• Sonuç bulunamadı

Kur’an’ı Gelenekten Bağımsız Olarak, Kendi Kendine Yeniden

3. KUR’AN’A MODERN YAKLAŞIMLARDAN KAYNAKLANAN

3.4. Kur’an’ı Gelenekten Bağımsız Olarak, Kendi Kendine Yeniden

Herkesin yaşadığı döneme göre Kur’an’ı yeniden anlamak istemesi, doğal olarak olumlu ya da olumsuz birbirinden farklı tefsirler ortaya çıkaracaktır. Bu durum, yerine göre bir açılım ya da zenginlik sayılabileceği gibi, bir yanılgı sebebi de olabilir.

Kur’an’ı her çağda yeniden anlayıp insanlara sunma arzusu, görünüşte albenisi fazla, çok parlak bir düşünce olarak karşılanabilir. Ancak konunun asla göz ardı edilmemesi gereken bir başka yönü daha var: Kur’an’ın her dönem için farklı anlaşılmaya müsait, zamana göre farklılık arz eden birtakım değişken âyetleri veya hükümleri mi vardır? Varsa bunlar nasıl bir oran teşkil eder? Kur’an’ın itikadî konuları, ibadete dair emirleri ya da ahkâm âyetleri mi yeniden anlamlandırılacaktır?

Bir tefsirin önsözünde şu cümleler göze çarpıyor: “Bu tefsirde daha çok âyetlerin

içeriğinden günümüze projeksiyonlar yaparak, sosyolojik, psikolojik, eğitimle ilgili kural ve kanunlar ortaya çıkarılmaya çalışıldı. Söylenmişi tekrarlamamak ve bu zamana kadar yapılanları taklit etmemek suretiyle orijinal yorumlar yapma gayretinde olduk. Çünkü orijinal şeyler üretmek, Kur'an tefsirinde bizim sevdamız ve tutkumuzdur.”507

Âyetleri geçmişten, sahih gelenekten bağımsız, zamana göre yeniden ve orijinal

504 Öztürk, Mustafa, “Kur’an’ın Cennet Betimlemelerinde Yerel ve Tarihsel Motifler”, İslâmiyat, IV (2001), 1, s. 162.

505 Hûd 11/40.

506 Ğumarî, Bideu’t-Tefâsîr, s. 66-67.

tarzda yorumlama arayışlarında ısrarcı olmak, sonuç itibariyle Kur’an’ın her dönemde evrensel tarzda ve ortalama aynı mesajı verdiği fikrine zarar verecektir. O takdirde bu durumu, Kur’an’ın bütün çağlara hitab ederek insanlığa ortak mesajlar sunduğu fikriyle bağdaştırmak nasıl mümkün olacaktır? Biz bugün Kur’an’dan, ashabın bundan bin dört yüz küsur yıl önce anladığından çok daha fazlasını mı anladığımızı iddia edeceğiz? Bilimsel tefsir konusunda da belirttiğimiz gibi, ilk muhatapların çok azını anlayabildiği bir mesaj, kesinlikle çağlar üstü olamaz. Kaldı ki ashaptan gelen sorular üzerine “Bu gibi âyetler, ileride insanlık şöyle şöyle dönemlere ulaştığında, falanca gelişmeler, ilerlemeler kaydedildiğinde, şunlar yaşandığında anlaşılacak” ya da “daha iyi anlaşılabilecek” şeklinde Allah Rasûlü’nden gelen hadisler yahut ashaptan buna dair bize ulaşan birtakım ifadeler mi vardır ki, böyle düşünmemiz söz konusu olsun.

Geleneğe, geçmişe, ondaki muhtevayı sorgulama içine girmeksizin aşırı derecede bağlılık nasıl uç bir nokta ve yanılgı sebebi ise; bilinçli ya da bilinçsizce, selefe ait büyük külliyatı, onca emeği ve mirası bir çırpıda kenara atma fikri de aynı şekilde diğer bir uç noktadır, yanlıştır, yanılgıdır. Burada gelenekten kastımız, içerisini sağlam hadislerin doldurduğu sahih gelenektir. İlk dönem selef ulemasının ve tarih boyunca ümmetin bir hükmü nasıl anlayıp uyguladığı da önemlidir. Bunlar tabii ki kimseye dayatılamaz, hatta eleştirilebilir. Ancak bunu belli temeller üzerine oturtmak, sağlam delillerle ortaya koymak gerekecektir.

Kur’an’ı her şeyden bağımsız olarak kendi kendine yeniden tefsir etmek isteyen kişi bunu ya sırf lügat bilgisiyle ya da akıl ve rey eksenli olarak gerçekleştirecektir. Re’y/dirayet ağırlıklı tefsirlerde ne gibi hataların oluştuğuna daha önce değinmiştik. Dil konusu ile ilgili olarak ise şunları söyleyebiliriz: Dil, elbette tefsirin ilk şartıdır. Kur’an en güzel Arapça ile indirilmiştir. Ama dili bilmek, Kur’an’ın bütün âyetlerini hakkıyla tefsir etmek için tek başına yeterli olmayacaktır. Çünkü bu bilgi, bu çalışmanın son bölümünde ele alınan temel prensiplerle, diğer Kur’an ilimleriyle mutlaka desteklenmelidir. Ayrıca Kur’an’ın tamamına, sahih hadislere ve seleften sahih olarak senedleriyle geldiği tespit edilen rivayetlere de bakmak gerekecektir.

İlgili sahih haberleri, ashabın icmasını dikkate almadan kendince âyetlere anlam verme itiyadından aslında her dönemde söz edilebilir. Meselâ, “Zekeriya mabedde

namaz kılarken melekler ona, ‘Allah sana, kendisinden gelen bir kelimeyi (İsa’yı) doğrulayıcı, efendi, nefsine hakim ve salihlerden bir peygamber olarak Yahya’yı

müjdeler.’ diye seslendiler.” 508 âyetindeki “musaddikan bi kelimetin minallahi” ifadesini geçmişte bazı Arap dilcilerin “Allah’ın kelimesini doğrulayıcı” olarak değil de “Allah’tan gelen kitabı doğrulayıcı” şeklinde tefsir ettiklerine değinen Taberî, bu görüşü Kur’an’ı kendi şahsi görüşüyle tefsir etme cüretkârlığı olarak değerlendirir ve eleştirir. Halbuki sahabe ve tabiînden gelen sayısız nakil ve sahih haberlere göre buradaki “kelime”nin Hz. İsa olduğunda hiçbir şüphe yoktur.509

Yine sırf dilbilgisi ve akılla yetinilerek Kur’an’da geçen Allah’ın sıfatlarını reddetmek, bunların geçtiği âyetlerde mecaz olduğundan bahsetmek de sonuç itibariyle bir şekilde Kur’an’ı kendince anlamlandırmak demektir.510

Son döneme baktığımızda ise meselâ Seyyid Ahmed Han’ın şu ifadeleri böyle bir anlayışı yansıtıyor: “Yeni oluşan şartların ışığında, insanlığın ulaştığı bilim bu kadar

gelişmişken, Kur’an’ı anlama konusunda yığınla hurafelerle dolu önceki tefsirlere güvenmek artık mümkün değildir. Kur’an’ı kendi bilgilerimiz ve şahsî tecrübelerimiz vasıtasıyla anlamalıyız. Çünkü bilgi ve tecrübemiz arttıkça, âyetler de bize daha önce fark etmediğimiz yeni manâlar hissettirecektir. İlk müfessirler de Kur’an nassını lugat, Sünnet ve zamanlarındaki umûmî tecrübeler ışığında anlıyorlardı….Kur’an öğretilerinin anlaşılması ve hayata geçirilmesi hususunda yeniden inceleme ve araştırmalar yapmak kesinlikle gereklidir. Bundan dolayı asrın ruhuyla, ilmin ilerleyişi ile birlikte yürüyen yeni tefsirlerin ortaya çıkması şarttır.”511

Yine o, sahip olduğu tarihselci bakış açısının doğal bir sonucu olarak, Kur’an’daki ve hadislerdeki ahkâmın zaman ve mekânın değişmesiyle değişime müsait olduğunu, zira onların sebepler üzerine bina edildiğini, onlar değiştiğinde ahkâmın da zorunlu olarak değişmesi gerektiğini belirtir.

Taha Hüseyin (1889-1973) ise Arap Edebiyat Fakültesi öğrencilerine Kur’an’ın tenkit edilebilirliği düşüncesini yerleştirmeye çalışmış, beşerî ilimlerin kriterlerine göre onun hakkında yeni mülahazalara gidilebileceğini ifade etmiş ve Kur’an’ın herhangi bir Arapça kitap gibi eleştirilmeye, kabul edilip edilmemeye uygun olduğunu söyleyebilmiştir.Mustafa Sadık Rafiî de haklı olarak onun bu düşüncelerini eleştirmiş ve şu üç yönden onun asabiyet duygusu içerisinde bulunduğunu dile getirmiştir:

508 Âl-i İmran 3/39.

509 Taberî, Tefsir, III, 253. Krş. Tahir Mahmud, Esbâbü’l-Hata’, I, 227-228, 234-235.

510 Örnek olarak bkz. Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 641, (Maide 5/64. âyetin tefsiri). Ayrıca bkz. Zehebî, et- Tefsir, I, 383.

Kur’an’ın mucize bir vahiy olmadığına yönelik kanaati, Rasûlullah’ın sadece siyasî bir kişi olduğunu kabulü ve ashabın, selefin imamlarının konumunu aşağılayıcı faaliyetlerden yana oluşu.512

Yine modernizm ve Batı hayranlığının etkisiyle Zeki Necip Mahmut, şeriatın, selefin şeriatının bugünün gerçeklerine uymadığını, medeniyetimizi onların ahlâkî, kültürel ya da akidevî değerlerine iltifat etmeksizin; maddî, modern Batılı örnekler üzerine inşa etmemiz gerektiğini söyler.513

Modern yaklaşımların doğasında her halükârda bir geçmişle çatışma eğilimi göze çarpar. Zira modernizmin bir gereği olarak, geleneksel varsayımlar alt üst edilmeden, hiçbir yenilenme gerçekleştirilemez. Bu yüzden modern okumalar, geleneğe haddinden fazla yüklenmektedir. Çoğu zaman bu tepkiler geleneği de aşıp, dinin bizatihi özüne varmaktadır. Islahat taraftarı olan modernist düşünürler, sömürgeciliğin ezikliği altında İslam dünyasındaki geri kalmışlığın bütün suçunun Müslümanların yanlış din anlayışından kaynaklandığını düşünmüşlerdir. Meselâ Arkoun, Hanefî ve Ebu Zeyd gibi araştırmacılar, Müslümanların içinde bulundukları ortamın oluşmasında geleneğe ve selef anlayışına sıkı sıkıya bağlılığın büyük etkisinden sıkça bahsederler.

Geleneği, Müslümanların sırtından atılması gereken bir yük olarak görenler ya da hatırasına saygı göstererek onu önemsiz konuma düşürenler, neticede bu tavırlarıyla ideolojiye, yine ideolojik bir silahla karşı çıkmış oluyorlar. Bu da tam anlamıyla bir paradokstur. Dolayısıyla bu tür tenkitler, faydadan çok zarar getirmekte, var olan anlaşmazlık alanlarını daha da genişletmektedir.514 Diğer taraftan, gelenekten kurtulup bağımsızlığa ulaşma arzusunda olanlar, hemen hepsi Batı kaynaklı birtakım öneriler getirerek, bu defa farklılık ve yenilik saplantısında kalmışlar ve aslında yine bağımsız olmayı başaramamışlardır.

Kur’an’ı, geçmişten tevarüs ettiğimiz sahih geleneği bir tarafa koyarak, kendi kendine yeniden ele alma gayretleri çoğunlukla, mucizelerin ve ğayb haberlerinin inkârı, çok evliliğe karşı çıkma, dinlerin birliği ve mensuplarının birbirine yakınlığı, vahyi yeniden anlamlandırma, hadlerin yalnızca suçta ısrar halinde uygulanabileceği, Kur’an’da kadının açılmasını haram kılan bir nassın bulunmadığı düşüncesi ve ilgili

512 Taha Hüseyin’in görüşlerine dair uzun bir reddiye için bkz. Rafiî, Mustafa Sadık, Tahte Rayeti’l- Kur’an, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 2000, s. 80-124.

513 Esbâbü’l-Hata’, II, 797, 799.

rivayetleri reddetme, miras ve şahitlikle ilgili hükümleri kabullenmeme… şeklinde tezahür etmiştir.515

Bunlardan pek çoğuna bilimsel tefsir, modernist yaklaşım ya da tarihselcilik konularını işlerken temas etmiştik. Burada da öncelikle vahyi yeniden anlamlandırma ve yorumlama faaliyetlerinin ürettiği sonuçlardan birine dikkat çekmiş olalım: “Vahiy, şahsın vasıtalı ya da vasıtasız Allah tarafından geldiğini kesin olarak bilmekle birlikte kendi nefsinden bulup çıkarttığı irfandır, bilgidir.”516

Konuyla ilgili son bir örnek olarak Nisa sûresinin 1. âyetinin tefsirine dair şu ifadelere yer verelim: “Âyetteki “Nefis” kelimesi "cevher", "öz" anlamına gelmektedir:

‘Ey insanlar! Sizi tek bir cevherden yaratan Rabbinizden sakınınız.’ Burada geçen nefis kelimesinin Hz. Âdem olduğunda ittifak vardır. Bize göre âyette yer alan nefis kelimesi dişidir. Dişi olan bir kelimenin Âdem olduğunu söylemek doğru değildir. Âyette kaste- dilen nefis, Hz. Âdem'in de yaratıldığı cevheri kastetmektedir. Hz. Âdem'in nereden yaratıldığı sorusuna cevap vermemiz zorlaşmaktadır. Âyetteki nefis, Âdem sonrası yaratılmayı değil, bizzat Âdem'in yaratıldığı cevheri gündeme getirmektedir. Zaten âyetin devamında şu ifade yer almaktadır: O nefisten de eşini yarattı. Bunun anlamı

şudur: Âdem ile hanımı ayrı ayrı aynı cevherden yaratılmışlardır.

Âl-i İmrân sûresinin 59. âyetindeki "topraktan yaratılma" ile Nisa sûresinin 1. âyetindeki "bir cevherden yaratılma" arasındaki bağlantının kurulması gerekiyor. Diğer taraftan Enbiyâ sûresinin 30. âyetindeki "Her canlıyı sudan yarattık." ifadesini de dikkate almak mecburiyetindeyiz. Su, toprak ve cevher kavramları canlı veya insan denen varlığın hayat kaynağı olmaktadır. Toprağın içindeki elementler, su ile karşılaşınca insanın cevherini meydana getirmektedir. Tıpkı ruh ile beden buluşunca insan nefsinin meydana gelmesi gibi H2O, yani iki hidrojen atomu ile bir oksijen atomunun bir araya gelmesiyle su meydana gelmektedir. Bu iki gaz topraktaki elementlerle buluşunca orada karbon ve azot gazlarıyla bir araya gelmekte ve insan denen varlığın DNA'sını meydana getirmektedir. İşte insanın yaratıldığı nefis ya da cevher budur.

Hz. Âdem'in eşeysiz yaratılışı, yerini eşeyli yaratılmaya bırakmıştır. Eşeyli yaratılmada cevheri kadının yumurtasıyla erkeğin spermi meydana getirmektedir. Bizlerin Hz. Âdem ve eşi gibi doğrudan olmasa bile dolaylı olarak topraktan

515 İlgili diğer örnekler ve bunların eleştirisi için bkz. Esbâbü’l-Hata’, II, 820-847. 516 Abduh, Risaletü’t-Tevhîd, Dâru Menar, Mısır, 1376, s. 108.

yaratıldığımız gerçeği ortaya çıkmaktadır. Bu açıklamalarımızdan Nisa sûresinin 1. âyetindeki "tek bir nefis" kavramının Hz. Âdem'e değil "bir cevher"e işaret ettiği ortaya çıkmaktadır.”517

Görüldüğü üzere, Kur’an’ı her şeyden bağımsız olarak, birtakım yeni ve özgün anlayışlarla yahut yaklaşımlarla farklı bir tarzda tefsir etme arayışları geçmişte ve günümüzde genellikle ya salt dilbilgisiyle ya da akıl ve rey eksenli olarak gerçekleşmektedir. Son dönemlerde ise birtakım Müslüman aydın ve araştırmacılar açısından daha çok geleneği dışlayarak aklı merkeze almak ve farkında olmayarak da olsa modern durumu, önceki tüm tarihsel durumların yargıcı haline getirmek, böylelikle de modern dünyanın beklentilerine ve meydan okumalarına karşı durabilmek amacıyla Kur’an’ın yeniden ve farklı bakış açılarıyla okunma zorunluluğundan bahsetme şeklinde gerçekleşmektedir.

Modern dünyanın meydan okumalarına cevap verilmesi gereği ön plana çıkarılırken, bazı durumlarda İslam’ın sürekli değişen beşeri sistemlerden biri haline dönüştürüldüğünü ve bu sistemlerle aynı kulvarda yarıştırılmaya çalışıldığını görmek mümkündür.518 Bu konuda son olarak, ümmetin ve ulemanın ittifak ettiği hususlar yanlış bulunup dikkate alınmayacaksa –ki bu pekâlâ mümkündür-; en azından ortaya konan yeni ürünün, birtakım nazariyeleri, felsefî görüşleri ve bilimsel tefsir hareketlerini destekleyerek, Kur’an tefsirinde bir başka yönden bir tür yanılgıya yol açmamasının gereğine işaret etmek isteriz.