu uğurda canını fedadan kaçınmayacağının vurgulandığı hikâyelerde yazarların amacı zor günlerden geçen ve yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya olan Türk Milleti’ne moral aşılamaktır.