• Sonuç bulunamadı

I. BÖLÜM

1.5. Güvenin Epistemolojisine Dair Kavramlar

1.5.4. Korku

Güven; iyimserlik, umut, huzur gibi olumlu duygularla bağlantılı iken güvensizlik ise; korku, şüphe, kaygı gibi duygularla yakından ilişkilidir.29

Güven duymayan insanın bu duyguya sahip olmasının temelinde birçok neden olmakla birlikte korku, bunlardan sadece bir tanesidir. Korku, umulmadık bir durumla yüz yüze gelen insanın, zihnini yoğunlaştırmasını sağlayan bir süreçtir (Furedi, 2001: 8). Freud korkuyu, kişinin kaynağı belirli olan tehlikeler karşısında geliştirdiği bir duygusallık (Freedman vd., 2003: 78) olarak tarif eder. Korku, güvenin olmadığı yerlerde varoluşsal endişe taşıyan insanın, zihinsel sürecini özetler (Giddens, 1998: 98-99). Güvenin bir kenara atılmasıyla topluma sirayet eden güvensizlik, “korku” (fear) ile kol kola girerek her daim kendini yeniden üretmeye ve toplumun üzerinde bir ruh gibi dolaşmaya başlar (Bkz. Gorlizki, 2013: 214-216; Bkz. Skoll, 2010). Sonrasında topluma hakim olan korkular; yaşamın enstrümanlarına bulaşmaya,

29İnsanlar korku ve kaygı kavramlarını birbirlerinin yerine kullansalar da, psikologlar bu iki kavramın farklı iki duyguya işaret etmesinden dolayı bu iki kavramı birbirinden ayırırlar. Freud’a göre gerçek olan bir tehlike kaynağından korkmak ile gerçek bir tehlike bulunmazken korkmak arasında bir ayrım yapmaktadır. Freud bunların ilkine gerçekçi kaygı veya nesnel kaygı adını vermekte ve bunu da “korku” olarak adlandırmaktadır. İkincisi ise, nörotik kaygı olup bunu korkudan ayırmak için sadece “kaygı” olarak adlandırmaktadır (Freedman vd., 2003: 78). Korku, toplumsallığı arttırırken kaygı ise toplumsallığı azaltmaktadır (Freedman vd., 2003: 94). Çünkü korku, gerçek bir tehlikenin varlığından beslenmektedir. Kaygı ise varlığını var olabilme ihtimali üzerinden kurgulamaktadır. “Kaygı”, özellikle modern felsefede insanın varoluşsal sorunsalının temellendirilmesinde kullanılan felsefi bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kavramı etraflıca ele alan filozoflardan biri olan Heidegger’in önemli felsefi kavramlarından biri olan “kaygı”, tavır almak, kendisine ve diğer varlıklara yönelmek, eylemek ve sürekli arayış ve sorgu içinde olmak anlamlarına gelmektedir (Özlem, 1999: 185-186). Kısacası bir kök duygu olarak kaygı ve tüm kaygı çeşitleri, güven cetvelinde eksi güven olarak yerlerini almaktadırlar (İnam, 2003: 23).

47

alışkanlık haline gelmeye ve insanları kuşatan kalıplara veya dogmalara kapı aralar. Toplumun zihinsel ve eylemsel pratiklerine dönüşmesiyle de, korku kültürü ortaya çıkmış olur.

Korku, toplumlarda öteden beri oluşan ve biçimlenen kültürlerinde az ya da çok varlığını sürdüren bir ruh halidir. Korkuların sosyal, siyasal ve diğer yapıları belirleyiciliği ve zihinlerde karşılık bulan geçerliliği, korku kültürünün varoluşunun bir göstergesidir. Toplumun bilincinde filizlenen korku kültürü, istisnai bir olayın genellenmesine, yaşanılan dünyanın güvensiz bir yer olduğuna kanaat getirilmesine, insanların kendilerini meydana gelebilecek muhtemel risklerden korumaya çalışmaya ve güvenliklerini sağlayabilecek yöntemler geliştirmeye sebebiyet vermektedir. Dolayısıyla bir çocuğun kaçırılması gibi istisnai bir olay, toplumun genelinin yüz yüze kaldığı bir risk olarak düşünülmeye, tehlikeli bir hastalığın bir kişide ortaya çıkmasıyla da, hastalığın tüm dünyaya bir salgın gibi yayılacağı inancı beslenmeye başlanmaktadır (Furedi, 2001: 14). Böyle toplumlarda üretilen sansasyonel haberler, insanların birbirine yabancılaşmasına ve kişilerin birbirinden şüphe duymasına neden olmaktadır (Furedi, 2001: 19). Korku ve korku kültürü üzerine çalışmalar yapan sosyolog Frank Furedi, korku kültürünün Batı toplumlarında önemli bir karşılığının bulunduğunu belirtir. Furedi’ye (2001: 8) göre çoğu Batılı insan, korkuların yönlendirdiği bir hayatı yaşamaktadır. Çünkü Batı toplumlarında; hastalık, acı ve ölüm gibi durumlar, geçmişe göre oldukça azalmış olmasına karşın bunun yanında insanların kişisel güvenlik önlemlerine oldukça rağbet göstermeleri ve dolayısıyla korkunun giderek insan hayatına yayılması söz konusudur. Bu anlamda Batı toplumları, bir korku kültürünün etkisi altına girmeye başlamaktadır. Hükümet yetkililerinin hesaplamaya çalıştıkları katil meteorların muhtemel yıkıcı etkisi; tavuk gribi, domuz gribi, kuş gribi, ebola virüsü gibi küresel grip salgınlarının her an başlayabileceği korkusu; küresel ısınmayla beraber depremlerin, sellerin, tsunamilerin ve hortumların mevsim gözetmeksizin her daim ortaya çıkabilme korkusu, “sonumuz yakın” düşüncesini her an yeniden üretmektedir (Bkz. Furedi, 2001). Dolayısıyla Batılı insanda yoğun bir biçimde görülen ve diğer toplumlara da yavaşça sirayet eden bu korkular, toplumların güven düzeylerine de olumsuz yönde yansımaktadır.

Korku tecrübesi evrensel olmakla birlikte aynı zamanda da bireyin çok erken yaşlarında hatta dünyaya gelmesiyle başlar (Mannoni, 1992: 6). Çünkü dünyaya yeni gelen bebek, içine doğduğu ve yabancısı olduğu yeni ortamda korkusunu, güvenli bir liman hissettiği, tanıdığı ve güvendiği tek kişi olan annesiyle yenmek ister. Sonrasında yaşadığı tecrübeler ise, kimlere güvenilip güvenilmeyeceğine dair ipuçları verir. O halde kişisel tecrübelerin, insanın hayal gücünü ve korkularını şekillendirdiği (Furedi, 2001: 8) söylenebilir. Örneğin savaşın vahşetini yaşamış çocukların savaştan ve şiddetten korkmaları, köpeklerin saldırısına maruz kalmış insanların zararsız dahi olsa karşılaştığı köpeklerden uzak durmaları veya atasözünden referansla, sütten ağzı yananların yoğurdu üfleyerek yemesi gibi korkular, insan zihninde var olan sayısız korkular arasında yer almaktadır.

Korkunun zihinlere hakim olması, sorunların ve zorlukların abartılmaya ve olası çözüm yollarının görmezden gelinmeye başlanmasına neden olur (Furedi, 2001: 13). Korkulara sahip olan kişi; kime ve ne şekilde güveneceği konusunda savrulmalar yaşar. Bu savrulmalar kişiyi toptancı bir düşünceyi veya stratejiyi takınmaya davet eder. Bu durum, “uyuduğunda kâbus görmektense, uyanık kalmayı tercih eden” kişilerin politikasına benzer bir şekilde, ya hiç kimseye güven duymama ya da herhangi bir kötülük gelmeyeceğini düşündüğü kişi veya kişilere aşırı bağlılık gösterme şeklinde gerçekleşmektedir. Bu keskin yargılar ve yol ayrımları, Öğün’ün (2010: 263) de belirttiği gibi “korkunun cesaret üretmesi”ne ve korkularla dolu yaşamın kişiyi genelleme yapmaya veya risk almaktan uzaklaştırmaya sürüklemektedir. Bundan dolayı güvenlik (security) kavramı, insana güven vermeye başlar oldu. Furedi’ye (2001: 25) göre güvenlik, 1990’lı yıllarda temel değer haline geldi. Bir zamanların dünyayı değiştirme idealleri, yerini güvenliği sağlama kaygısına bıraktı. “Güvenli” etiketi, insanların faaliyetlerine olumlu bir anlam kazandırırken, aynı zamanda vicdanları da rahatlatma işlevini yerine getirmeye başladı.

Güven ve korku ilişkisi esasen uluslararası konjonktürde, sosyal ve siyasal olayların manipüle edilmesinde veya toplumların algı yönetiminde önemli bir araç olarak kullanılmaktadır. Küresel düzeyde yaşanan önemli siyasi olaylar, hem devletlerin kendi vatandaşlarına yönelik aslında bir “korku üretme” aracı olarak

kullanılmakta hem de uluslararası güvenin yönetilmesine dönük girişimler olarak okunmaktadır. Örneğin soğuk savaş döneminde Amerika, Batı Avrupa ve Türkiye’nin de içerisinde yer aldığı ülkelerin, Sovyetler Birliği’ni ve diğer Doğu Bloğu ülkelerini birer “düşman devlet” olarak göstermeleri ve komünizm korkusunu vatandaşlarına zerk etmeleri (Bkz. Brewer vd., 2004: 94), yurttaşlarına kendi devletlerinden başka güvenilecek bir devletin olmadığı düşüncesini kazandırmaya yöneliktir. Ayrıca 11 Eylül saldırılarından sonra Amerika’nın El-Kaideyi ve bununla bağlantılı olarak tüm müslümanları bir tehdit unsuru olarak ilan etmesinden sonra insanlarda yarattığı korku, İslamafobia’nın hızla Amerika’da ve Avrupa’da yayılmasına neden olmuş, ayrıca Afganistan’ın ve Irak’ın işgal edilmesinde halkın desteğini kazanmak için makul bir gerekçe üretilmiştir. Dolayısıyla bugünün dünyasında korku; devletlerin, hükümetlerin, siyasetçilerin “ölümü gösterip hastalığa razı etme” politikalarına, vatandaşlarını inandırmak için kullandığı bir silah gibidir. Özellikle “korku siyaseti”ne uyarlanmış yurttaşların risk toplumunun karşılaştığı tüm korkuların yanında siyaset mekanizmalarındaki korkularla da hemhal olması, “korkuyu korkutma”yı başaramadıklarının ve korkularına teslim olduklarının birer göstergesidir. O halde günümüz toplumları kendini kuşatan korkulara karşı uyanık olmayı ve korkuları korkutmayı denemelidir.