• Sonuç bulunamadı

5. GENEL OLARAK TÜRKİYE’DEKİ

5.2. Su Kirliliği

Hava gibi, canlıların yaşam kaynaklarından birisi olan su da, canlıların sağlığını doğrudan etkileyen bir çevre öğesidir. Suya yakın yerlerin veya diğer bir deyişle suyun, özellikle de temiz suyun bulunduğu yerlerin gelişmeye daha açık olduğu bir gerçektir.

Keleş ve Ertan su kirliliğini (1992 : 25), suyun doğal yapısının kullanma amacına uygun düşmeyecek ölçüde bozulması şeklinde tanımladıktan sonra, bu açıdan bakıldığında, içme suyu ile kullanma suyunun kirlilik tanımlarının birbirinden farklı olacağını vurgulamaktadır. Ergun Gürpınar ise (1995 :117) su kirliliğini, su kaynağının belirli bir amaç için kullanılabilme potansiyelinin azalması şeklinde tanımlamaktadır.

Su kirliliğini, istenmeyen maddelerin, suyun niteliğini, ölçülebilecek oranda kötüleştirecek miktarda ve yoğunlukta suya karışması şeklinde tanımlayan Çepel (1992 : 42-180), su kirliliğinin, suyun ekolojik dengesini bozan nitelik değişimlerinin genel adı olduğunu, asit yağmurlarının, göller ve nehirler gibi sular dünyasına düştüğünde bunların asitlilik oranını arttırdığını, balıkların, sudaki asitlilik oranına çok duyarlı oldukları için böyle sularda yaşayamadıklarını belirtip, suların doğal yapısının bozulmasının bir türü olan ötrofikasyon olayının, kimyasal değişimler sonucu, azot, fosfor gibi besin maddeleri bakımından zengin olan suların yahut diğer çözeltilerin, deniz, göl ya da akarsulara karışarak bunları besin maddeleri bakımından zenginleştirmesi olduğunu ve ‘ötrofikasyon’ olayının aynı zamanda suların biyoelementler bakımından zenginleşmesi olduğunu da vurgulamaktadır.

Türkiye’de su kirliliği sorunlarının ilk kez Haliç’in kirlenmesi ile dikkati çekmeye başladığını belirten Türkiye Çevre Vakfı (1995 : 92-158), bir zamanlar, yalnız ulusal değil, dünya sanat ve edebiyat tarihine de geçmiş olan Haliç’in, evsel ve endüstriyel atıkları taşıyan bir kanalizasyon haline gelmesinin büyük yankılar

yaptığını, Haliç’in kirlenmesini, İzmit ve İzmir Körfezleri kirlilikleri ve Porsuk Çayı kirlenmesinin takip ettiğini, daha sonraki yıllarda da önlem alınmaması ya da alınan önlemlerin yeterli olmaması gibi nedenlerle, kirliliğin, bütün ülkede yaygınlaşarak yoğunlaşmasına ve yaygınlaşmasına paralel olarak kirlilik kontrolüne ilişkin çalışmaların da hız kazandığını vurguladıktan sonra, yüzeysel sular içinde kirlenmeye karşı en hassas olanlarının göller olduğunu, özellikle dışarıya akışı olmayan göllerin havzasından toplanarak, gerek akarsular, gerekse de yüzey akışıyla gelen her türlü çözünmüş ve askıdaki maddelerin gölde birikmesi ve göle giren suların antropojen etkilerle kirlenmiş olmasının, su kalitesinin giderek bozulmasına neden olduğunu, özellikle kirleticiler, ağır metaller ve güç parçalanabilen pestisitler gibi çözünmeyen türde ise, bu kirleticilerin, göl içerisinde, giderek artan konsantrasyonlar meydana getirerek askıdaki maddelerin, göl tabanına çökerek birikim yaptığını ve gölün dolmasına sebep olduğunu, kolay parçalanabilen organik maddelerin, gölde, doğal biyokimyasal süreçler aracılığı ile son ürünlere dönüşerek stabilize olduklarını ve gölün doğal arıtma kapasitesini aşan organik yüklerin, göldeki oksijenin tükenmesine ve gölün hareketsiz duruma dönüşmesine neden olduklarını da belirtmektedir. Ayrıca bir örnek vererek, ülkemizin en önemli ekolojik zenginliklerinden birisi olan Manyas Gölü ve çevresindeki sorunlara değinen Çevre Vakfı, bu doğa harikası ortamın karşılaştığı sorunlara örnek olarak, doğrudan veya göle ulaşan derelere, arıtılmadan boşaltılan evsel ve endüstriyel atık suların gölde kirlenmeye sebep olmasını; göl çevresindeki yoğun tarım faaliyetlerinde bilinçsiz ve kontrolsüz bir biçimde kullanılan klorlu, karbonatlı ve fosforlu pestisitlerin ve gübrelerin, yağışlar, yüzeysel akışlar ve erozyonla taşınması sonucu gölün, olumsuz değişimlerle karşılaşmasını; gölün, 1970’li yılların başında ortalama 8 metre olan derinliğinin, göl havzasındaki yoğun erozyon nedeniyle son yıllarda 2 metreye kadar inmiş olması ve göl çevresindeki endüstri işletmelerinin sayısının zamanla artması gibi sorunları öne çıkartmıştır.

Su kirliliğinin ülkemizde en çok görülen türlerinden olan körfez kirlilikleri, suyun doğal dokusunu bozmasının yanında, bulundukları kentin halkını da, fiziksel ve ruhsal olarak rahatsız etmektedirler. Barındırdıkları canlılara zarar vermenin yanında, körfez sularının kirli olması, kullanma ve içme sularının da sağlığını etkileyebilmektedir. Örneğin, 2000 yılı içerisinde İzmit Körfezi’nde Greenpeace

araştırmacılarının yaptığı araştırma sonucunda, Körfez suyunda, üretimi 15 yıl önce yasaklanan ve kanserojen etkisi bulunan Lindane maddesi ve deniz çamurunda da yüksek seviyede DDT tarım ilacı bulunmuştur (“Körfezde Kimyasal Tehlike”, 2000). Bu olumsuz örnekler göstermektedir ki, körfezlerimizi koruma konusunda tutarlı ve sağlam adımlar atılmadığı için, yıllar önce kullanımı yasaklanan maddeler bile hala sularımızı kirletebilmektedir.

Firuz Demir Yaşamış da ötrofikasyon olayına değinerek (1995 : 20) kullanılan suyun, bir müddet sonra kirlenmeye başladığını, doyma kapasitesine gelinceye kadar bu sulardaki kirlenmenin gözle görülmediğini, ancak, atıkların su ortamı tarafından etkisizleştirilip bir anlamda öğütülmesinin zorlaştığı andan itibaren kirliliklerin görülmeye başladığını, kirlenmenin temel sonucu olarak, su içindeki oksijen miktarının azaldığını ve bu ortamda yaşamaya alışmış canlıların, ortaya çıkan ve daha az oksijen içeren, hatta oksijen içermeyen ortama uyum sağlayamayarak yok olduklarını; bunun ikinci sonucunda ise, bu ortamlarda yaşayabilen yeni organizmaların buralara egemen olduklarının görülmesi olduğunu ve bu oluşuma da, ‘ötrofikasyon’ ya da denizlerin ve göllerin kırmızılaşması veya ölmesi denildiğini belirtmektedir.

Suyun sağlığının ve varlığının korunması açısından en büyük kazanımın, yerleşim alanlarında kullanılan suyun, ikinci bir kullanım için tarım alanlarına gönderilme yoluyla olacağını belirten Postel (2000 : 112-150), sıradan bir yoğunluğa sahip atık su içerisinde, ürünlerin ihtiyaç duydukları azotun tümü ile fosfor ve potasyumun da önemli bir kısmının bulunduğunu vurgulamaktadır. Ayrıca Postel, bedelinin düşük olduğu bölgelerde suyun gerçek bedelinin yansıtılması amacıyla fiyatının yükseltilmesinin, suyun israf edilmesini azaltarak etkin kullanımını arttıracağını, özellikle de sulamada kullanılan suyun, gereken biçimde fiyatlandırılmasının, en önemli şekilde su israfını engelleyeceğini belirtmektedir.

Ülkemizde su kirliliği denince akla gelen bir konu da doğa harikası boğazlarımızın karşılaştırıldığı sorunlardır. Temel Demirer’in verdiği (1999 : 47), Türkiye’de 1979’da İstanbul Boğazı’nın Karadeniz girişinde ‘Independenta’ adlı geminin, bir başka gemiyle çarpışarak uzun süre yanması, geminin enkazı yıllarca kaldırılamaması ve aynı yıl İstanbul’da tanker kazası sonucu 48 bin ton ham petrol denize akması, gibi örnekler Boğazlarımızın çevresel değerine verilen önemi(!) de

ortaya çıkarmaktadır. Yıllarca bir kaza ve çevre felaketi tehlikesi altında yaşayan Boğazlarımız neyse ki yeni yeni koruma altına alınmaya başlamış ve 2003 yılının Temmuz ayı içerisinde, Boğazlardan geçen gemilerin güvenli bir şekilde geçişini sağlamak amacıyla radarlı kontrol sistemleri geliştirilmiştir (Haberler , 2003).

Önemli bir su kaynağı olan yer altı suları söz konusu olduğunda, hem miktar hem de nitelikle ilgilenmek durumunda olduğumuzu belirten Çelik Aruoba (1997 : 176), normal koşullarda bir yer altı su kaynağının, içine çeşitli kirleticiler katıldıkça, kendini temizleme sürecine geçtiğini, ancak, bu kendini temizleme faaliyetinin etkinliğinin, kaçınılmaz olarak katılan kirleticilerin niteliği ile katılma miktar ve hızı tarafından etkilendiğini, pek çok yer altı su kaynağının, yıllık devrelerde kendisini miktar olarak da yenilediğini, ancak bu kaynaklarda su kullanma hızının yıllık yenileme kapasitesini aştığı takdirde, asgari su düzeyinin düşerek bunun, su kullanma maliyetlerini hızla yükseltmesi yanında, genellikle kıyı bölgelerindeki kaynaklarda gözlendiği gibi, tuzlu su girişlerini olanaklı hale getirerek yer altı havzasının yok olmasına neden olduğunu vurgulamaktadır. Çevresel olarak bakıldığında yer altı sularının, kirlenmeye karşı yüzeysel sulardan çok daha duyarlı olduğunu belirten Orhan Uslu da (1997 : 355), özellikle toksik ve kalıcı bir kirlenmeye maruz kalmış bir yer altı su kaynağının, pek çok kullanım açısından, değerini, uzun bir zaman için yitirmiş olacağını, bunun nedeninin de, yer altı sularındaki değişim ve seyrelme kapasitesinin çok sınırlı olmasından kaynaklandığını ve su kalitesi belirleme çalışmaları kapsamında, mevcut yer altı su kalitesi, akiferlerinin durumu ve özellikleri, yer altı suyu akış yönleri, mevcut çekimler, emniyetli çekim miktarları, yer altı suyu seviye ve kalitesinde geçmişte izlenen değişimlerin tespit edilmesi gerekliliğini vurgulamaktadır. Ayrıca yer altı su kaynaklarının pompalanıp kullanılması durumunda su seviyesinin düşmesi ve hatta tükenebilmesi ihtimalinin bulunduğunu vurgulayan Kışlalıoğlu ve Berkes (1993 : 99- 100), yer altı suyunun hızlı kullanılmasının, Basra Körfezi kıyılarında olduğu gibi deniz suyunun tatlı suya karışmasına, ya da Meksiko şehrinde olduğu gibi toprak çökmelerine veya Irak, Pakistan ve Hindistan’da rastlandığı gibi toprağın aşırı tuzlanma nedeniyle tarımsal alanların işe yaramaz hale gelmesine neden olabileceği gerçeğini belirtmektedir.

Su kirliliğinin değişik bir boyutu olan kıyı kirliliğine değinen Ediz Hun (1997: 60), çevre kirliliğinde önemli bir yere sahip olan kıyıların korunamaması konusunda, kıyıların kirlilik konusu bir yana, çeşitli amaçlar için doldurulmasının bile, denizlerin fotosentez ile nefes almaları açısından oldukça sakıncalı olduğunu, böylece yalnız kıyı faunasının değil, bunun yanında floranın da yok olarak, derin sulardan gelip yemlenen ve yumurtlayan diğer organizmaların, gıdasızlıktan ve üreyememekten yok olup gittiğini vurgulamaktadır.

Suyun kötü yönetimi ile ortaya çıkan toprağın tuzlulaşması ve suyla fazla şişirilmesi sonucunda her yıl birçok alanın ürün veremez hale geldiğini belirten Sandra Postel (2000 : 35-43), su kaynaklarının çevresel işlevleri gözetilmeden yapılan baraj inşa etmek, suyun akış yönünü değiştirmek ve su ortamlarını kirletmek gibi faaliyetlerin sulak alanlara ve su kaynaklarına zarar verdiğini vurgulamaktadır. İsmail Tümay ise (1999: 244-245), su kirliliğinde dikkat edilmesi gereken bir diğer noktanın da, arazi sulamasında kullanılan yanlış yöntemler nedeniyle su kaybının büyük boyutlara ulaşması olduğunu belirtmektedir. Tümay, sulama yatırımlarının ulaştığı düzey ve sulu tarıma geçişin rutubeti arttırması ile daha şimdiden Türkiye’de GAP Bölgesi’nde ekolojik bir değişim yaşandığını, ortalama sıcaklık yüksekliği, buharlaşma ve terlemeyi büyük oranda arttırarak su kaybını büyük boyutlara yükselttiğini ve arazinin fazla sulanmasına neden olarak bu gibi yanlış yöntemler yüzünden bölgede şu an, daha önce olmayan bitki hastalık ve zararlılarına rastlandığını vurgulamaktadır.

Ülkemiz, üç tarafı denizlerle kaplı olan, üç büyük deniz dışında bir iç deniz gibi yerleşen başka bir denizi daha olan, tarihin birçok antik devrine şahitlik yapması nedeniyle irili ufaklı birçok gölü bulunan, yüzeyinin aşırı engebeli ve dağlık olması nedeniyle birçok akarsuya sahip olan ve belki de bunların hepsinden önemlisi, yıl içerisinde yağış sıkıntısı çekmeyen iklimi ile doğal şartlar içerisinde, yeryüzünde su sıkıntısı çekecek ülkeler içerisinde en son sıralarda yer almaktadır. Fakat birçok konuda olduğu gibi, su konusunda da elimizdeki zenginliklerin kıymetini bilemiyor ve değerlendiremiyoruz. Hatta değerlendirmek bir yana, su kaynaklarımızı yeterince koruyamıyoruz bile. Günümüz itibariyle denizlerimizin kıyıları, kirlilikten nefes alamaz durumdalar; göllerimiz, akarsularımız ve yeraltı sularımız, içerisine karışan atıklar ve sulamada kullanılan yanlış yöntemler nedeniyle fiziksel bozulmalara

uğramış ve hatta bazıları kurumuş durumdadır. Bu olumsuzluklar böyle devam ederse, doğal şartlarda su zengini olan ülkemizin de yakın gelecekte su sıkıntısı çekeceğini söylemek için kahin olmaya gerek yok.