• Sonuç bulunamadı

5. GENEL OLARAK TÜRKİYE’DEKİ

5.3. Toprak Kirliliği

Hava ve su gibi, canlılara yaşam kaynağı olan ve sağlığının tüm canlıların sağlığını doğrudan etkilediği, çevre öğelerinden, yapı ve etki olarak belki de en güçlüsü konumunda olan toprak, maalesef çevrenin gördüğü zararlardan nasibini en çok alan öğelerden birisidir.

Toprak kirliliği ya da toprak kirlenmesini, toprağın verim gücünü düşürecek, optimum toprak özelliklerini bozacak, varlığını tehlikeye düşürecek her türlü teknik ve ekolojik baskılar ve olaylar olarak tanımlayan Çepel (1992 : 161-204), bu tanımlamadan yola çıkarak toprak kirlenmesinde rol oynayan ana etkenleri, ‘toprağın yüzüne ve içine karıştırılan her türlü zararlı atık maddeler, toprağın çeşitli özelliklerini bozan asit yağışlar, toprağın verim gücünü olumsuz etkileyen yanlış arazi kullanımı ve hatalı tarım işletmeciliği, su ve rüzgar erozyonu’ şeklinde belirtmiştir. Toprak kirliliğinin bir boyutuna sebep olan bilinçsiz sulamanın, çok değerli ve kıt bir varlık olan suyun israfına neden olması bir yana, toprağa, verimlilik yerine verimsizlik ve çoraklık getirdiğini belirten Çepel, çiftçinin bu konuda eğitilmesi ve ayrıca toprağın verimliliğini azaltmayacak, toprağın iyi niteliklerini bozmayacak, su tasarrufu sağlayacak sulama sistemlerinin geliştirilip uygulanması gerektiğini ve ayrıca yer altı sularının sulama suyu olarak aşırı derecede kullanılmasından kaçınılmasının gerektiğini, çünkü bu yolla, yer altı suyu düzeyinin aşırı derecede düşürülmesiyle ekolojik dengenin bozulmasının yanında, tuzlu ve kireçli tabakalardaki bu yer altı suyunun, tarım toprağını kullanılamaz hale getirdiğini vurgulamaktadır. Topraklarımızın özellikle üretim aşamasında gerekli besin kaynaklarını alamamasının da toprak kirliliğinin bir başka boyutu olduğunu düşünen Çepel, örneğin ülkemizde amenajman planları olmasına karşın, plansız kesimler de önemli derecede olduğundan, odun bulunmayan yerlerde, tarımsal açıdan çok değerli organik maddeler içeren tezeklerin yakılması nedeniyle toprağın besin ihtiyacının karşılanamadığını vurgulamaktadır.

Toprağın beslenmesi açısından uygun olanın, ‘bitkiyi beslemek için toprağı besle’ diye ifade ettiği yöntemin olduğunu savunan Simonnet (1993 : 62), bu sayede toprağın biyolojik faaliyetini organik ve elverişli minerallerle zenginleştirerek korumanın mümkün olabileceğini vurgulamaktadır.

Türkiye’nin en önemli yaşamsal sorunlarından birisinin, toprak kaynaklarında ortaya çıkan sorunlar olduğunu düşünen Necmi Sönmez, bu sorunların genelde, su ve rüzgar erozyonu ile oluşan sorunlar, yanlış arazi kullanımı ve tarım arazilerinin tarım dışı amaçlarla kullanılması, toprakların fiziksel ve kimyasal etmenlerle kirlenmesi ya da kalitelerinin bozulması, üretim gücünü yitirmesi şeklinde ortaya çıktığını belirterek, topraklarımızın korunması ve geliştirilmesi, tarım topraklarımızın verimlerini arttırarak kullanılmaları ve korunmaları konusunda temel mevzuatın yetersizliğinin de toprak kayıplarına neden olan önemli etmenlerden birisi olduğunu ve mevcut mevzuatın da ülke topraklarının gereği gibi korunmaları için etkili olarak kullanılmamasının, var olan boşluğu daha da genişlettiğini vurgulamaktadır. Sönmez’e göre (1997: 74), hiçbir rasyonel düşünce, hammaddesinin üretildiği I. Sınıf tarım alanı üzerine, bu ürünü işleyen sanayi tesislerinin kurulmasına olanak vermez. Çukurova’da pamuk üretimine elverişli, sulama tesisleri tamamlanarak sulamaya açılmış I. Sınıf alanlardaki tekstil fabrikalarının kuruluşu, oradaki yol, su ve elektrik enerjisi olanaklarından kolayca yararlanma amacından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle sanayileşmeyi özendiren devletin ve yerel yönetimlerin, tarıma elverişli olmayan arazilerde, altyapı tesislerini tamamladığı alanlarda sanayi tesisleri için kullanılabilecek arsalar ve bölgeler üretmesi, tarım alanlarının korunması kadar, daha ucuz sanayi alanı bölgesi elde edilmesini destekleyecektir.

Türkiye Çevre Vakfı (1995 : 358-503), toprak kirlenmesinde önemli bir yeri olan ‘kirli suların toprağa karışması’ olayının, toprakların besin maddesi değerlerinin ve dinamiğinin değişmesi, sudaki katı maddelerin toprağın fiziksel yapısını bozması, çeşitli organik moleküllerin toprakta yığılarak besin zincirine dahil olması, ağır metal ve iz elementlerin bitki gelişimi ve kalitesini bozması ve doğal madde döngülerinin bozulması gibi olumsuz etkiler yaratabileceğini vurgulamaktadır. Pestisitlerin de toprağın sağlığını olumsuz etkilediğini belirten Türkiye Çevre Vakfı, bu maddelerin besin maddeleri aracılığıyla diğer canlılara taşındığının altını çizmektedir.

Toprak kirliliğinin bir boyutu olan ‘toprak israfı’na değinen İsmail Tümay (1999 : 249), toprak israfının, yeni yapılan karayollarının, otoyolların en verimli toprakların üzerinden geçirilmesi; sanayi sitelerinin ve turizm merkezlerinin buraları betonlaştırması olayı olduğunu, son elli yılda yerleşim ve sanayi yerlerine kaptırılan verimli tarımsal alan miktarının, 1,5 milyon hektar olduğunu, bu alanın, GAP ile sulanması hedeflenen alanın %85’ine yakın bir alana karşılık geldiğini belirterek, bir yandan tarımsal üretim geliştirilmeye çalışılırken, diğer yandan bereketli toprakların bulunduğu Çukurova, Bursa, Sakarya, Düzce ve Ankara gibi ovaların yok edilerek garip çelişkinin varlığını ve bu değişimin böyle devam etmesi halinde, tarım gibi hayati bir sektörde dışa bağımlılığın artması ve giderek büyüyen kent nüfusunun beslenmesinde ciddi sorunlarla karşılaşılmasının normal olduğunu vurgulamaktadır. Ayrıca bu işin en ciddi boyutu da, zaten kalmayan bereketli topraklarımızın iyice kısırlaşması sonucuyla karşılaşmasıdır.

Endüstriyel yerleşim, kentleşme ve turizm yatırımlarının hızla artma eğilimi gösterdiği ülkemizde, toprak kullanımı ve korunumu hakkında milli bir politika yürütülmemesini, alan kullanımında planlama bozukluğu ve yasaların politik yaklaşımlar ile istismar edilerek toprak koruyucu maddelerin hafifletilmesi gibi olumsuz gelişmeler nedeniyle son yıllarda titizlikle korunması gereken verimli tarım alanlarının, amaç dışı kullanımının yoğunlaştığını ve buna karşı bir yaptırımın uygulanmadığını, hatta bunların desteklendiğini belirten Koray Haktanır (1997 : 220- 229), doğal tarım topraklarının tümü ile yok olmasına neden olan diğer bir olayın da, I. ve II. sınıf tarım topraklarının yasadışı uygulamalar ile yüzeyden bir metre kadar kazılarak tuğla ve kiremit hammaddesi için kullanılması olduğunu ve bu olayın, toprağı belirli bir yerde yok etmekle kalmayıp, çevrelerindeki arazilerin işleme ve planlama özelliklerini de yok edip bu tarım topraklarındaki doğal taban suyu düzeyini bozduğu için diğer alanlarda da önemli verim düşüklüğüne neden olduğunu vurgulamaktadır. Haktanır, toprakları koruyucu bir uygulama olan toprakların tarımsal kullanım için yönetimi uygulamasının, toprak verimliliğinin devamlılığının sağlanması, arttırılması ve hatta kazançlı ürünlerin gelişiminin sağlanması eğilimi olduğunu, bunu sağlayıp toprak verimliliğinin arttırılması için, yapıcı uygulamalar, uzun süreli drenaj ve sulama sistemleri, organik gübre ilaveleri ile organik gübre düzeyinin korunması, toprak koruma için teraslar ve engeller yapılması

faaliyetlerinin yanında, kısa süreli uygulamalar olarak, yapay gübrelerin kullanılması, kimyasal herbisit ve pestisitlerin üretim sistemlerine katılması faaliyetlerinin yerine getirilmesi gerektiğini savunmaktadır.

Hükümet programlarını incelediğimizde, 1970’li yılların başına kadar, hükümet programlarında toprakla ilgili temel hedef ve uygulama, çiftçiler arasındaki toprak iyeliğini dengeli bir hale getirmek amacıyla, topraksız çiftçileri topraklandırmak ve sahipsiz bulunan verimli toprakları kullanıma açmak olmuştur. Bu da, toprak üzerindeki baskıyı arttırmış, zamanla toprağın verimli-verimsiz ayrımı olmadan tarım alanı olarak kullanılmaya çalışılmasına neden olmuştur. Aslında ekonomide tarımsal üretimin yerini arttırmak için yapılan bu çalışmaların, toprak üzerinde böyle bir baskı yapacağı tahmin edilememiş, ekonomi açısından olumlu bir hedefe varmak için yanlış yol ve yöntemler seçilmiştir.

Toprakla ilgili çevre sorunlarımızda önemli bir konu da, toprağın, konuta tercih veya daha dramatik şekliyle ‘feda’ edilmesidir. Ülkemizde 1940’lardan sonra yoğun olarak görülmeye başlayan sağlıksız kentleşme ve gecekondulaşma olgusu, büyük şehirlerin etrafındaki verimli toprakların, yerleşim ve sanayi alanlarına feda edilmesi, kaş yaparken göz çıkarmaya benzemektedir.

Bir yandan, verimli verimsiz bütün toprakların tarım alanı olarak kullanılmaya çalışılması,bir yandan da verimli tarım topraklarının konut ve sanayi tesislerine feda edilmesi. Birisi tarım topraklarını arttırmayı, bir diğeri tarım topraklarını azaltmayı hedeflemiş gibi. Oysa ki ikisi de toprağın sağlığına zarar veren uygulamalar.