• Sonuç bulunamadı

Dönemin Egemen Siyasal Ortamı veya Akımlarının Etkisi

4. DİĞER YANILGI SEBEPLERİ

4.2. Dış Tesirlerin Etkisi

4.2.1. Dönemin Egemen Siyasal Ortamı veya Akımlarının Etkisi

Tefsirde yanılgı sebeplerinden biri de dönemin siyasal ortamının müfessiri etkilemesi ve onu bilinçli ya da bilinçsiz olarak mesajdan belli anlamlar çıkarmaya itmesidir.

Etkilenme aslında insanın doğasında mevcuttur. Her insanın sevip hoşlandığı, beğendiği şeyler ya da belli eğilimleri vardır ve bunlar ona kendisi farkında olsun veya olmasın mutlaka tesir eder. Bu kaçınılmazdır. Hiçbir şeyden etkilenmediğini söyleyen kimsenin de aslında farkında olmadan tesirinden çıkmadığı şeyler vardır.

Burada akla hemen meşhur “paradigma” kavramı geliyor. Yunanca "misal, ilk

örnek, örnek olabilen" anlamına gelen bu kelimenin Türkçe karşılığı, çerçeve kavram olabilir. Bilim felsefecisi Thomas Kuhn'un (1922-1996) ortaya attığı ve çeşitli alanlarda kullanılması yaygınlaşan bir kavramdır. Kendisi Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı eserinde bu kavramı çeşitli anlamlarda kullanmaktadır. Paradigma, bilim adamının yetiştiği ortam, onu çevreleyen kavram çerçevesi, fikir çerçevesi, bilimsel başarılar, gelenek, model, metafizik kurgu, siyasi kurumlar kümesi, herkesin kabul ettiği doktrinler bütünü, o dönemde hâkim olan dünya görüşü ve benzeri birçok anlamda kullanılmaktadır. Bütün bir gelenek ve bir model, bir analoji, başarılı bir metafizik spekülasyon, politik bir kurumlar takımı, yarı metafiziğe uygulanan bir standart, algılamayı yönlendiren bir ilke, genel bir epistemolojik görüş noktası, yeni bir görme tarzı, geniş bir gerçeklik alanını belirleyen bir etken, bunlardan bazılarıdır.560

Bu kavramın konumuzla ilgisine gelince; müfessirin de tefsir yaparken etkisi altında kaldığı bazı şeyler mutlaka olacaktır. Belli inançlar, kişiler, eğilimler veya prensipler onu bir şekilde sınırlayacak, etki altına alacaktır. Yukarıdan itibaren ele aldığımız yanılgı sebeplerinin pek çoğu aslında bir tür etkilenmenin sonucu olarak görülebilir. Kur’an tefsir tarihinde oluşan farklı görüşlerin, usullerin ya da anlayışların mevcudiyeti de zaten bunu ispatlıyor. Mademki bu etkileşim kaçınılmaz, o halde okuyucunun, gerek tefsirlere gerekse meal çalışmalarına bu açıdan da özel olarak dikkat etmesi ve metni anlayan öznenin/müfessirin anlama olgusuna yapabileceği katkıyı, aşırılıkları hesaba katması gerekecektir. Bu hususta müfessire düşen de, kendini olabildiğince kontrol

ederek, bunu asgari seviyeye indirmeye çalışmak ve -bu çalışmada da ele alındığı üzere- peşin fikirlilikten, taassuptan, parçacı yaklaşımdan ve tutarsız davranmaktan kaçınmaktır.

Etkileşimin kaynağı farklı şeyler, iç ya da dış sebepler olabilir. İşte yaşanan siyasî olayların ve dönemin egemen akım ya da anlayışlarının etkisiyle de bazı âyetler belli şekillerde anlaşılmaya çalışılmış, hatta bunları ispat sadedinde bazen zayıf birtakım haberlere değer verilmiş, ilgili görüşü destekleyici veya karşıt grubu yerici rivâyetler bile uydurulmuştur.

Konuyla ilgili çarpıcı bir örnek olarak Kadr Sûresinin tefsirini ifade edebiliriz. Şöyle ki: Bazı müfessirler, Kadr Sûresinde geçen Kadir gecesinin bin aydan hayırlı oluşuyla ilgili farklı yorumlar yapmışlar, bunları da birtakım rivâyetlere dayandırmışlardır. Meselâ, bu bin ayı, Emevîlerin saltanat süresi olarak açıklayanlar olmuştur. Buna dair, ilginç rivayetler dile getirilmiştir.561

Ancak böyle bir rivayeti nakleden İmam Tirmizî (279/892) aynı yerde, rivayetin tek yoldan gelmesi sebebiyle “ğarîb”, râvîlerden Yusuf b. Sa’d’ın “meçhûl” (hadisçiliği bilinmeyen) biri olduğunu ifade etmiştir. Taberî (310/922) de rivayeti aktardıktan sonra bu yorumların Kur’an’dan kaynaklanmayan, hakkında naklî ya da aklî sağlam bir delil bulunmayan ve Kur’an’da geçmeyen bir takım batıl, boş iddialar olduğunu söylemiştir.

Bu rivayeti nakledip eleştiren İbn Kesîr (774/1372) ise özetle şunları söyler: “Bu

sûrede Kadir gecesi övülüyor. Kötü sayılan Ümeyye oğullarının iktidar zamanı, bu sûre

561 Tirmizî (279/892) ve başkaları, Kasım b. Fadl el-Hudânî tarîkıyla Yusuf b. Sa'd 'den; İbn Cerir et- Taberî (310/922) ise İsa b. Mâzin’den Hz. Hasan b. Ali'ye (r.a.) isnad edilen bir hadis rivayet etmişlerdir. Buna göre Yusuf b. Sa'd demiş ki: “Muâviye'ye biatten sonra Hasan b. Ali'ye, bir adam kalktı da “Sen, müminlerin yüzlerini kararttın.” yahut "Ey müminlerin yüzlerini karartan adam!" (Taberî’nin lafzında İsa b. Mâzin, Hasan b. Ali‘ye (r.a.) dedi ki:"Ey mü’minlerin yüzlerini karartan adam! Kalktın da şu adama, yani Muaviye b. Ebi Süfyan'a biat ettin?") dedi. Bunun üzerine Hz. Hasan’ın şöyle dediği nakledilir: "Allah sana rahmetle muamele etsin, beni azarlama. Çünkü Peygamber (s.a.s.) hazretlerine kendi minberi üzerinde Ümeyye oğulları gösterildi de o bunu kötü gördü. Bunun üzerine " (Ey Muhammed!) Muhakkak biz sana Kevser'i verdik." (Kevser 108/1) âyeti nâzil oldu. Yani, sana cennette bir nehir verdik, denildi. Yine Kadr sûresi nâzil oldu. Yani bu, “O Kadir gecesi, Ümeyye oğullarının hükümran olacağı bin aydan hayırlıdır ey Muhammed!” demektir.” Bunu rivayet eden Kasım, “Gerçekten Ümeyye oğullarının saltanatını hesap ettik, tam olarak bin ay ediyor, ne fazla ne de eksik.” demiştir. (Bkz. Tirmizî, “Tefsîru’l-Kur’an”, (Kadr), 97, 1; Taberî, Câmi’u’l- Beyân, XII, 653. Ayrıca bkz. Râzî, Tefsir, XI, 231; Kurtubî, el-Câmi’, XX, 133; Suyûtî, ed-Dürrul’l- Mensûr, VIII, 569; Yıldırım, Celal, Asrın Kur’an Tefsiri, XIII, 6921.

ile nasıl övülebilir ki? Zira nakledilen rivayetten, bunun kötülendiği anlaşılıyor. Sûre, Mekke’de nazil olmuştur. Âyetin ne lâfzı, ne de manâsı Emevî Devleti’nin bin ay kadar hükümranlık süreceğini göstermemesine rağmen, âyet nasıl olur da böyle yorumlanabilir? Kaldı ki, rivayette geçen minber, hicretten sonra Medîne’de yapılmıştır. Bütün bunlar, hadisin zayıf ve münker olduğuna delâlet eder. Allah en iyisini bilendir.”562

Zaten hadisi nakleden İmam Tirmizî’nin kendi ifadelerinden, hadisin zayıf olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, ne böyle tartışmalı bir rivayetten, ne de bu rivayette Rasûlullah’ın minberinden bahsedildiğinden hareketle, Kadr sûresinin Medîne’de inmiş olduğunu söylemek mümkün olmaz.563 Bu rivayetin Abbasi oğulları tarafından Ümeyye oğullarını kötülemek amacıyla uydurulmuş olabileceği ihtimali hiç de uzak görünmüyor.564 Tarihe müracaat edildiğinde de ilk bakışta hesapta bir uyuşmazlık zaten göze çarpıyor. Çünkü bin ay, seksen üç sene ve dört ay yapar. Buna göre arada en az yüz ay kadar bir fark var demektir.565 Bu kadar bir farkın önemli olmadığı düşünülebilir ama bir zorlama yoluna gidildiği de çok açıktır.

Ayrıca bu tür tefsirler, Kur’an’ı amacı dışına çıkarma anlamına gelir. Hz. Osman devrinin sonlarından itibaren baş gösteren siyasî çekişmeler, maalesef bu tür tefsirlere yol açabilmiştir.566

Allah’ın dostlarının kimler olduğunu anlatan Maide 5/55-56. âyetlerin tefsirinde bazı tefsirlerde nakledilen şu hadise de bu duruma bir örnektir:

Rivayete göre; “İnsanların kimi rükûda, kimi kıyamda iken mescide giren Allah Rasûlü, orada bir dilenci gördü. Sonra da ‘Sana bir şey veren oldu mu?’ diye ona sordu. Adam: ‘Evet, gümüşten bir yüzük verdiler.’ dedi. Rasûlullah: ‘Onu sana kim verdi?’ deyince, adam: ‘Şu ayakta duran…’ diyerek Hz. Ali’yi işaret etti. Rasûlullah: ‘Hangi haldeyken onu sana verdi?’ diye sordu. Adam da ‘Rükûda iken…’diye cevap verdi. Bunun üzerine Allah Rasûlü, tekbir getirdi ve Maide 56. âyeti okudu.”567

562 Tefsir, IV, 530.

563 Krş. Yazır, Hak Dini, IX, 342.

564 Çetiner, Bedreddin, Esbâb-ı Nüzûl (Kur’an Âyetlerinin İniş Sebepleri), Çağrı Yay., İst., 2002, II, 962. 565 Yazır, a.g.e., IX, 343.

566 Ateş, Süleyman, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, XI, 27.

567 Kummî, Tefsîru’l-Kummî, I, 178; Tabersî, Ebu Ali Fadl b. Hasen, Mecmeu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’an, Daru Mektebe bi’l-Hayat, Beyrut, tsz., II, 127; Tabâtabâî, Muhammed Hüseyin, el-Mîzân fi Tefsiri’l- Kur’ân, Cemaatü’l-Müderrisîn Nşr., Kum, tsz., VI, 17, 24, 25.

İbn Kesir, bu rivayeti reddeder.568 İbn Teymiyye’nin de belirttiği gibi, ilim ehli bu

âyetin özel olarak Hz. Ali hakkında inmediği konusunda müttefiktir. O, yüzüğünü namazda iken tasadduk etmiş falan da değildir. Rivayet, ittifakla uydurmadır,569 mezhebî taaasubun, siyasî anlayışın bir ürünüdür.

Müfessirin sahip olduğu veya kendisinden etkilendiği itikadî ya da siyasî düşünce, onun âyetlere bakış açısını da daraltmaktadır. Meselâ Mutezile’ye mensup âlimler, kendilerine karşı takınılan olumsuz tavırların da etkisiyle, bir yandan görüşlerini Kur’an nasslarıyla temellendirmeye çalışırlarken; öte yandan aleyhlerine delil olarak ileri sürülebilecek nassları da te’vil ederek, kendi prensipleriyle bağdaştırma gayreti içerisinde olmuşlardır. Bunu yaparken takip ettikleri en önemli metodlar, akla dayalı mantıkî münakaşa metodu ile lügavî metod olmuştur.570

Kadî Abdulcabbar (v. 415/1024), “Biz, işte böyle, her peygamber için suçlulardan

bir düşman yarattık. Yol gösterici ve yardım edici olarak Rabbin yeter.”571 âyetindeki

“ce’alnâ” kelimesini “beyyennâ” ile açıklamaya çalışırken, bu âyeti Kur’anî bütünlük içerisinde ele almaktan da uzaklaşmıştır. 572 Yine, “Allah onların kalplerini ve

kulaklarını mühürlemiştir.”573 âyetine de etkisi altında bulunduğu anlayış nedeniyle peşin hükümle yaklaşmış, âyetin ilk bakışta mutlak bir cebr anlamı ihtiva ettiğine inanarak, hemen kendi görüşünü savunmaya geçmiştir. Böylelikle âyetteki

“mühürleme” ifadesini birtakım mantıkî izahlarla yorumlamaya çalışmıştır.574 Âyeti, konuyla doğrudan veya dolaylı olarak irtibatlı olan Kur’an’ın diğer pasajlarıyla birlikte değerlendirme yoluna dahi gitmeden ele aldığı için, görüşünü savunurken oldukça zorlanmış, dolayısıyla belki de muhalifleriyle olası bir uzlaşma zeminine ulaşmaktan mahrum kalmıştır.575

Benzer durum, Ehl-i Sünnet mensuplarında da yaşanmıştır. Onlar da zaman zaman

568 Tefsir, II, 71.

569 Minhâcü’s-Sünneti’n-Nebeviyye (Nşr. Muhammed Reşad Salim), Mektebetü İbn Teymiyye, 2. bs., Kahire, 1989, VII, 11. Ayrıca bkz. Tahir Mahmud, Esbâbü’l-Hata’, II, 678-680.

570 Albayrak, Halis, Kur’an’ın Bütünlüğü Üzerine, Şûle Yay., İst., 1998, s. 62. 571 Furkan 25/31.

572 Kadî Abdulcabbar, Müteşâbihü’l-Kur’an (Nşr. Adnan Zerzur), Mektebetü Dari’t-Türas, Kahire, tsz., II, 530.

573 Bakara 2/7.

574 Kadî Abdulcabbar, Tenzîhü’l-Kur’an ani’l-Metain, Dâru’n-Nehdati’l-Hadîse, Beyrut, tsz., s. 14. 575 Albayrak, Halis, Kur’an’ın Bütünlüğü Üzerine, s. 64.

hissî davranmışlar, kelâmî meseleleri ele alırken çoğunlukla sadece kendi anlayışlarına mesnet olabilecek âyetleri delil göstermişlerdir. Meselâ Ebu’l-Hasen el-Eş’arî (324/936), Allah’ın meşîetiyle ilgili âyetleri incelerken, bu konuda sadece kendi cebr görüşünü destekleyebilecek âyetleri zikrederek, insanın yapıp ettiklerinden sorumlu oluşu,576 inanıp inanmama konusunda seçme hürriyeti,577 Mutezile’nin de hassasiyetle üzerinde durduğu bir konu olan Allah’ın asla haksızlık etmeyeceği578 gibi hususları ifade eden diğer âyetleri göz önüne almamıştır.579

Burada son olarak şu örneği ifade edelim: Nisa sûresinin 59. âyetinde Kur’an ve Sünnet’in yanı sıra kendisine de itaatin emredildiği ülü’l-emr, Sünnî muhitte genellikle devlet başkanları ve üst düzey yöneticiler, dinde derin anlayış ve bilgi sahibi âlimler veya Rasûlullah’ın ashabı şeklinde açıklanmıştır.580 Bundan farklı olarak Şia, ülü’l-emr ifadesinin medlûlünü ‘Masum Ehl-i Beyt İmamları’ olarak belirlemiş; sûfîler ise bunun tasavvufî öğretideki ‘mürşid’e tekabül ettiğini ileri sürmüşlerdir.581

Son devir müfessirlerinin yorumları incelendiğinde de karşımıza şu durum çıkıyor: Bunlardan bazısında kelimenin anlam alanı olabildiğince genişletilmiş, diğer bir kısmında ise anlamın teke indirgendiği göze çarpmıştır. Kelimenin anlam alanını genişletenler, din bilginlerini, düşünürleri, kanaat önderlerini, siyasî liderleri, bürokratları, mahkeme yargıçlarını, aşiret liderlerini, hatta sivil toplum örgütlerine başkanlık edenler ile büyük işadamlarını dahi bu kelimenin kapsamına dahil edebilmişlerdir.582

Şia ve tasavvuftaki ülü’l-emr telakkisi bir tarafa bırakılacak olursa, klasik ve çağdaş döneme ait müfessirlere ait yorumlar içinde en dikkat çekici olanı Şafiî mezhebine mensup müfessir Fahreddin er-Râzî’ye (606/1209) aittir. Ona göre âyette sözü edilen

ülü’l-emr’den maksat, Usûl-ü Fıkıh kitaplarında ‘ehlü’l-hal ve’l-akd’ diye isimlendirilen icmâ ehlini ifade etmektedir. İcmâ ehli ise yalnızca fıkıh âlimlerinden müteşekkil olup;

576 Âl-i İmran 3/182, Hac 22/10; Fussılet 41/46. 577 Bakara 2/256; Yûnus 10/99; Kehf 18/29.

578 Âl-i İmran 3/182, Enfal 8/51; Hac 22/10; Fussılet 41/46.

579 Eş’arî, el-İbâne an Usûli’d-Diyane, Matbaatü Camiati’l-İslamiyye, Medine, 1975, s. 10. Bkz. Albayrak, a.g.e., s. 67-68.

580 Öztürk, Mustafa, “İslâm Tefsir Geleneğinde Yorum Manipülasyonu”, İslâmiyât, III (2000), 3, s. 81. 581 Bkz. Tabersî, Mecmeu’l-Beyân, II, 138-139; Tabâtabâî, el-Mîzân, IV, 398-399; Kuşeyrî, Letâifü’l-

İşârât, I, 341. Bu ifade Kummî tefsirinde de (I, 149) “emîru’l-mü’minîn (a.s.)” şeklinde izah edilmiştir. 582 Örnek olarak bkz. Tabâtabâî, el-Mîzân, IV, 392. Geniş bilgi için bkz. Öztürk, a.y.

kelamcılar, muhaddisler ve müfessirler, bu kapsamın dışında kalmaktadırlar. İcmâ ehli olan bu zümre hatadan korunmuştur/ma’sûm’dur. Çünkü Allah kesin bir şekilde ülü’l-

emr’e itaat edilmesini istemiştir.583 Râzî’nin ülü’l-emr sözcüğüne hatadan korunmuş (ma’sûm) icmâ ehli şeklinde bir anlam yüklemiş olmasının temelinde esas itibariyle itikadî-mezhebî kaygılar yattığı söylenebilir.

Bunun en somut göstergesi de onun, yaşadığı dönemde, Nizârî İsmailî Hasan Sabbah’ın yeniden doktrine ettiği Bâtınîlik düşüncesi ve bu düşünce çerçevesinde gerçek bilginin ancak masum imamdan talim yoluyla öğrenilebileceğini savunan Bâtınîlerle sürekli mücadele etmiş olmasıdır. Bu itibarla Râzî’nin ortaya koyduğu bu yorumun, Şia’nın tezine karşı geliştirilen bir antitez olduğu ve böylece anılan mezhebin ‘masum imam’ teorisine ‘masum icmâ’ ile karşılık vermeyi hedeflediği ihtimali kuvvet kazanıyor. Şia’nın anılan kelimeye yüklediği anlam ile Râzî’nin yorumu mukayese edildiğinde, söz konusu durum çok daha belirgin bir şekilde kendini göstermektedir. Ancak Şiiler bu masumiyeti Ehl-i Beyt imamlarına atfetmekte; buna karşın Sünni düşünceyi temsil eden Râzî, masumiyetin, icmâ ehli olarak nitelediği fıkıh âlimlerine (ehlü’l-hal ve’l-akd) aidiyetini ileri sürmektedir.584

Aynı âyetin Haricilerce yorumuna baktığımızda, zulüm ve baskı altında bile olsa sultana itaati tavsiye eden rivayetlere iltifat edilmediğini; bunların yerine özellikle Habeşli köle bile olsa ona itaat edilmesini emreden rivayetlere yer verildiğini görüyoruz.585 Tefsir geleneğinde ülü’l-emr örneği üzerinde yorum manipülasyonunu irdeleyen özel bir makalede de belirtildiği gibi, Haricilerin İbadiye kolundan Muhammed b. Yusuf İtfeyyiş’in (1332/1914) ortaya koyduğu bu tercihin arkasında Haricilerin hilafet ve halifeye itaat konusundaki malum anlayışlarının bulunduğu aşikârdır. Yine bu tercih, hem Sünnilerin, halifenin Kureyş’ten olması gerektiği şeklindeki anlayışlarını; hem de Şia’nın ilahi hak nazariyesi ekseninde geliştirdiği kişisel karizmaya dayalı imamet iddiasını çürütmektedir.

Zemahşerî’nin (538/1143) ise âyette hakkaniyet sahibi yöneticilere itaat konusuna vurgu yapıldığını ifade etmiş olması,586 yine Mutezile’nin, içinde bulunduğu siyasal

583 Tefsîr, IV, 112-118. Râzî’nin bu yorumu Elmalılı Hamdi Yazır tarafından da kabul görmüştür. Bkz. Yazır, Hak Dini, III, 16.

584 Öztürk, a.g.m., s. 82-84’ten özetle…

585 Öztürk, a.g.m., s. 94’ten naklen İtfeyyiş, Muhammed b. Yusuf, Himyânü’z-Zâd ilâ Dâri’l-Meâd, b.y.y., 1986, V, 18-19.

bağlama oldukça uygun düşüyor. Zira onlar, asıl itibariyle özellikle bazı dönemlerinde, yaptıkları her icraatın aslında Allah’ın takdirinin bir tezahürü olduğunu söyleyebilen Emevî iktidarına karşı insanın özgürlüğünü savunan siyasal bir muhalefetle gün yüzüne çıkmışlardı. Mutezile, Ehl-i Sünnet’in aksine zalim ya da fasık yöneticinin buyruklarına itaati bir dogma haline getirmediği için ülü’l-emr ifadesiyle ilgili “minküm” detayına ihtimam göstermiştir. Yine burada tarihteki siyasi bir tavır alışın, Kur’an üzerindeki izdüşümünden de pekâlâ bahsedilebilir.587

Görüldüğü üzere itikadî-mezhebî kaygılar ile siyasî ortam, bağlam veya akımlar, her şeyi olduğu gibi Kur’an tefsirini de etkilemiş; müfessirin âyetlere bağımsız bir şekilde, yani yalnızca ilmî birikimini kullanarak yaklaşmasını genellikle engellemiştir.

4.2.2. Müfessirin İçinde Bulunduğu Dönemde Revaçta Olan Dünya Görüşü