5. GENEL OLARAK TÜRKİYE’DEKİ
5.10. Korunması Gereken Alanların Korunamaması
Doğanın, kendisi içerisinde yetiştirdiği ve adeta doğanın küçültülmüş bir temsilcisi gibi yaşayan tabiat alanları, hem içlerinde barındırdıkları yaşam kümelerinin geleceği, hem de doğa sisteminin önemli bir dişlisi olması açısından vazgeçilmez öğeleridir. Bu alanlar, özellikle, barındırdıkları türlerin dünya ve bulunduğu ülke koşullarına göre ender miktarda bulunmaları dikkate alınarak oluşturulmuş alanlardır. Fakat buradan da anlaşılacağı gibi, aslında böyle alanların oluşturulması, insanoğlunun bir şekilde günah çıkarmasına benzemektedir. Zira, bu alanların oluşturulmasında, bu alanlardaki türlerin geleceğinin tehlikede olmasına dikkat edilmektedir. Doğadaki türlerin yavaş yavaş yok olmasında da birinci sorumlu
insan olduğuna göre, insanların bilim, eğitim ve ‘merhamet’ uğruna böyle alanlar oluşturması, ya geç kalınmış bir uğraş olarak kalmakta, ya da ileride yapılacak çevreye duyarsız diğer faaliyetler dolayısıyla sayıları azalacak başka türler için oluşturulacak koruma alanlarına kılıf olmaktadır.
2873 Sayılı Milli Parklar Kanunu’nun 2. maddesi, korunması gerekli alanlardan milli parkları, tabiat koruma alanlarını ve tabiat parklarını tanımlamıştır.
Bu kanuna göre Milli Parklar, bilimsel bakımdan ve estetik bakımından, milli ve milletlerarası ender bulunan tabii ve kültürel kaynak değerleri ile koruma, dinlenme ve turizm alanlarına sahip tabiat parçalarıdır.
Aynı kanuna göre Tabiat Koruma Alanları, bilim ve eğitim bakımından önem taşıyan, nadir, tehlikeye maruz ve kaybolmaya yüz tutmuş ekosistemler, türler ve tabii olayların meydana getirdiği seçkin örnekleri içeren ve mutlak korunması gerekli olup sadece bilim ve eğitim amaçlarıyla kullanılmak üzere ayrılmış tabiat parçalarıdır.
Aynı kanunda belirtilen Tabiat Parkları ise, bitki örtüsü ve yaban hayatı özelliğine sahip, manzara bütünlüğü içinde halkın dinlenme ve eğlenmesine uygun tabiat parçaları olarak tanımlanmıştır .
Milli Parklar Genel Müdürlüğü’nün elde edilmiş en yeni verilerine göre ülkemizde toplam 686.631 hektarlık alanda 33 adet milli park; 84.230 hektarlık alanda 36 adet tabiat koruma alanı; 69.370 hektarlık alanda da 17 adet tabiat parkı bulunmaktadır (Milli Parklar Genel Müdürlüğü , 2004).
Aslında, çevre içerisinde korunması gereken alanlar açısından bir ayrım yapmak ne kadar doğrudur bilinmez. Çünkü her bir çevre öğesinin ve yapısının rolü ve önemi farklıdır. Fakat bazı alanların, sistem içerisinde, kaynak sağlama ve üreticilik açısından diğerlerine göre birkaç adım önde olduğu söylenebilir. Brown, Flavin ve Postel de bu düşüncemizi destekler şekilde (1998 : 57), fosil yakıtlar ve mineraller dışında, besin maddelerinin tamamının ve sanayi hammaddesinin büyük bölümünün, ormanlar, otlaklar, balık yatakları ve tarım alanları tarafından sağlandığını belirtmektedirler.
Türkiye Çevre Vakfı (1995 : 398), koruma altına alınmış alanları, bilim ve eğitim bakımından önem taşıyan; ender, tehlikeye maruz olabilecek durumda veya kaybolmaya yüz tutmuş ekosistemleri, türleri ve tabi olayların meydana getirdiği
seçkin örnekleri ihtiva eden ve korunması zorunlu olup, sadece bilim ve eğitim amaçlarıyla kullanılmak üzere ayrılmış tabiat parçaları olarak tanımlamaktadır.
Korunması gereken alanları genel olarak değerlendiren Rıza Koç (1997 : 266- 267), ülkemizin, 3.000’den fazlasının arkeolojik sit; yaklaşık 400’ünün doğal sit; 150’sinin kentsel sit; 100’den fazlasının tarihi sit ve 200 tanesinin diğer sit alanları olmak üzere yaklaşık 3.900 adet sit alanına sahip olduğunu belirtmiştir. Kültürel miras konusunda Dünya’da önemli bir yere sahip olduğumuza da değinen Koç, 1983 yılında ülkemizin de benimsediği ‘Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunması Sözleşmesi’ hükümleri çerçevesinde ülkemizden, Pamukkale, Göreme, Kapadokya, İstanbul, Boğazköy, Nemrut Dağı, Xanthos-Letoon ve Divriği Ulu Camii ve Darüş- şifa’sının kültürel miras olarak Dünya Kültürel Miras Listesine alındığını vurgulamıştır.
Ülkemizde Milli Park kuruluşunun, 1958 yılında Yozgat Çamlığı Milli Parkı ile başladığını ve bu tür parklarla koruma altına alınan biyosfer rezervlerinin, dünya çapında ekolojik önem taşıyan bölgeleri korumaya yönelik Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kuruluşu(UNESCO) tarafından koordine edilen uluslararası bir koruma alanı çeşidi olduğunu belirten Çepel (1992 : 114-119), bu alanların, bilim ve eğitim bakımından önem taşıyan, az rastlanan tür ve yaşam mekanı örnekleri barındıran doğal peyzajlar olarak belirtmiştir. Buna örnek olarak ülkemizde, Kayseri ili sınırları içindeki Sultan Sazlığı Sulak Alanı’nın bir biyosfer rezerv alanı olarak sadece kuş türlerinin korunmasını sağlamakla kalmayıp, yörenin toprak ve su dengesi üzerinde de önemli etkiler yarattığını, bunun yanında, erozyona engel olma, hidrolojik dolaşımı dengeleme gibi hiç de küçümsenmeyecek işlevleri olduğunu vurgulamaktadır.
İsmail Tümay’ın belirttiği (1999 : 247), 230 kuş türünün konakladığı ve 44 kadarının da kuluçkaya yattığı Manyas Kuş Cenneti ve Milli Parkı’nın, hem çevresindeki yoğun tarımsal faaliyet, hem de sanayinin etkisiyle ölüme doğru gittiği gerçeği, insanoğlunun, ‘bir yandan yaparken bir yandan da yıktığı’ gerçeğini gözler önüne sermektedir.
Ülkemiz, sahip olduğu doğal ve tarihsel zenginliğin bir eseri olarak, 2873 Sayılı Milli Parklar Kanunu’na göre koruma altına alınmış 100’e yakın park alanı ve 4000’e yakın da tarihi ve kültürel önem taşıyan sit alanına sahiptir. Sahip olunan bu
değerlere anlam veren asıl etken ise, içerilerinde barındırdıkları canlı türler ile tarihi ve doğal güzelliklerdir. Bunlar, doğal, kültürel ve turistik açıdan önemli birer faktör oldukları için, korunmalarına da özel önem verilmektedir.
Koruma altına alınmış veya alınması gereken alanların karşı karşıya olduğu önemli tehlikelerden birisi de, bu alanlar üzerinde oynanan rant oyunlarıdır. Özellikle turizm ve sanayi tesisleri kurmak isteyen kişi ve kuruluşların dikkatini çeken bu alanlar, ciddi bir tehdit altında kalmaktadırlar. Onuncu Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer de bu konuya dikkat çekerek, sıkça yapılan imar aflarının doğal ve kültürel mirasa baskı yaptığını ve turizm gücü değerlendirilirken doğal güzelliklere zarar verilmemesi gerektiğini vurgulamıştır (“İmar Affına Dikkat” , 2002).