• Sonuç bulunamadı

I. BÖLÜM

1.2. Bugünün Dünyasında Güvene Duyulan İhtiyaç

Yaşadığımız dünya, önemli toplumsal dönüşümlerin yaşandığı, değişimlerin tüm alanlarda baş döndürücü bir hızla gerçekleştiği, zamanın ve mekanın giderek birbirinden ayrıştığı, teknik bilginin her gün kendini yeniden ürettiği, doğaya boyun eğen insandan doğaya meydan okuyan bir tipolojinin geliştiği, kısacası dünyanın daha önce tanık olmadığı yeni durumların baş gösterdiği dönemlerden geçmektedir.10

Ancak bilgi ve teknolojinin ilerlemiş olması, şehirleşmenin artması ve hayat standartlarının yükselmesi günümüz toplumlarına hakim olsa da; insan ilişkilerinin ve duyguların önceki dönemlere göre daha iyi bir durumda olduğu söylenemez. Güven teorilerinde adı sıkça geçen Russell Hardin, yaşadığımız çağın bir “güvensizlik çağı” (age of distrust) olduğunu belirtir. İnsanların birbirleriyle çokça etkileşimde olmasına karşın insanların birbirlerine az güvenmesi veya güvenmemesi, aslında bu çağın ruhunu çok iyi yansıtmaktadır (Hardin, 2006: 13). İnsanın güvene ilişkin problemleri konusunda bir başka sosyal bilimci ve güven araştırmacısı olan Giddens, toplumsal dönüşümlerin önemine vurgu yapmaktadır. Giddens, modernlikle

10 Perrucci ve Perrucci (2009), 1970’li yılların ortasından itibaren başlayan ve bireyciliği, hızlı toplumsal değişimleri beraberinde getiren ve güven, umut, iyimserlik gibi bireyi ve toplumu ayakta tutan moral değerlerin aşınmaya başlamasıyla yeni bir döneme girildiğini öne sürmektedir. “Yeni Ekonomi” (new economy) olarak tanımlanan bu süreç, (1) üretimin küreselleşmesini, üretilen malların dağıtımını ve pazarlanmasını, (2) bilgisayar temelli üretim teknolojisini ve telekomünikasyonu, (3) işin ve işçilerin esnek organizasyonunu içermektedir. Bu “yeni ekonomi” dönemi, derinden dönüştürülen toplumları bir risk altına sokmuştur. Dolayısıyla yaşadığımız çağ, her bakımdan güvenlik ihtiyacı hissedilen “risk”li bir çağdır.

19

beraber zaman ve uzam anlayışının değiştiğini, önceleri doğal olaylarla belirlenen zamanın mekanik saatin icadıyla uzamdan koptuğunu, coğrafi mekanla tayin edilen toplumsal eylem türünün değerini kaybettiğini, insanların zamanla mekandan koparak yüz yüze iletişim yerine uzaktakilerle etkileşimin ortaya çıktığını ve böylelikle insanların yersiz yurtsuzlaştığını11ifade etmektedir. Bu süreç dolanımında

ise güven, somut ilişkilerden soyut sistemlere doğru ekseni kayan ve somutluğunu kaybeden bir hal almaktadır (Giddens, 1998: 25; Bkz. Yılmaz, 2004: 167). Böylece hayat; normlarla, yasalarla, kurumlarla, cezalarla ve anlamların kaybolduğu enstrümanlarla dolup taşmaya başlamaktadır.12 Çünkü içine doğduğumuz dünyada

riske yer yoktur. Güven, insan ilişkilerinin değil, müeyyidesi olan yaptırımların ve kanunların ürettiği sanal bir duygu olarak yaşamımızın boşluklarını doldurmaktadır.

Bugünün dünyası “güvene dayanan evrensel medeniyet nosyonunu kaybetmiş bir insanlık onuru ve ötekine korku ve zor ile dayatılmış mutlak iyiliklerin baskısı ile örselenmiş insanlık onurumuzun bunalımlarıyla” boğuşmaktadır (Çetin, 2012: 12). Modern zamanların en çetrefilli sorunlarından biri olan, insanların bir arada ve birlikte var olarak yaşama sorunu (İnam, 2003: 13; Bkz. Taylor, 2010; Kymlicka, 1998), siyasal ve sosyal yaşamda yansımalarını bulan önemli bunalımlardandır.13

11 İnam’a (2003: 25) göre insanın kendini yersiz, yurtsuz hissetmesi yaşadığı çağdaki güvene güvenmemesinden kaynaklanır ve bu durum insanı farklı güven arayışlarına kanalize eder. Öyle ki yurt özlemi aynı zamanda bir güven özlemidir. Güvencesi olmayan güvenin olduğu yerlerin hepsi, şimdiliktir, geçicidir ve bir yurt olamamıştır.

12Fukuyama’ya (2005: 239) göre genellikle kurallar ve güven arasında ters bir orantının olduğu kabul edilir. Eğer insan ilişkilerinde çok fazla kurala ihtiyaç duyuluyorsa, birbirlerine daha az güveniliyor demektir. Kuralların az olduğu ilişkilerde ise, güvenme düzeyi olabildiğince fazladır. Güven bir yandan işlemleri kolaylaştıran, ilişkileri geliştiren ve piyasanın motivasyonunu olumlu yönde etkilemesine karşın diğer yandan istismar edilecek bir alan üretmektedir. İlişkilerin istismara kapatıldığı oranda ise, güven kurumsallaşmaktadır (Bkz. Demir, 2013: 161).

13 Fukuyama (2009: 19) “Büyük Çözülme” adlı kitabında, dünya toplumlarının 1960’lı yıllardan itibaren büyük bir çözülme ve buhran yaşadığını öne sürmektedir. Özellikle sanayileşmiş ülkelerin bu büyük çözülmeye daha çok maruz kaldığını ve sosyal sermaye kavramının bu bağlamda öneminin giderek arttığını ifade eden Fukuyama’ya göre bu çözülmenin başat belirtileri şunlardır: İnsanların birbiriyle olan ilişkilerinin yapısı değişmiş ve yine insanların birbirlerine, hükümetlerine ve kurumlarına olan güven düzeyi 1950’lilere oranla oldukça gerilemiş, suç oranları ve toplumsal düzensizlik epeyce artmış, akrabalık bir kurum olmaktan hızla uzaklaşarak akrabalık bağları giderek zayıflamış, evlilikler ve doğum oranları düşerken boşanma oranları hızla yükselişe geçmiş ve ABD’de doğan çocukların üçte biri, İskandinav ülkelerinde doğan çocukların yaklaşık yarısı gayr-i meşru yollarla dünyaya gelmeye başlamıştır.

20

Fukuyama bu bunalımların yaşandığı Amerikan toplumunda güven düzeyinin oldukça azaldığını ifade etmektedir. Suç işleme oranının ve açılan dava sayısının artış göstermesi, ailenin parçalanmaya yüz tutmuş olması ve hayır kurumları, sendikalar, kilise ve komşuluk gibi sosyal yapıların önemini kaybetmesi, bu yargıyı güçlendirmektedir (Fukuyama, 2005: 26-27). Esasında bu gelişmelerin ve sorunların temelinde, insanların birlikte yaşama veya yaşayamama probleminin olduğunu görmek gerekir (Aydın, 2011b: 175). Çünkü güvenin doğasında, kişide diğer kişi ya da kişilerin davranışları ve pozitif niyetleri temelinde oluşan ve aynı zamanda da kırılgan bir yapıya sahip psikolojik durumların (Rousseau vd., 1998: 395) varlığı söz konusudur. Bileşenlerinde inanç ve taahhüt etme (Sztompka, 2006: 640) gibi temel iki duygunun bulunduğu güven, birlikte aynı toplumu paylaşan insanların beraber yaşamaya inanmasına ve kendisinden bir başkasına zarar gelmeyeceğini taahhüt etmesine dayanmaktadır. Oysa bireyin doktor, hukukçu, esnaf, bilim adamı ve siyasetçi gibi günlük yaşamda çok sık karşılaştığımız birçok meslek sahibine güveninin azaldığı (Cook, 2001: XI), devletlerin güvenlikçi politikalarının sürekli kapsamının genişlediği,14 siyasal kurumlara, komşularımıza,15 farklı etnik ve dini

grup üyelerine yönelik güvenin zedelendiği (Lenard, 2005: 363) toplumlarda güven; dayanışma ve özgecilik (altruism-başkalarını düşünme) gibi rezervi kıt olan bir kaynak (Gambetta, 1988: 224) haline gelmektedir.

Güven teorisyenleri, toplumun güven düzeyinin azalmasının nedenleri konusunda çeşitli analizler yapmaktadır. Bu teorisyenlerden bir tanesi de sosyal

14Günümüz dünyasında devletler, kendi siyasal sistemlerinin güvenliğini sağlamak adına “güvenlikçi bir sistem” üretme çabası içersindedirler. Güvenlikçi sistemin ortaya çıkışında temelde iki neden bulunmaktadır: Bunlardan ilki, gücün kendini göstermesi ve kendini garantiye alma arzusu, diğeri ise ontolojik güven bunalımıdır (Aydın, 2011b: 177). Bu güvenlikçi sistemin günümüzde en iyi örneğini Amerika oluşturmaktadır. ABD’de yürütme organı olarak görev yapan Başkan’a, Bakanlıklara ve Bağımsız Kuruluşlara bağlı, isminde “güven” kelimesinin geçtiği ve örgütlendiği kuruluşun güvenliğini önceleyen sekiz ayrı birim bulunmaktadır. Örneğin bu birimlerden olan İç Güvenlik Bakanlığı, 11 Eylül 2001’de ikiz kulelere saldırı sonrasında ülkeyi terör saldırılarından korumak amacıyla kurulmuştur (Bkz. Akgün ve Tanıyıcı, 2008: 108-109; 151). Ayrıca “güvenlik”, “güvenlik sistemi” ve “güvenlikçi sistem” kavramlarının anlamları, farklılıkları, birbiriyle ilişkileri ve günümüz dünyasına yönelik analizler için bkz. Aydın, 2011b: 175-179.

15Sosyal ve siyasal güvenin oluşmasında bireysel niteliklerin ve komşuluğun etkilerini İstanbul ve Moskova bağlamında karşılaştırmalı geniş çaplı bir çalışma için bkz. Secor ve O’Loughlin, 2005. Ayrıca komşuluk ilişkilerinde sosyo-ekonomik ve etnik yapının komşulara olan güvenin önemli bir belirleyicisi olduğunu öne süren çalışma için bkz. Marschall ve Stolle, 2004.

21

sermayenin ünlü teorisyenlerinden ve “Bowling Alone” ve “Making Democracy” gibi nitelikli kitapların yazarı Robert Putnam’dır. Putnam, toplumda güvenin erozyona uğramasını, televizyonun toplumun psikolojisine, bilinçaltına, kısacası günlük yaşamının merkezine yerleşmesiyle açıklamaktadır. Çünkü Putnam’a göre güvensizliğin oluşmasında televizyonun etkisi yadsınamayacak derecede güçlüdür. Güven düzeylerinde görülen en sert düşüşlerin, televizyon izleyerek büyüyen kuşaklarda görüldüğünü belirten Putnam, insanların günde ortalama dört saatten fazla televizyon izlediğini ve böylece insanlarla yüz yüze iletişim kurulma imkanlarının azaldığını öne sürer. Bu durum ise sosyal sermaye üretimini zamanla verimsizleştirmekte (Bkz. Fukuyama, 2009: 120) ve böylece güven pratiğini olabildiğince zayıflatmaktadır. Güven ve medya ilişkisini ve bunun topluma yansımasını araştıran bir başka teorisyen ise Fukuyama’dır. Fukuyama’ya (2009) göre medya, güven duyma davranışını olumsuz etkilemektedir. Çünkü televizyonların ve diğer yayın unsurlarının sürekli seks ve şiddeti konu alması, insanların güven algısını negatif yönde etkilemektedir. Ayrıca hem televizyonların haber programlarının hem de gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinin toplumun suç algısını genelleştirdiğine yönelik düşünce, suçun sokak başlarında kol gezdiğine dair bir “korku” oluşturmasına ve insanların birbirine daha az güven duymasına neden olmaktadır. Suç mağduru olma ile güven arasında güçlü bir karşılıklı ilişki bulunduğunu belirten Fukuyama’ya (2009: 121, 165) göre, suç oranlarının artmasıyla beraber, bir suçun kurbanı olan ve televizyon haberlerinde sürekli olarak tüyler ürpertici suç hikayelerini izleyen bir kişi, sadece yakın arkadaşlarına ve ailesine değil aynı zamanda tüm dünyaya karşı da güvensizlik besleyecektir.

Güvene dair kriz nöbetleri yaşadığımız tarihin bu diliminde dile getirilen önemli bir motto, aslında güven ihtiyacının ne kadar hayati öneme sahip olduğunu gözler önüne sermektedir: “Güven her şeyin başıdır” mottosu, felsefeci Ahmet İnam’ın şüphesiz öylesine söylediği bir cümle değildir (İnam, 2003). Bu bağlamda güven, insanların yaşamını kolaylaştıran bir katalizör (Bkz. İnam, 2003), kuralların ve faydalı politikaların temellerini kurmayı sağlayan bir lütuf (Uslaner ve Badescu, 2004: 31), süregiden ilişkilerin dinamik görünümünü tesis eden bir duygu (Solomon ve Flores, 2001: 7), beraber ve bir arada yaşamayı telkin eden bir iyimserlik

(Rothstein ve Uslaner, 2005: 41), modern yaşamın gerilimini yöneten bir olgu (Erdem ve Özen, 2003: 55), ekonomik büyümeyi, halkın faydasına olan gelişmeleri, sosyal entegrasyonu, işbirliğini, kişisel yaşamdan memnuniyeti, demokratik istikrarı ve tüm olumlu gelişmeleri destekleyen bir dinamik (Delhey ve Newton, 2003: 97; Bkz. Hosmer, 1995), günlük yaşamdan memnun olma, iyimserlik, zenginlik, sağlık, ekonomik başarı, eğitim, refah, katılım, topluluk, sivil toplum ve demokrasi gibi, sosyal bilim teorileri açısından az veya çok önemli olan bir literatür (Delhey ve Newton, 2003: 97; Zmerli ve Newton, 2011: 67; Solomon ve Flores, 2001: 4) olarak değerlendirilmektedir. Güven, özünde kullanıldıkça insandan insana bulaşan bir duygudur. Gambetta (2011: 323) güvenin kullanılmadığı için tükendiğini öne sürer. O halde kullanılmayan güven, insanlarda güvensizlik tohumlarının yeşermesine ve umutsuzluk fidanlarının boy atmasına neden olmaktadır. “Öğrenilmiş güvensizlik” olarak tanımlayabileceğimiz bu halin egemen olduğu toplumlar, Uslaner’in (1999: 130) ifadesiyle doğru insanlara güvenebilmenin ıskalandığı toplumlardır. Dolayısıyla güven, sağlık gibi, her şeyin başıdır.16 Çünkü bu çağda karmaşıklaşan işbölümünün

ileri bir düzeye ulaşması, uluslararası karşılıklı bağımlılığın artması, çevremizde tanıdık olmayan insanların sayısının çoğalması, kaynağı belli olmayan olayların ve kişilik kazanmamış bireylerin her yerde olması, kurumların ve organizasyonların kendi üyelerine karşı şeffaf olmamaları, riskin sosyal çevremizde ve dünyada sürekli yeniden üretimi gibi nedenlerden dolayı güven, bulanık ve mat olan her şeyle başa çıkmanın zorunlu bir stratejisi haline gelmiş ve güvenin toplumsal önemi, daha önceki dönemlerde hiç olmadığı kadar artış göstermiştir (Sztompka, 1999: 12-14).

İnsanların birbirinin sözüne güvenerek davrandığı ve “sözün senet yerine geçtiği” bir toplumsal hayat, büyük oranda tarihe karışmıştır (Demir, 2013: 161). Bugünün toplumlarında güven, ihtiyacı her geçen gün hissedilen bir duygu 16 Sztompka’ya (1999: 11-12) göre günümüz çağdaş toplumlarının güven kavramı üzerine göze çarpan bazı kendine has özellikleri vardır. Bu özellikler içinde bulunduğumuz zamanların da temel karakteristiğini oluşturmaktadır. Yaşadığımız dünya, amaçlı insan eylemleri tarafından giderek artan bir şekilde etkilenmeye başlamasıdır. Böylelikle toplumlar karizmatik liderler, yasa koyucular, sosyal hareketler, siyasi partiler, yenilikçiler ve reformcular gibi birçok aktör tarafından tekrar tekrar şekillendirilmekte ve tarih yeniden ve yine yeniden yazılmaktadır. Dolayısıyla kendi kaderiyle temellenmiş toplumlar, insan eliyle şekillenmiş yeni formatlara dönüştürülmektedir. O halde geleceğin yapıcı ve aktif bir şekilde inşası için, insanlığın güveni tedavüle koymaya ve kişiler arasında yaymaya tarihin her döneminden daha çok ihtiyacı vardır.

23

olmaktadır. Öyleyse toplumun düzensizliklerine neden olan bu patolojik durumların iyileştirilmesi için, güvenin hangi fonksiyonlarını devreye sokmak gerekir? Güven konusunda önemli çalışmaları olan Barbara A. Misztal (1996), toplumsalın iyileştirilmesinde güvenin üç önemli fonksiyonunun endikasyonundan bahsetmektedir. Birincisi, güvenin “birleştirici, bütünleştirici fonksiyonu”dur (integtrative function). Misztal, normatif sistemlerde güven düzeyini sosyal düzenin (social order) temel kaynağı olarak gören Parsons’ı birinci fonksiyona örnek göstermektedir. Parsons’da sosyal düzen, güvenen ve güvenilen arasındaki davranışların betimlenmesiyle elde edilen normların bir sonucudur. Bu anlamda Parsons, kendi çıkarlarını ön planda tutan rasyonel açıklamaları ve güvenin bireyci yorumlarını çoğunlukla reddetmektedir.17 Güvenin ikinci fonksiyonu, “karışıklığı,

karmaşayı azaltması”dır (reduction of complexity).18 Luhmann’ın çalışmalarının

temel önermesi olan bu fonksiyon, modern toplumun gittikçe artan karmaşası ve ortak karar almayı sağlayacak birlikteliğin zamanla çözülmesi gibi nedenlerden dolayı kişilerin veya aktörlerin güvene olan ihtiyacını her geçen gün gerekli ve zorunlu kılmaktadır. O halde karmaşanın azaltılması için tüm sosyal sistemlerin güven iklimine kavuşması gerekmektedir. Güvenin üçüncü fonksiyonu ise, “işbirliğini, dayanışmayı kolaylaştırıcı” (lubricant for cooperation) olmasıdır. Güven ile ilgili son dönemde yapılan çalışmaların çoğunluğu, bu fonksiyon üzerinde temellenen çalışmalar olmuştur. Özellikle sosyal sermaye ve sosyal ağ temalı 17 Kültürlerde güven oluşumu, toplumların genel karakterine göre değişiklik gösterir. Bireyci ve kolektif toplumlarda güvenin üretimi bu yönüyle farklıdır. Güven bireyci toplumlarda bilişsel olarak tezahür ederken, kolektif toplumlarda duyguya ve hisse dayalı olarak varlık kazanır (Chen, Chen ve Meindl, 1998: 291). Ayrıca bilişsel güven, modern bir bencillikle, duygusal güven ise ilişkilerdeki sadakatle motive edilmektedir. Bilişsel güven, evrensel ilişkilere ve işlem standartlarına bağlı olarak, grubun kısmi ve parçalı ilgilerini ortaya çıkararak inşa edilir (Chen, Chen ve Meindl, 1998: 294). 18 Karışıklığın ve karmaşanın hüküm sürdüğü toplumlarda, belirsizlikler baş göstermeye başlamaktadır. Sargut (2003: 117) belirsizliğin artış gösterdiği toplumlarda, güvene duyulan ihtiyacın da artış gösterdiğini öne sürmektedir. Çünkü belirsizlik karşısında güvenin az olduğu toplumlar, içe kapanma ve dış grup üyelerine kuşkuyla bakma eğilimi sergiler. Ayrıca belirsizlik durumunda açığa çıkan tedirginlik hali, hoşgörüsüzlüğü ve risk almaktan kaçınmayı da beraberinde getirmektedir. Değişen ve çeşitlenen sosyal çevreye karşı, bu kişiler rahatsız olmaya ve bunu bir tehdit unsuru olarak algılamaya başlarlar. Dolayısıyla kavramların, varlıkların ve tanımların değişmediği dünya, bu kişiler için daha güvenilir olmaktadır. Bu kişilerin genel olarak geçmişe dönük yaşamaları ve geleceğe yönelik net bir düşüncesinin olmaması, değişme ve çeşitlenmeye dair direnç göstermeye ve tepkisel davranmaya neden olmaktadır. Bu durum ise, güvenin toplum içerisinde yayılmasını ve bir sinerji oluşturmasını kuşkusuz engellemektedir.

24

çalışmalar, güvenin işbirliği ve dayanışma fonksiyonu üzerine yoğunlaşmaktadır (Bkz. Buskens, 2002: 5). Bu üç fonksiyon; birleştirici ve bütünleştiricilik, karışıklığı ve karmaşayı azaltmak, işbirliğini ve dayanışmayı arttırmak; aynı zamanda sağlıklı bir toplumun tesis edilebilmesi için de gerekli olan fonksiyonlardır.

Günümüzde tüm toplumsal yapılar, güveni merkeze alan bir işleyişi gerçekleştirmek zorundadır. İşverenin işçiye, işçinin patronuna, müşterinin üreticiye, yönetilenin yönetene, toplulukların, ulusların ve birlikte yaşayanların birbirlerine güvenmeleri elzemdir. Çağımızda yaşamayı başarabilmenin imkanı, “güvenmeyi öğrenmek”ten geçmektedir (İnam, 2003: 13). Esasında güvenmeyi öğrenmek, temelde ahlakın dolaşımda olduğu toplumlarda ahlakın güveni şekillendirmesiyle izah edilebilir. Çünkü ahlak, güveni oluşturan temel kaynakların şüphesiz ilkidir. Bilgi çağı olarak adlandırılan günümüz dünyasında ise, güven ve güvenin oluşumunda paylaşılan ahlaki normların ihmal edilmesi, toplum her ne kadar yasalarla donatılmış olursa olsun, güven duygusunun yerleşmemesine sebebiyet verecektir. Kaldı ki topluluklar, karşılıklı güven ilişkisine dayanmakla birlikte bu duygu ortak hissiyata dönüşmediği sürece kendiliğinden meydana gelemezler (Fukuyama, 2005: 40). Burada şu hususun altını çizmekte fayda vardır: Güvenin ahlakla ilişkilendirilmesinden, güvenin referanslarının dinsel epistemolojiyle karşılandığı anlamı çıkartılmamalıdır. Ancak bu ifadeden, dinlerin güven üretmediği söylemini çıkartmak da, kuşkusuz zorlama bir değerlendirme olacaktır.19 Kısacası

19Fukuyama (2009: 77) Amerikan toplumunda dindar olan insanların dini inancı olmayan insanlara kıyasla sosyal güveninin daha yüksek olduğunu belirtir. Esasında dinler özünde doğruluğu, dürüstlüğü ve güvenilir olmayı insana tebliğ eder. Yaratıcıya inanmak ve güvenmek imanın şartları arasında yer almaktadır. Mü’min muhtaçlığını ve çaresizliğini sadece Yaratıcıya güvenerek giderebilir. Hıristiyan teolojisinde insanın yeryüzüne düşmesini, varoluşsal çaresizliğe karşı geliştirilen bir savunma mekanizması olarak okumak mümkündür. Cennetten yani güvenilir bir mekandan güvensiz dünyaya fırlatılmak, insanın anlamlandırmaya çalıştığı ve dolayısıyla “güven” duymadığı yeni mekana karşın sarılacağı bir ipin ihtiyacını hissettirmiştir. Bu anlamda insanın mottosu, “çaresizim, demek ki güveneceğim” şeklinde gelişmiştir (İnam, 2003: 16; Bkz. O’Hara, 2004: 26-28). İslam ilahiyatı ise dünya hayatının Hıristiyan teolojisinde olduğu gibi insanın dünyaya fırlatılmasıyla değil, “eşref-i mahlukat”ın yeryüzüne inişiyle (hubut) başladığını belirtir. Dünyada yaşamaya başlayan insan, güvendiği Yaratıcının gönderdiği kutsal kitabın kılavuzluğunda bir mü’min olarak yaşamını devam ettirir. Dolayısıyla bir müslümanın mottosu ise, “iman ediyorum, o halde güveniyorum” şeklindedir. Kur’an-ı Kerim’de Allah, nisyan ile malul olan insana, geçmiş dönemleri konu alan kıssalar vasıtasıyla örnekler vererek, Yaratıcıya inandıklarında ve güvendiklerinde doğru yola erişeceklerini bildirmiştir. “Dipnot. Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi 25

güven ve ahlak etkileşiminde ve dolayısıyla toplumun güven ihtiyacının tedarik edilmesinde öne sürülen argüman; referansları ister semavi dinler olsun, isterse de başka yazılı veya sözlü kaynaklar olsun, toplumda “güven ahlakı”nın tesis edilmesinin gerekliliğidir.