• Sonuç bulunamadı

HÜKÜMETLERİN GELECEKTE YAPABİLECEĞİ

Hükümetlerimizin, çevre konusunda gelecekte başarılı ve faydalı çalışmalar yapabilmelerinin ilk koşulu bize göre, çevre konusuna gereken önemi vermeleridir. Bir konuya önem vermek, beraberinde o konuyla ilgilenmeyi ve o konunun üzerine eğilmeyi getirmektedir. Fakat bu önem verme, çoğu zaman olduğu gibi, hükümet programlarında veya kanunlarda kalmamalı, kaleme alınan ve dile getirilen sorun ve öneriler, bir şarkının bir yerinde takılıp kalan kaset gibi, sürekli aynı şeyleri tekrarlamamalıdır.

8.1. Çevre Konusunda Genel Olarak Yapılabilecekler

Hükümetlerin gelecekte (hatta hemen) yapmaları gereken çalışma, çevre konusunda bilinçlenmeyi sağlamaktır. 65 milyon nüfusu olan bir ülkede, 5 milyon kişinin çevreye duyarlı olması yetmez. 65 milyonluk bir ülkede, korunması gereken bir değer en az %90 oranında destek bulmalı ve benimsenmelidir. Bize göre, çevre konularıyla ilgilenenlerle ‘Bay Çevre (Bayan Çevre)’ ya da ‘Çevreci’ gibi sıfatlar takarak dalga geçen gençlik yerine, çevreye duyarlı gençler yetiştirmeye özen gösterilmelidir.

Çevre konusunda gelecekte yapılması gereken önemli bir çalışma da, çevre ile ilgili bazı kanunlarda yer alan ve çevreye zararlı bazı hükümlerin ve uygulamaların değiştirilmesini sağlamaktır. Bunu yapmak için de, yani hangi hükmün çevreye zararlı hangi hükmün çevreye yararlı olduğunu saptamak için, kişisel ve sınıfsal çıkarlardan uzak bir biçimde, özellikle çevre alanında söz sahibi bilim adamlarından oluşturulmuş bağımsız bir kurul oluşturulmalı ve bu kurulun belirlediği ilkeler doğrultusunda, çevre ile ilgili kanunlarımız yeniden şekillenmelidir.

Hükümetlerimizin gelecekte yapması gereken belki de en gerekli ve radikal olan bir diğer çevre çalışması ise, çevre konusunu, Devletin gerçekleştirmesi gereken ana görevlerinin içerisine sokmaktır. Nasıl ki, eğitim, sağlık ve adalet konuları Devletin ana görevleri içerisinde yer almaktadır, çevre de Devletin gözetmek ve

yürütmekle sorumlu olduğu konular içerisine sokulmalıdır. Bunu yaparken Devlet asla kendi başına çalışmamalı, yukarıda da belirttiğimiz gibi, belirlenen ilkeleri uygulamada ve çevreyi korumada Devlet en önemli güç olarak kalmalıdır. İktisadi anlamda kârâ dayanmayan ve çevrenin çıkarını ön planda tutan politikalar, birçok çevre sorununun giderilmesinde başrolü oynayacaktır. 59. Hükümetin hayata geçirmeye çalıştığı Kamu Yönetimi Reformunda öngörüldüğü gibi Devlet ‘Çevre’ ile ilgili görev ve yetkilerini yerel yönetimlere devretmek yerine, bunları kendi ana çatısı altında toplayıp, uygulamalarda yerel yönetimlere takdir yetkisi vermeli ve bu yetkiyi de denetleyebilmelidir. Kamu Yönetimi Reformu’nun çevresel açıdan getirdiği en büyük sakınca, yerel yönetimlere devredilen yetkiler sayesinde, çevre öğelerinin, bazı kişi ve kuruluşların çıkarı lehine zarar görebilmesi ihtimalinin artmış olmasıdır. Çevresel değerlerin özel kullanıma açılmasını sağlayacak bu uygulama, azalan çevresel güzelliklerimizi daha da azaltacaktır. Ayrıca Sandal’ın da belirttiği gibi (2004 : 14), belediyelerimiz zaten yeterli mali kaynağa sahip değildir. Belediyelerin birçoğu borç batağındadır ve çalışanlarına maaş bile verememektedir. Ve bu kaynak eksikliğini gidermek için de merkezi yönetim kaynaklarına başvurmak zorunda kalmaktadırlar. Böyle yoğun bir mali sıkıntı içinde olan belediyelerin, amaçlanan şekilde görev ve sorumluluklarını arttırmak, birçok hizmetin görülememesine de sebep olabilecektir.

Çevre konusunda gelecekte yapılabilecek çalışmalardan birisi, İbrahim Kaboğlu’nun da belirttiği gibi (1992 : 99), 1982 Anayasası’nın 33. Maddesiyle, vakıflara, sendikalara, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarına getirilen siyaset yapma, yani bir anlamda ortak harekette bulunma yasağının kaldırılarak, bu çeşit örgütlere ve örgütlenmelere daha geniş hareket alanlarının açılmasını sağlamaktır.

Çevre konularına yaklaşımı, derin ve sığ olmak üzere iki çeşit olarak belirten Demirer ve Torunoğlu (1999 : 105-115), sığ ekolojik anlayışın, dünya üzerinde siyasal ve ekonomik ağırlığa sahip Batı uygarlığının bir sonucu olduğunu ve yaşanan ekolojik krizin bir nedeni olduğunu; derin ekoloji akımının kurucusu İsveçli düşünür Arne Naess’ın, sığ ekolojik yaklaşımda, çevre kirliliği ve doğal kaynak kullanımı ancak zengin Batı ülkelerinin vatandaşları için bir tehlike oluşturduğunda bir sorun olarak gündeme geldiğini, oysa derin ekoloji akımı, bu sorunlar karşısında

küresel ve çevreci bir yaklaşıma sahip olup bu yaklaşımın, insanın doğa ve doğayı oluşturan diğer türlerle uyum içinde yaşamasını ve bu doğrultuda toplumsal ve siyasi olarak nasıl yapılanması gerektiği düşüncesini vurgulamaktadırlar. Bu açıklamalar ışığında Demirer ve Torunoğlu, gelecekte T.C. Hükümetlerinin, ılımlı diyebileceğimiz ekolojik yaklaşımları benimsemesi gerektiğini, genel bir bakışla radikal ekolojik yaklaşımların, ılımlı yaklaşımlardan, sistemi sorgulama temelinde ayrıldığını; ılımlı yaklaşımların, var olan ekolojik krizin, ‘insani etkinliklerin (endüstriyel, kentsel, askeri, vb.), çevreye ilişkin yasaların, hükümet politikalarının ve olabilecek diğer çalışmaların, yeniden düzenlenerek, mevcut sistemde çözülmesi gerektiğini’ savunan akımlar olduğunu, radikal akımların ise, ‘ancak dünya üzerinde var olan ekonomik, toplumsal ve siyasal yapının, kısmen ya da tamamen değiştirilmesiyle ekolojik krizin aşılabileceğini’ savunan söylem ve eylemleriyle belirginleştiğini savunmaktadırlar. Yine Demirer ve Torunoğlu’na göre, şehirlerarası yolcu ve mal taşımada demiryolu altyapısı geliştirilip, yaygın kullanıma sunularak, kentsel hava kirliliğinde en büyük paya sahip olan motorlu taşıt araçlarından kaynaklanan karbondioksit, kükürtdioksit ve azotoksit gibi emisyonlar %5 seviyesine indirilerek, sera etkisi, ozon tabakasının tahribi ve asit yağmurları gibi çok daha geniş ölçekli sorunların çözümü yönünde önemli bir adım atılmış olur.

Demirer ve Duran ise (1999 : 142), hükümetlerin gelecekte yapabilecekleri çevre çalışmalarına gönderme yaparak, sistemin eşit paylaşım üzerine kurulması halinde eğitim, sosyal sigorta ve temel sağlık hizmetlerinin bütün kesimlere eşit olarak sağlandığı zaman, ‘çok çocukluluk’ olgusunun sosyal güvence işlevini yitireceğini, çocukların ekonomik katkılarına gerek duyulmayıp az çocukluluk ya da doğum kontrolünün, hem bu gerçeklerle hem de eğitim sayesinde yaygınlaşacağını ve ekonomik anlamda rahatlayan yoksul halkların, salt yaşamlarını sürdürmek uğruna çevreye zarar vermeyeceklerini savunmaktadırlar .

Çevre konusunda gelecekte yapılabilecekleri ekonomik olarak değerlendiren Cevat Geray’a göre (1997 : 326-340), ekonomik açıdan bakıldığında, ekonominin işleyişi, ‘ne pahasına olursa olsun kalkınma’ anlayışı yerine, öz kaynaklara dayalı, kendini sürdürebilen kalkınma yaklaşımının önemi, gösterişçi tüketimden kaçınılması, gerçek gereksinimlere yönelik tüketim alışkanlıklarının geliştirilmesi, doğal ve tarihsel çevreye bir meta gibi bakmanın yanlışlığı, çevre için eğitimin