• Sonuç bulunamadı

Kur’an’ın İndiği Dönemdeki Arapça’yı Dikkate Almamak

4. NÜZÛL SEBEPLERİ İLE İLGİLİ YANLIŞ TELAKKÎLER

1.2. Bilgi Eksikliği

1.2.2. Kur’an’ın İndiği Dönemdeki Arapça’yı Dikkate Almamak

Kur’an’ın bir âyetini anlarken, o âyetteki anahtar lâfzın, Kur’an’ın indiği dönem Arapçasındaki mânâsına değil de, sonraki dönemlerde gelişen ıstılahî ve teknik anlamına îtibar etmek, dirâyete dayalı tefsirin önemli yanılgı nedenlerinden birini teşkil

153 Krş. Nesefî, Medarik, IV, 1375; Yazır, Hak Dini, IX, 296 vd.; Bilmen, Tefsir, VIII, 4057. Geniş bilgi için bkz. Dereli, Kur’an’ın İklîmi’nden, s. 43-45.

154 Örnek olarak bkz. Bulaç, Ali, Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı, Bakış Yay., İst., tsz., s. 283; Kazıcı, Ziya -Taylan, Necip, Kur’an-ı Kerim Meâli, Çağrı Yay., İst., 1999, s. 147.

155 Işıcık, Temel İlkeler, s. 103-104.

156 Hâlidî, Salâh Abdulfettah, Tasvîbât fî Fehmi Ba’dı’l-Âyât, Daru’l-Kalem, 1. bs., Dımeşk, 1987, s. 182- 184. Müellif burada âyet hakkında beş ayrı îzah şeklini dile getirir.

etmektedir.

Kelimelerin zaman içerisinde kazandıkları anlamları inceleyen bilim dalına “semantik” denir. Bu kelime Yunanca “semantikostan” kökünden gelir ve manalı, manidar, gizli anlamı olan demektir. Arapça karşılığı “ilmü’l-meânî”dir. İngilizce’deki significant kelimesi de benzer manâlara gelir. Türkçe’mizde ise kelimelerin anlamları ile ilgilenen bu dala dilbilgisi, yani anlambilimi adı verilir.157 Semantik, ilmî bir disiplin olarak şöyle de tarif edilmiştir: “Kelimeler ve önermelerle onların ifade ettiği anlam arasındaki ilişkiyi inceleyen bilim dalıdır.”158

Allah (c.c.) her millete, kendilerine gönderdiği peygamberin diliyle hitap etmiştir.159 Kur’an da anlaşılsın diye son peygamberin ve ilk muhatapların diliyle yani Arapça olarak gönderilmiştir.160 Bu itibarla Kur’an-ı Kerim, milâdî 610–632 yılları arasında Mekke ve Medine’de kullanılan dil ile ifade edilmiştir. Dolayısıyla Kur’an’daki bilgiler ve ifadeler, o dönemin kelime ve kavramlarıyla sunulmuştur. Bu sebeple Kur’an’ı iyi ve doğru anlamak için, tenzil öncesi döneme ait kelime ve kavramların o dönemde hangi anlamlarda kullanıldığının çok iyi bilinmesi ve onların tenzil dönemindeki anlamlarıyla karşılaştırılarak, manâ değişikliklerinin tespit edilmesi bir zorunluluktur.161

Bazı kelimeler, dil tarihi içerisinde dönem dönem çeşitli terminolojik anlamlar kazanırlar ve bu yeni anlamlarla aslî manalar arasında çoğu kez büyük farklılıklar ortaya çıkar. Bu sebeple, bilhassa dinî metinlerde yer alan ve çeşitli dönemlerde farklı anlamlar kazanan bazı lâfızlar, kendi dönemlerindeki özel manaları dikkate alınmadığı için yanlış anlaşılabilmiştir. Buna en güzel örnek, Kur’an-ı Kerim’de on beş yerde geçen te’vîl kelimesidir.162

Kur’an-ı Kerim’deki kullanımıyla te’vîl kelimesinin tefsir anlamı yoktur. Te’vîl kelimesi Kur’an’da geçtiği yerlerde –denebilir ki- hep aynı manâdadır. Ufak-tefek farklılıklar hariç tutulursa bu manayı, “rücû’ etmek ve varacağına varmak” yani “bir şeyin akıbet ve sonucunun ortaya çıkması” şeklinde özetleyebiliriz. Çünkü bir şeyin

157 Çelik, Ahmet, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yay., Erzurum, 2002, s. 2.

158 Akarsu, Bedia, Felsefe Terimleri Sözlüğü, Savaş Yay., Ank., 1975, s. 18. Semantiğin tarihçesi ve çeşitleri hakkında geniş bilgi için bkz. Soysaldı, Mehmet, Kur’an’ı Anlama Metodolojisi, Fecr Yay., Ank., 2001, s. 19 vd.

159 İbrahim 14/4. 160 Yûsuf 12/2.

161 Çelik, Ahmet, Kur’an Semantiği, s. 4. 162 Işıcık, Yusuf, Temel İlkeler, s. 93.

rücû’ etmesi, aslına dönmesi, vakti geldiğinde vuku bulması, ortaya çıkması, nasıllık ve niceliğinin, mahiyet ve künhünün tezahür etmesidir.163 Bunu iki âyette görmeye çalışalım:

1- “O kâfirler, Kur’an’ın te’vîlini (bildirdiği hakîkatlerin âkıbet ve sonucunu)

bekliyorlar!..”164

2- “Yusuf, ebeveynini tahtın üzerine çıkardı. Hepsi ona secdeye kapandılar. Ey

babacığım! dedi. İşte daha önceki rüyamın te’vîli (ortaya çıkışı)! Gerçekten Rabbim onu gerçek kıldı.”165

Görüldüğü gibi te’vîl kelimesi, Arap dilinin diğer milletlerin kültürleriyle yüz yüze gelmesinden ve çeşitli ilmî ve fikrî cereyanlara bağlı olarak muhtelif ıstılahların ortaya çıkmasından önceki halis ve duru döneminde, “tefsir ve şerh etmek” gibi bir manâya gelmemektedir. Kur’an’ı anlamada esas olan dilin saf, halis ve yabancı tesirinden uzak (mübîn) Arap dili olduğu, şüphe götürmeyen bir gerçektir ve şu gibi âyetlerle sabittir:

“Onu er-Rûhu’l-Emîn, açık bir Arapça ile inzar edenlerden olasın diye senin kalbine indirdi.”166 Zaten ıstılahların hegemonyasından kurtarmayı başarmış ilk dönemlere ait sözlüklere bakılınca, söz konusu te’vîl kelimesinin tefsir anlamına geldiği bilgisine rastlanmamaktadır.167

Böyle olmasına rağmen, bu kelimenin sonradan kazandığı “tefsir/beyan ve yorum” manasından hareket edildiği için, kelimenin geçtiği bazı âyetlerin anlaşılmasında birtakım müşkiller ortaya çıkmıştır. Özellikle muhkem ve müteşâbih kelimelerinin birlikte geçtiği Âl-i İmran sûresi yedinci âyette bu problem yoğunlaşmıştır. Bu âyette geçen te’vîl kelimesine tefsir ve beyân anlamı verilmiş,168 netîcede müteşâbihlerin anlaşılamayacağı, dolayısıyla Kur’an’da anlaşılmaz sözlerin bulunduğu sonucuna varılmıştır. Bu ise Kur’an’ın insanlara gerçekleri apaçık anlatmak üzere inen mübîn bir kitap olduğu gerçeğiyle çelişmektedir.

163 Işıcık, Yusuf, Kur’an’ı Anlamada Temel Bir Problem (Te’vîl), Esra Yay., İst., 1997, s. 22. 164 A’râf 7/53.

165 Yûsuf 12/100.

166 Şuarâ 26/193–195. Bkz. Işıcık, Te’vîl, s. 24.

167 Bkz. Cevherî, Ebû Nasr İsmail b. Hammad, es-Sıhâh, 1. bs., Kahire, 1956, IV, 1627; İbn Fârîs, Ebu'l- Hüseyn Ahmed, Mu’cemü Mekâyîsi’l-Luğa (Nşr. Abdesselâm Muhammed Hârûn), Mısır, 1969–1972, I, 158–162.

168 Örnek olarak bkz. Beğavî, Meâlim, s. 189; Mahalli, Celalüddin -Suyûtî, Celalüddin, Tefsîru’l- Celaleyn, Salâh Bilici Kitabevi Yay., İst., tsz., I, 47.

“Halbuki âyette Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği ifade edilen müteşâbihlerden maksat ya kıyâmetin vukûu ve ümmetin eceli gibi gelecekte meydana gelecek olan ve ğayb olduğu için bilinmesi imkânsız olaylar ya da Allah’ın zât ve sıfatlarıyla alâkalı olup, mâhiyet ve hakîkati aklın bilgi sınırları dışında bulunan gerçeklerdir. Âyetin nüzul sebeplerinden de anlaşılacağı üzere, İslâm’ın karşıtları olan Ehl-i Kitap, bozgunculuk çıkarmak amacıyla böyle meselelerin peşindelerdi. Kur’an onlara gerekli cevabı bu şekilde vermiştir. Yani anlaşılamayan âyetler değil, onlarda geçen ve bizim gerek düşünce gerekse fizik dünyamızda örnekleri olmayan, idrakimizle de ihata edemeyeceğimiz olaylar ve konular vardır.”169 Bir de bunlar dışında Kur’an’ın zor anlaşılan, az-çok kapalılığı olan, birbirine benzer müteşâbih âyetleri tabii ki vardır.

Bu konuda bir başka örnek de “sabr” kelimesidir. Zira Kur’an-ı Kerim’de geçen “sabr” kelimesi, Osmanlıca’daki ve günümüz Türkçesi'ndeki anlamıyla aynı değildir. Bu kelime Kur’an’da “ayak diremek, direnmek ve karşı koymak” manasındadır.170

Cahiliye döneminde yazılan şiirlere bakıldığında bu kelimenin, zorluklara göğüs germe anlamında kullanıldığı görülür.171 Musibetlere karşı sabretmek demek, musibetler karşısında yılmamak, azmi ve kararlılığı kaybetmemek anlamlarına gelir. İlgili âyetleri

kabaca şöyle çevirdiğimizi düşünelim: “Ey iman edenler! Direnin, Allah direnenlerle, ayak direyenlerle beraberdir.” Böyle dediğimizde âyetlerde geçen “sabredenler” (sabirîn), musibetlere karşı direnen, onlara karşı koyan, mücahede edip azmini asla yitirmeyen kimseler demektir. Hal böyle olunca hiç kimsenin Allah (c.c.) adına, Allah’ın Kitabı namına “Bu acılara, mağlubiyetlere katlanmalıyız!” demeye hakkı yoktur.172

Kur’an’a yönelik bazı modern yaklaşımlarda da tenzil dönemi manasına aykırılık hemen dikkat çeker. Meselâ, melekleri insandaki sezgisel biliş, sudaki akışkanlık ve taştaki katılık gibi yaratılmış nesnelerin hususiyetleri olarak görmek ya da Kur’anî terminolojide melek kavramının ikincil anlamının, insanı kötülükleri ortadan kaldırma mücadelesinde cesaretlendiren ilâhî moral bir destek olduğunu iddia etmek,173 Kur’an

169 Işıcık, Temel İlkeler, s. 93-94, 117.

170 Bkz. Bakara 2/45, 153, 155; Âl-i İmran 3/200 gibi.

171 Meşhur Arap şairi Antara b. Şeddâd şöyle der: “Korkağın canı ağzına geldiğinde sabrettim.” Yani nefsimi hapsettim, onunla mücadele ettim. Bkz. Çelik, Ahmet, Kur’an Semantiği, s. 126-127.

172 Cündioğlu, Dücane, Kur’an, Dil ve Siyaset Üzerine Söyleşiler, Kitabevi Yay., 1. bs., İst., 1998, s. 83-84.

173 Bkz. Öz, Mustafa, “Ahmed Han, Seyyid”, DİA, İst., 1989, II, 74. Ayrıca bkz. Şimşek, Tefsir Problemleri, s. 236-237.

semantiği açısından kabul edilemez. Çünkü Arap dilinde “melek” kavramı, mef’al vezninden “elçilik” anlamından alınmıştır. İslâm öncesi dönemde de melek kavramı biliniyor ve kullanılıyordu. Kur’an bu dönemde meleklere tapanları ve onları dişi varlıklar olarak kabul edenleri eleştirir, cahillikle suçlar.174 Arap inancına göre melek, saygıya, hatta tapılmaya layık, gözle görülmez ruhsal bir varlıktı.175

Netice olarak diyoruz ki, âyetlerin anlamlandırılması ve Kur’ânî kavramların açıklanmasında Kur’an’ın indiği dönemi ve o günkü dili esas almak gerekir. Böyle hareket edilmeyip, sonraki ıstılâhî yahut yerel birtakım manalarla âyetlere yaklaşmak, yanlış tefsir ve îzahların doğmasına yol açacaktır. Çünkü meselâ te’vîl kelimesi, usul ilminde “lâfzı, zahirî delâleti dışında, ihtimalli bulunduğu bir manaya hamletmek”176 gibi çok farklı bir ıstılâhî anlam kazanmıştır ki, kelimenin Kur’an’daki kullanımının bu anlama müsait olmadığını yukarıda ifade etmiştik.